17 Ekim 2009 Cumartesi

Said'in Hazreti Ali İle İlgili İddiaları

4. BÖLÜM

NUR RİSALELERİ’NDE HZ. ALİ


Said Nursî, kendisi ve risalelerine Kur'an’ın ve hadislerin ettiği işaretler, imalar... ile yetinmez. Ona, yazdığı kasidelerinde Hz. Ali de işaret etmektedir! Bu işaretler (?) Nur Risaleleri’nde "Keramet-i Aleviye" adı altında takdim edilmiştir. Nur Risaleleri’ndeki ifadelerden; âdeta, Hz. Ali’nin kasidesini adından başlayıp sonuna kadar Said Nursî’ye ileride neler yapması gerektiğini ve Nur Risaleleri’ne verdiği isimleri göstermek için şifreli bir biçimde yazdığı anlaşılmaktadır. Nur Risaleleri’nin metinlerini yazarken ihtiyarsız olduğu gibi, Said Nursî’nin bunların tesmiyesinde de özgür olmadığı anlaşılmaktadır! Neredeyse, bu isimlerin tevkifî olduğunu iddia edecektir!

Hz. Ali ile Said Nursî ve Nur Risaleleri arasındaki bağ (?), yine ebced ve cifir hesapları ile kurulmuştur. Fakat, bu bağın, ebced ve cifir hesapları yapılmadan, sırf kasidelerdeki lâfızlardan yola çıkılarak kurulduğuna da çokça rastlanmaktadır. Said Nursî’nin; Hz. Ali’ye isnat edilen kasidelerin ebcedî, cifrî ve lâfzî yorumlarında -Kur'an’ı tefsirine kıyasla- kalemini daha rahat oynattığı gözlenmektedir.

Bu bölüme de Nur Risaleleri’nden konuyla ilgili alıntılar verilerek başlanmış, geçen bölümde olduğu gibi, bunların tek tek incelenmesi yoluna gidilmemiştir. Said Nursî, "Celcelûtiye" kasidesini ebced ve cifir hesaplarının delillerinden biri olarak ileri sürdüğünden, bu kaside bu yönden de incelenmiş, daha sonra kasidelerin Hz. Ali’ye izafeti ve kasidelerin mahiyeti sorgulanmıştır.

Said Nursî ve Nur Risaleleri’yle ilgili haberlerin başmuhabiri olan Hz. Ali, elbette bu tahbirde yalnız değildir!... Abdülkadir Geylânî de bu işin ortaklarındandır! Hatta, Kur'an’dan başka "kütüb-ü sabıka"da da Said Nursî ve Nur Risaleleri ile ilgili bu kabil haberlere rastlanmaktadır! Geylanî’ye isnaden "Keramet-i Gavsiye" adı altında takdim edilen sözler ve "kütüb-ü sabıka"nın haberleri (?), Nur Risaleleri’nde Hz. Ali’nin verdiği haberlerle (?) beraber telâkki edildiğinden, bu bölümde incelenmiştir.

Nur Risaleleri’ndeki Hz. Ali’yle ilgili hadisler, Nur Risaleleri’ndeki hadisleri incelediğimiz bölümün konusu olmasına rağmen, ilgisi nedeniyle, bu bölümde ele alınmıştır.


4.1. KERAMET-İ ALEVİYE (?)

(...) İmam-ı Ali (R.A.) Kaside-i Celcelûtiyesinde sarahat derecesinde Risale-in-Nur’a bakmış ve ona işaret ederek demiş (...)

Hazret-i Ali (R.A.) Ercüze’sinde ve Gavs-ı A’zam (R.A.) Kasidesinde Resaili’n-Nur’a kerametkârane işaret ettikleri vakit (...)

Hz. Ali (R.A.) İbn-i Ebu Talib Keramullahü vechehü ihbarat-ı gaybiyeye ait şu kasidesinin bir kısmında Risale-i Nur şakirdlerine bilhassa baktığına müteaddit emareler var. O da Gavs-ı Geylani gibi Risale-i Nur’un makbuliyetini imza ediyor ve alkışlıyor.

İmam-ı Ali (R.A.) bir def'a "ekıd kevkebî" fıkrasiyle âhir zamanda Risale-i Nur’u dua ile Allahtan niyaz eder, ister ve bidayette oniki risaleden ibaret bulunduğundan, yalnız oniki Risalesine işaret ediyor. İkinci def'ada "tükādü Sirâcü’n-Nûri" fıkrasiyle daha sarih bir surette Risale-i Nur’u medih ve senâ ile göstererek tekemmülüne işareten, umum Sözleri ve Mektupları ve Lem'aları remzen haber verir.

Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) "tükādü Sirâcü’n-Nûri" fıkrasiyle Risale-i Nur’u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslariyle ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra (...)

Celcelutiyye Said Nursî’ye Bedi’ demiş. Bundan daha güzel medh ve bundan daha a’lâ ve ezka bir vasıf mı olur.

(...) bilâperva hükmediyoruz ki; Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) hem Risale-i Nur’dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mâna-yı hakikî ve mecazî ile işârî ve remzî ve imai ve telvihi bir surette haber veriyor.

Hazret-i Ali o mûcizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı A’zam (K.S.) o hârika keramet-i gaybiyesiyle sizlere (Risâle-i Nur şakirtlerine), sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar.

Evet Hazret-i Ali Radıyallahü Anh, "Kaside-i Celcelûtiye"de iki suretle Risâle-i Nur’dan haber verdiği gibi, "Âyetü’l-Kübrâ Risâlesi"ne işareten "vebi’l-âyeti’l-kübrâ eminnî mine’l-feceti" der. Ve bu işarette îmâ eder ki: "Âyetül Kübrâ" yüzünden ehemmiyetli bir musibet Risâle-i Nur talebelerine gelecek ve Âyetül Kübrâ hakkı için o "fecet" ve "musibetten şâkirdlerine Eman ver," diye niyâz eder, o risâleyi ve menbaını şefaatçı yapar. (...)

Hem o kasîdede, (...) der:

"tilke hurûfu’n-nûri (...)"

Yâni: "İşte Risâle-i Nur’un sözleri, hurufları ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını topla ve mânalarını tahkik et. Bütün hayır ve saadet, onlarla tamam olur" der. "Hurufların mânâlarını tahkik et" karinesiyle meâni ifade etmeyen hecaî harfler murad olmadığına belki kelimeler mânasındaki "Sözler" namiyle Risale-i Nur muraddır.

(...) Hz. Ali (R.A.) Ercüze ve Celcelûtiye’sinde Risale-i Nur’u alkışlıyor, haber veriyor ve müellifi ile konuşuyor, teselli ediyor.

Hz. Ali’nin kasidesinde ebced hesabıyla, "binüçyüzellide Said-i Kürdî gelecektir" çıkıyor. Hülâgû’dan ve latin hurufundan ve İslâm deccalından ve bir kısım ulemâların yanlışlarından kat'i haber veren İmam-ı Ali o cümle ile biçare Said’e diyor: "Sen o zamana yetişeceksin. Cenab-ı Hak’tan muhafazanı niyaz eyle"

Demek İmam-ı Ali (R.A.) bütün ulumunun hazinesi olan Kur'an-ı Muciz-ül-Beyan’ın bir şu’le-i i’cazı olan Risale-i Nur’u Cenab-ı Hak’tan ahir zamanda Kur'an’a çelik bir sur ve parlak bir yıldız istemiş ve duası kabul olmuş.

(...) İmam-ı Ali kerâmet-i gaybiyesinde, Risale-i Nur’a "Sirâcün-nûr" nâmını vermesi, bu âyetin bu fıkrasından mülhemdir denilebilir.

(...) İmam-ı Ali (R.A.) Kaside-i celcelûtiyesinde, Siracü’n-nur’dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi, yine o Kasidede Siracü’n-nur’un en nâmdar risalelerine parmak basıyor, adeta alkışlıyor (...).

İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü anhü) Âyet-ül-Kübrâ namını verdiği "Yedinci Şuâ"ı bitirdiğim aynı vakitte -îtikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak- geceleyin Celcelûtiye’yi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi: İmam-ı Ali Radıyallahü anhü Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi kıymetdâr risalelerine de işaret derecesinde remzedip îma ediyor. Eğer sarîh bir surette gaybdan haber vermek (çok zararları bulunduğundan hikmete münafi olduğu cihetle) hikmet-i İlâhiye tarafından yasak olmasa idi tasrih edecekti.

Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh ve Kerremallahu Vechehu, Kaside-i Celcelûtiye’sinde kerametkârane Risale-i Nur’dan haber verdiği yerde, Risale-i Nur’u "Siracinnur" ve "Siracissürc" namlariyle tesmiye ederek, Risale-i Nur’un üç ismine iki isim ilâve etmesi (...).

İmam-ı Ali Sirac-ün-Nur’dan haber verdikten sonra yine otuzüç ve bir cihetle otuziki adet Süryanice Esmâyı tadâd ederken Risale-i Nur’un en kuvvetli, en kıymetdar olan Mu’cizat-ı Kur'aniye Risalesine ve Otuzikinci Söz’e kuvvetli işaret ettiği gibi, sair risalelere de remzen veya îmâen veya telvihen bakar.

İmam-ı Ali’nin (R.A.) Âyet-ül-Kübrâ namını verdiği, "Yedinci Şua" Risalesi’ni yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı acile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medâr-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelûtiye, inâyet-i İlâhiye tarafından verildiğine şüphem kalmamış.

(...) Âyet-ül-Kübra risâlesinin öyle bir ehemmiyeti var ki; İmam-ı Ali (R.A.) keramat-ı gaybiyesinde bu risaleye, "Âyet-i Kübra" ve "Asâ-yı Mûsa" namlarını vermiş. Risale-i Nur’un risaleleri içinde buna hususî bakıp, nazar-ı dikkati celbetmiş. "Âyet-ül-kübra" nın bir hakikî tefsiri olan bu "Âyet-ül-kübra Risalesi", Hazret-i İmam’ın (R.A.) tâbirince, "Asâ-yı Mûsa" nâmında "Yedinci Şuâ" kitabıdır.

(...)"Yirmidokuzuncu Söz"e Hazret-i İmam-ı Ali Radiyallahü anhü zikir ve tadât ettiği surelerin yirmidokuzuncu mertebesinde "ve’ş-şemsu kuvvirat" ile ona işaret eder. (...)

(...) "Otuzuncu Söz" nâmındaki "Zerrat Risalesi"ne Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü anhü Otuzuncu Mertebede "vebi’z-zâriyâti zervan" kasemiyle ona işaret eder. Evet bu işarette lâfzan ve sûreten sûre-i "ve’z-zâriyâti zervan" ve Risâle-i Zerrat, birbirine müşabehet ile beraber mâna cihetiyle dahi münasebet var. (...)

(...) "Otuzbirinci Söz" namında ve mertebesinde bulunan Risale-i Mi’rac’a, Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) Otuzbirinci Mertebede Mi’rac-ı Ahmedî (A.S.M.) ve Kab-ı Kavseyn’deki müşahede ve mülâkemeyi sarih bir surette başlayan "ve’n-necmi izâ hevâ" nın başında bulunan "ve’n-necmi izâ hevâ" cümlesi ile sarahata yakın bir tarzda o Risaleye işaret eder ve sûre-i "ve’t-tūri" yi bırakarak "ve’z-zâriyâti" den sonra "ve’n-necmi" suresini zikretmesi bu işareti kuvvetlendirir.

Hem Şakk-ı Kamer Mu’cizesini, münkirlere karşı kuvvetli deliller ile isbat eden Mi’rac Risalesi’nin Zeyli bulunan "Şakk-ı Kamer Risalesi" namında Otuzbirinci Mertebenin ahirinde olan o Risaleye, Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) (...) sarahata yakın işaret eder.

İmam-ı Ali’nin fevkalâde takdirine mazhar olan Otuzikinci sözün (...).

İslâmlar içinde, dellâllar elinde teşhir suretinde gezdirmeye lâyık olan Risale-i Nur, maatteessüf gayet gizli perde altında intişar ve istitara mecbur olmasına işâreten İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, iki def'a "sırran beyâneten" ve "sırran tenevveret" kelimeleriyle "sırran" yalnız gizli intişar edebilir. Müteaccibane haber veriyor.

Nasılki Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) sarîh bir surette Sirac-ün-Nur’un tarih-i te'lifini ve tekemmül zamanını ve meşhur ismini "tukādu sirâcu’n-nûri" fıkrasiyle haber vermiş. Öyle de "binûri celâlin bâzihin ve şerantahin" ilâ âhir... fıkrasiyle de Sirac-ün-Nur’un esaslarından haber veriyor. "Celâlin bâzihin" izzet, azamet ve celâl ve kibriyadır. "Şerantahin" Süryanice Rauf ve "berkūtin" Rahîmdir. Demek Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü Sirac-ün-Nur’u târif ediyor. Hayatını ve nurunu, kibriya ve azamet ve re'fet ve rahimiyetten alıyor diye mümtaz hâsiyetini beyan eder.

Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, bu fıkrada "bihi’n-nûru uhmidet" cümlesiyle diyor ki: Bin üçyüz ellidörtte (1354) Sirac-ün-Nur -yâni Risale-i Nurun nuru- ile dalâletin tecavüz eden narı inşâallah sönecek. (...) Evet cifirce "bihi’n-nâru uhmidet" bin üçyüz ellidört (1354) eder. Lillâhilhamd, Sirac-ün-Nurun El-Âyet-ül-Kübrâsı gibi çok risaleleri var. Her biri kuvvetli birer lâmba hükmünde sırat-ı müstakîmi gösterip İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü’nün haberini tasdik ediyorlar.

(...) Saidin (R.A.) iki maruf lâkabına remzen ve ismen îma eden ve "kendini muhafaza et" emrini veren; ve o tarihte herkesten ziyade müteaddit tehlikelere maruz bulunacağını telvih eden "Ercüze"nin âhirlerindeki:

"fes'el limevlâke’l-azîmi’ş-şâni yâ müdriken lizâlike’z-zemâni bien yukîke şerra tilke’l-fitneti ve şerra kulli kurbetin ve mihnetin" fıkrasiyle diyor: "Ya Said-el-Kürdî! Bin üçyüz ellidört tarihine yetişirsen Mevlâyı Azîmden, o zamanın ve o asrın şerlerinden muhafazanı iste ve yalvar"

(...) Sonra İmam-ı Ali (R.A.) Sekine ile meşgul olan Said’e (R.A.) bakar, konuşur; akabinde "yâ müdriken lizâlike’z-zemâni" der. İki-üç yerde kuvvetli işaret ile Said (R.A.) ismini verdiği şâkirdine hitaben "Kendini Sekine ile dua edip muhafazaya çalış." "Yâ"-i nidâî’den sonra müteaddit karineler ve emâreler ile Said var. Demek ya Said (R.A.) "müdriken lizâlike’z-zemâni" olur. Bu fıkra nasılki "müdriken" kelimesiyle "Elkürdî" lâkabına hem lâfzan hem cifren bakar. Çünkü mimsiz "derken" Kürd kalbidir. Mim ise, "lâm" ve "yâ" ye tam muvafıktır. Öyle de: Diğer bir ismi olan Bediüzzaman lâkabına dahi "ezzaman" kelimesiyle îma etmekle beraber bin üçyüz ellidört (1354) veya, bin üçyüz ellibeş (1355) makam-ı cifrîsiyle Said’in (R.A.) hakikat-ı hâlini ve hilâf-ı âdet vaziyetini ve hıfz u vikaye için kesretli duasını ve halvet ve inzivasını tamamiyle tâbir ve ifade ettiğinden sarahata yakın bir surette parmağını O’nun başına ve o Kasidede teselli için basıyor. Ve burada da "bihi’n-nâru uhmidet" sırrına mazhar olan Risale-i Nur’u alkışlıyor.

Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.)

"bede'tu bismillâhi rûhî bihi’htedet ilâ keşfi esrârin bibâtınihi’ntavet"

deyip Risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillah Risalesine baktığı gibi (...) Öyle de:

"biesmâike’l-husnâ ecirnî mine’ş-şetet" cümlesiyle Otuzuncu Lem'aya, yâni müstakil Lem'aların en son olan Esmâ-i Sitte Risalesine tahsin ederek bakıyor ve "hurûfun libehrâmin ‘alet ve teşâhemat" kelâmiyle dahi Otuzuncu Lem'ayı tâkip eden işârat-ı huruf-u Kur'aniye Risalesine takdir edip işaretle tasdik ediyor.

"ve ismi ‘asâ Mûsâ bihi’z-zulmetu’ncelet" kelimesiyle dahi şimdilik en âhir Risale ve tevhid ve îmanın elinde Âsâ-yı Mûsa gibi hârikalı en kuvvetli bürhan olan mecmua Risalesini senakârane remzen gösteriyor.

Celcelûtiye, Süryanîce bedî’ demektir. Ve bedî’ mânasındadır. İbareleri bedî’ olan Risale-i Nur, Celcelûtiyede mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, Kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki: Eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı benim değildir. Belki, Risale-i Nur’un mânevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. Demek Süryanîce bedî’ mânasında ve Kasidede tekerrürüne binaen Kasideye verilen Celcelûtiye ismi, işârî bir tarzda bid'at zamanında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur’un hem ibare, hem mâna, hem isim noktalariyle bedîliğine münasebettarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça Ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olduğunu tahmin ediyorum.

...


4.1.1. CELCELÛTİYE

(Ebced ve cifir hesaplarının delillerinden) İKİNCİSİ: Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın en meşhur kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile te'lif edilmiş ve böyle de matbaalarda basılmış.



Said Nursî, Hz. Ali (r.a.)’ye isnat ettiği bu kasidenin ne isnadını ne de kaynağını vermiştir.

Rafızîler, Şiîler ve bilgilerini bunlardan alan kimseler, ehlibeytten aldıklarını iddia ettikleri ya dinî ilimlerle ya da tabiî ilimlerle ilgili birtakım sırlara ve hakikatlere muttalî olduklarını iddia ederler. Onlar böyle bir iddiayı, gizlenmesinin öğütlenmesi ve hakikati bilinemeyen bu sırlara iman edilmesi gerekli birtakım hususlardan dolayı ileri sürmektedirler. Hâlbuki, iddialarının tamamı uydurulmuş bir yalan ve atılmış bir iftiradır.

Bu Rafızîler, çeşitli gruplar içinde en çok yalan uyduran ve en çok gizli ilim iddiasında bulunanlardır. Bu sebeple Bâtınîler ve Karmatîler de Rafızî sayılmışlardır.

Rafızîler ilk olarak emîrü’l-müminin Ali b. Ebu Talip (r.a.) döneminde çıkmışlar ve Hz. Ali’nin özel olarak bazı ilimlere ait sırlara ve vasiyete sahip olduğu iddiasında bulunmaya başlamışlardır. Bunun üzerine Hz. Ali’nin ileri gelen yakınları, ona böyle bir şeyin olup olmadığını sormuşlar, Hz. Ali de böyle bir şeyin olmadığını bildirmişti. Daha sonra çevrede böyle bir sözün söylendiğini öğrenen Hz. Ali, halka bir konuşma yapmış ve kendisinin böyle bir sırra ve vasiyete sahip olmadığını açıklamıştı.

Sahih rivayetleri nakleden hadis âlimleri, Hz. Ali’nin bu sözlerini birçok varyantıyla tahriç etmişlerdir. Meselâ; Ebu Cühayfe’den sahih olarak şu rivayet nakledilir:

Ben, Ali b. Ebu Talip’e:

-Allah’ın Kitabında bulunandan başka yanınızda vahiyden bir şey var mıdır? diye sordum. Ali (r.a.):

-Hayır, yoktur. Taneyi toprak içinde yaran ve insanı yaratan Allah’a yemin ederim ki, benim bildiğim şey, ancak Allah’ın Kur'an’daki hükümleri anlama hususunda insana ihsan etmekte olduğu anlama kabiliyetidir. Bir de şu sahifede yazılı olan hükümlerdir, dedi. Ben:

-Bu sahifedeki hükümler nedir? dedim. Ali:

-Bu sahifede maktulün diyeti, esirin kurtarılması ve bir kâfire mukabil bir Müslümanın öldürülmeyeceği hükümleri vardır, dedi.

Buharî ve Müslim’de de İbrahim et-Teymî, babası tarikiyle Hz. Ali’den şöyle dediğini rivayet etmiştir -ki bu tarik, yeryüzünün en sahih isnatlarındandır-:

"Bizim yanımızda Allah’ın Kitabından ve bir de şu sahifeden başka okuyacağımız bir şey olduğunu iddia eden, muhakkak yalan söylemiştir. Bu sahifenin içinde diyet olarak verilecek develerin yaşları ile yaralardan bazı şeylerin beyanı vardır. Bir de bu sahifenin içinde Peygamber’in şöyle buyurduğu yazılıdır:

"Medine’nin Ayr ile Sevr dağları arasındaki sahası haremdir. (...)"

Ulema, bu ve benzer sahih hadislere dayanarak Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye ve ehlibeyte özel mahiyette bir ilim verildiği yolunda Hz. Ali’ye ve ehlibeyte nisbet edilerek nakledilen rivayetlerin asılsız olduğunu göstermiştir. Sözü edilen özel ilimler cefr, bitâhe, cedvel ve benzeri şeylerle Bâtınî Karmatîlerin Şiadan aldıkları diğer birtakım hususlardır. Hiç şüphe yok ki, başka bir kimseye nisbet edilmeyen pek çok yalan ve asılsız rivayet Hz. Ali’ye ve ehlibeyte nisbet edilmiştir.

Nitekim, ulemadan İbn Battal , Kirmanî , Aynî bu hadislerden hep aynı sonucu çıkarmışlardır.

Manzum olarak (Celcelûtiye, Ercüze gibi) veya benzeri şekillerde nakledilen bu tür destanların tamamı için de aynı şeyleri söylemek gerekir; bunların tamamı yalandır, uydurmadır.

Said Nursî, Hz. Ali’ye isnat ettiği bu uydurma kasidelerden kendisi ve Nur Risaleleri’ne pay çıkarmakla kalmamış, pervasızca bunların kaynağının vahiy olduğunu da iddia etmiştir:

Madem Celcelûtiye vahy yolu ile Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma nâzil olmuştur. Ve Allâm-ül-Guyûbun ilmiyle ifade-i mâna eder. Hem madem Celcelûtiye mâna-yı mecazî ile o kasidenin hakikatını isbat eden Risale-i Nur’a sarîhan; ve onun onüç ehemmiyetli risalelerine işareten haber vermekle beraber Risale-i Nur müellifi ve bunun onüç ehemmiyetli vâkıat-ı hayatına îmaen, remzen, işareten mâna-yı mecazî ile haber veriyor.

Hem madem Celcelûtiyenin aslı vahy’dir. Ve esrarlıdır. Ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî umur-u istikbaliyeden haber veriyor. Ve madem Kur'an itibariyle bu asır dehşetlidir ve Kur'an hesabiyle Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir. Ve madem serahat derecesinde çok karine ve emârelerle Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatları ve kıymetleri var. Ve mâdem Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) Sirac-ün-Nurdan, zâhir bir surette haber verdikten sonra ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden, sonra Mektuplardan, sonra Lem'alardan, Risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) işaret ettiğini isbat eylemiş.

Eğer bir muannid tarafından denilse: Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) bu umum mecâzî mânaları irade etmemiş?

Biz de deriz ki: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) irade etmezse, fakat kelâm delâlet eder. Ve karinelerin kuvvetiyle işarî ve zımnî delâletle mânaları içine dahil eder. Hem madem o mecazî mânalar ve işarî mefhumlar haktır, doğrudur ve vâkıa mutabıktır; ve bu iltifata lâyıktırlar ve karineleri kuvvetlidir. Elbette Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) böyle bütün işarî mânaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa -Celcelûtiye vahy olmak cihetiyle- hakikî sahibi Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) üstadı olan Peygamberi Zîşân’ın (A.S.M.) külli teveccühü ve üstadının Üstad-ı Zülcelâlinin ihâtalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır.

Kaynağı vahiy olduğu iddia edilen bir metnin (Resul-i Ekrem’den önceki vahiyleri dikkate almazsak), Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gelen ve onun emriyle yazılıp, tevatüren nakledilen Kur'an-ı Kerim’de ya da sabit hadislerde yer alması gerekir. Peki, vahiy olduğu iddia edilen bu "Celcelutiye kasidesi" nerededir? Kur'an’da olmadığına göre, hangi hadis koleksiyonunda yer almaktadır? Bu kaside, sahih hadis kaynaklarında rivayet edilmesi bir yana, zayıf ya da mevzu hadisler arasında bile kendine bir yer bulamamıştır.

Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:

"Allah’a karşı yalan uydurarak iftira edenden daha zalim kimdir? (...)"

Bu kasidenin vahiy ile inzal edildiği iddiası, Allah’a iftira olduğu gibi, Hz. Peygamber’e de iftiradır. Çünkü, Nur Risaleleri’nden anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber bunu herkese duyurmamış, bilâkis Hz. Ali’ye hasretmiştir. Öyleyse, Hz. Peygamber tebliğ görevini -hâşâ- yerine getirmemiş olmaktadır.

Anseme şöyle demiştir:

"Ben Abdullah İbn Abbas’ın yanındaydım. Bir adam gelip ona dedi ki:

-İnsanlardan bir kısmı geliyor ve sizin (ehlibeytin) yanınızda Hz. Peygamber’in açıklamadığı şeylerin bulunduğunu söylüyorlar, ne dersin?

Abdullah İbn Abbas dedi ki:

-Bilmiyor musun, Allah Tealâ Habib-i Ekrem’ine: 'Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini duyurmamış olursun. (...)' (Mâide, 5/67) buyuruyor. Allah’a andolsun ki, Resulullah (s.a.v.) bize beyaz üzerinde karalık miras bırakmamıştır."

Ebu’t-Tufeyl şöyle demiştir:

Ali b. Ebu Talib’e dedik ki:

-Bize, Resulullah’ın (s.a.v) sana sır olarak bildirdiği bir şey söyle! Ali dedi ki:

-O, insanlardan gizleyip de sır olarak bana bir şey vermedi. Lâkin, ben onun şöyle buyurduğunu işittim:

"Allah’tan başkası namına hayvan kesene Allah lânet etsin! (...)"

İmam Gazalî, Said Nursî ve şakirtleri gibilerine soruyor:

Şu zikrettiğiniz teviller ve bâtınlar için size müsamaha edip "hadi bunlar sahihtir" desek, bunların şeriattaki hükmü nedir? Onların gizlenmesi mi yoksa ifşası mı vaciptir? Eğer "onların herkese ifşası vaciptir" derseniz; o zaman deriz ki "Öyleyse, onu Muhammed (s.a.v.) neden gizledi ve bu asra kadar geldi ve bu türden hiçbir kimsenin haberi olmadı?" Dinin gizlenmesinin helâl olmadığını hatırda tutup durmak için Allah Tealâ hazretleri: 'Onu insanlara mutlaka açıklamanız ve saklamamanız için' (Âl-i İmrân, 3/187) diye buyurup dururken Allah’ın dininin gizlenmesinin caiz olması nasıl olabilir?" Eğer onlar, onun gizlenmesinin vacip olduğunu iddia ederlerse buna da şu cevabı veririz: "Dinin sırrından Resulullah (s.a.v.)’a gizlenmesi vacip olan bir şeyi açıklamak size nasıl helâl oluyor? Bir sırrı bilen birinin onu ifşa etmek suretiyle işlediği suç, en büyük suçlardandır. Eğer şeriatın sahibi bu sırların gizlenmesinde küllî bir maslahat ve büyük bir sır olduğunu bilmeseydi onları gizlemezdi. (...) Böyle olduğu hâlde siz neden bu sırrı ifşa ettiniz ve bu perdeyi yırttınız? Bu, dinden çıkmaktan, şeriatın sahibine muhalefetten, onun kurduğu şeylerin hepsini yıkmaktan başka bir şey midir?"

Eğer, "Bu sırrın halkın avamına ifşası caiz değildir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v.) onu ifşa etmedi. Fakat, onun vasisi ve kendinden sonraki halifesi olan sûs (kök, huy, tabiat)una ifşa etmesi Peygamber’in hakkıdır ve şüphesiz o, bunu Ali’ye ifşa etmiştir, başkasına değil" denirse; buna şöyle cevap veririz: "Ali bunu sûsunun ve halifesinin dışında başkasına ifşa etti mi, etmedi mi? Eğer onu sadece sûsuna ifşa etti ise; aynı şekilde sûsu da kendi sûsuna ve halifesinin halifesine olmak üzere bu zamana kadar geldi ise, o hâlde, nasıl oluyor da bu iş avamdan şu cahillerde son buluyor ve onlar onu söylüyorlar. Tasnif ettiğiniz kitaplar onun hikâyeleri ile doluyor, diller onu söyleyip duruyorlar?" Bu sualle ilgili akla ancak şöyle bir cevap geliyor: Her hâlde halifelerden biri isyan etti ve ehlinden başka birine sırrı ifşa etti ve böylece yayıldı. (...)

Said Nursî ve şakirtleri bunları, başka bir yolla ifşa ettiler. Ayet ve hadislerdeki, Celcelûtiye ve Ercüze’deki Said Nursî’ye ve Nur Risaleleri’ne ilişkin işarî, batınî, remzî manaları (!) bu kez Hz. Ali’nin halifesi değil "manevî veledi" olan (?) Said Nursî ve şakirtleri, kirli emellerine ulaşmak için bizzat kendileri ifşa ettiler.

Bu ifşaat, Hz. Ali (r.a.)’ye ve ehlibeyte atılmış birer iftiradır; çünkü Hz. Ali’nin ve ehlibeytin yanında Allah’ın Kitabından başka vahiyden bir şey olduğunu en başta kendileri yalanlamıştır.

İbn Teymiye, Minhacu’s-Sünne’de Rafızî’ye şöyle der:

Ey Rafızî! Hz. Ali’nin gaybtan haber verdiğini iddia ediyorsun. Bu doğrudur, aslında gaybtan haber verme işi, Hz. Ali’nin derecesine ve imamete varamayan birçok salih kişilerden de meydana gelmiştir. Ebu Hureyre ve Huzeyfe bunları dile getiriyorlardı. Ebu Hureyre bu gibi haberleri Resulullah’a isnat ederken, Huzeyfe onları bazen Resulullah’a isnat eder bazen de etmezdi. Hz. Ali’nin gaybtan verdiği haberler bazen Resulullah’tan işittikleri haberlerdi. Bazıları da Hz. Ali’nin kendi kalbine doğan keşiflerden ibarettir. Nitekim, Hz. Ömer’in de buna benzer kalbî keşiflerine dayanarak verdiği haberler vardır. Ahmed b. Hanbel’in ez-Zühd, Ebu Nuaym’ın el-Hılye ve İbn Ebu’d-Dünya’nın Kerâmâtu’l-Evliya gibi eserleri ashap, tâbiîn ve onlardan sonra gelen salih zatlardan zuhur etmiş ve Hz. Ali’nin haberlerine benzeyen birçok haberlerle doludur. Hz. Ali’den rivayet ettiğin haberlerin sıhhatini de teslim etmiyoruz. Hz. Ali’nin istikbalde vuku bulacak her hadiseyi bilmediğini ispat eden hadiselerin bir kısmı da, onun hilâfeti zamanında vuku bulan harpler ve o harplerde zannettiği gibi çıkmayan sonuçlardır. Hz. Ali, bu kadar insanın ölümünden sonra gayenin tahakkuk etmeyeceğini daha önce bilmiş olsaydı, asla muharebe etmezdi. Çünkü, muharebe etmediği zaman daha üstün ve daha güçlü idi. Eğer hüküm vermek için tayin ettiği hakemlerin verecekleri kararı bilseydi, onları tayin etmezdi. Kendisinden sonra vuku bulacak olayları haber verdiğine dair olan haberler nerede kaldı?... Rafızîler bir yandan Hz. Ali hakkında bazı şeyler iddia ederlerken, öte yandan da zıddı olanlarını kendileri ortaya atmaktadırlar. Onun hakkında aşırı giderek masum olduğunu, ona unutkanlık arız olmadığını ve gaybı bildiğini iddia ediyorlar.

(...) Hz. Ali, Sıffîn savaşının gecesinde şöyle diyordu: "Ey Hasan! Baban, işin buna varacağını bilemedi. Allah’a kasem ederim ki, Sa‘d b. Malik ile Abdullah b. Ömer’in yaptıkları iş iştir. Yaptıkları doğru ise sevabı büyüktür, yanlış ise cezası azdır."

Hz. Ali, şahadeti ile bitecek olayların bile sonuçlarını kestirememişken, kendisinden yüzyıllar sonra gelecek bir adamdan ve onun risalelerinden haber verecek... Üstelik, onca sıkıntısının arasında oturacak ebced ve cifir hesapları yaparak, kelimelerin Süryanîcesini de göz önüne alıp şifreli-gizli bir şekilde kaside yazacak... Şüphesiz ki, bunlar mümkün değildir. Bu iddialar, Hz. Ali (r.a.)’ye atılmış birer iftiradır.

Sonra, kasidelerin büyük zatları övmek için yazıldıkları bilindiğine göre, Celcelutiye denen bu kaside kimi, kimin eserlerini övmek için yazılmıştır acaba?...

Bu kasideden bir-iki beyti aktaralım:

(...) Bisamsāmin tamtāmin ve yâ hayra bâzihin
Bimihrâşin mihrâşin bihi’n-nâru uhmidet

Biâcin âhûcin yâ ilâhî muhevvicin
Ve yâ celcelûtin bi’l-icâbeti helhelet

(...) Bihakki şemâhin eşmehin sellemet semet

(...) Binûri celâlin bâzihin ve şerantahin

(...) ‘Alâ risâleti’n-nûri ve a’tihe’l-kabûle bişelmehet

(...) Ebâzîha beyzûhin ve zeymûhin ba’dehâ
Hamârûhin yeşrûhin bişerhin teşemmehat

(...) Feyâ şemahsâyâ yâ şemahsâ ente şemlehā

(...) Tuheymefyâîlu bihi’l-kurbetu’ncelet...

Abdulkadir İnan, Hurafeler ve Menşeleri isimli eserinde demiştir ki:

Muska, tılsım kitapları incelendiğinde öyle anlamsız melek, cin, şeytan ve peygamber adlarına rastlarsınız ki, anlamlarını hiçbir dilde ve lügatte bulamazsınız.

İşte bunlara örnekler:

a) Melek adları:

Hımtıhılgıyail, Similhiyail, Hırhıyail, Sıfıryail,

b) Cin ve şeytan adları:

Hışıtışalkikuş, Keşikşeliğuş, Bihelhelşituş,

c) Peygamber adları:

Heryail, Tefyail, Beclail, Cerfiyail...

Yukarıda örneklerini verdiğimiz melâike, cin ve peygamber adlarına bakılınca bunların genellikle "İL" ile biten Yahudi adlarına benzediklerini görüyoruz. Sebebi ise; Şems’ül-Maarif yazarı Ahmed el-Bunî’nin, İspanya "KABBALİST"leriyle yakın ilişki kurması ve bu isimleri onlardan öğrenmiş olmasıdır.

Kabbalah; Yahudilerin mistik ve skolâstik felsefeleridir. Bu felsefeye göre Yahudi alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakamların mistik ve sihrî mahiyetleri vardır. Din kitaplarında zikredilen Tanrı adları ve sıfatlarını iyi kullanmak şartıyla, her türlü harika yaratmak mümkündür. Bu Kabbalah marifetleri nesilden nesle gizli bilgi olarak, seçkin çömezlere öğretildi. 13. yüzyıldan sonra kitap hâlinde yazılmaya başlandı. İspanya ve Güney Fransa’daki en cahil Yahudiler arasında yayıldı. İspanya Yahudilerinden de Müslümanlara geçti.

Bu satırları nakleden Erdil, Yaşayan Hurafeler isimli kitabında şöyle diyor:

Oysa yukarıda adları geçen melek, cin ve peygamber adlarının hiçbirisinin İslâmiyetle ilgisi yoktur. Cümlesi uydurma ve hayalî adlardır, hurafedir.

Celcelûtiye kasidesindeki "Samsam, Tamtam, Tuheymefyail..."in de bunlardan bir farkı olduğunu zannetmiyoruz. Celcelûtiye’de Süryanîce ifadelerin bolca yer almış olması, bu uydurma rivayette Yahudilerin de parmağı olduğunu akla getirmektedir.



4.1.1.1. İMAM GAZALÎ’NİN CELCELÛTİYE ŞERHİ

Malûm olsun ki: Celcelûtiye’nin esası ve ruhu olan "el-Kısmu’l-Câmiu ve’d-Da’vetu’ş-Şerîfetu ve’l-İsmu’l-A’zam" İmam-ı Ali Radıyallahü anhü’nün en mühim ve en müdakkik Üveysî bir şâkirdi ve İslâmiyetin en meşhur ve parlak bir hücceti olan İmam-ı Gazalî (R.A.) Hüccet-ül-İslâm diyor ki: "Onlar vahy ile Peygambere (A.S.M.) nazil olduğu vakit İmam-ı Ali’ye emretti: "Yaz". O yazdı. Sonra nazmetti." İmam-ı Gazalî diyor: Bunlar şeksiz dünya ve ahiret hazinelerinden bir hazinedir. İmam-ı Gazalî, İmam-ı Nureddin’den ders alarak bu Celcelûtiye’nin Süryanî kelimelerini, hem kıymetini ve hasiyetini şerhetmiş.



Said Nursî, Celcelûtiye’nin vahyen Hz. Peygamber’e inzal edildiği yönündeki iddiasına İmam Gazalî’yi de ortak kılmak istemiştir. Tâmmât ehlinin yorumları hakkında İmam Gazalî’nin görüşünü önceki bölümde nakletmiştik. O, bu konuda yine şöyle demiştir:

Tâmmât denen lüzumsuz sözler, şer'î sözleri anlaşılan manalarından alıp da, hiçbir faydası olmayan anlaşılmaz manalara nakletmektir. Bâtınîlerin tevil âdetleri gibi. Bu, İslam dininde haramdır ve zararı çok büyüktür. Çünkü, Sahib-i Şeriattan bir haber olmaksızın ve akıl delâletinin icap ettirdiği bir zaruret bulunmadan, lâfızların manalarını değiştirmek, sözlere olan itimadı çürütür. Allah Tealâ ve Peygamber kelâmının değeri kaybolur. Bunların iddiasına göre, anlaşılan manaya güvenmemek gerekir. Bâtın mana için bir kaide de yoktur. Herkesin uydurmasına göre ayrı ayrı tevcihlere gidilebilir. İşte bu da, İslâm dinine büyük zararı olan bid'atlerdendir. Bunun sâliklerinin gayesi, insan tabiatı garabete meylettiği ve bundan lezzet aldığı için, garip şeyler ortaya koymakla zahirini tevil ederek şeriatı yıkmak ve insanları kendi bâtın ve batıl inançlarına çevirmektir.

Bu görüşteki birinden, Said Nursî’nin naklettiği sözlerin sâdır olması mümkün değildir. Bu kasideyi şerh ettiği iddiası da kendisine atılan bir iftiradır. Nitekim:

Bazı eserler her ne kadar İmam Gazalî’ye nisbet edilmekteyseler de, ihtiva ettikleri bazı fikirler itibarıyla, onun kaleminden çıkmadıkları, yahut tahrife uğradığı hususunda kuvvetli şüpheler uyandırmaktadır. Gayeye erişmek için her vasıtayı mubah gören Bâtıniye taifesi, kitap uydurmakta ve tahrif etmekte şeytana parmak ısırtacak hünerler göstermişlerdir. (...) İmam Gazalî’ye nisbet edilen, fakat bozuk fikirler ihtiva eden bazı kitapların ve sahifelerin de bozuk mezhepliler ve dinsizler tarafından uydurulduğunu müdekkik âlimler beyan ediyorlar. Mevlâna Şıblî, Sırru’l-âlemin kitabı hakkında şunları yazıyor: "Bizce bu kitap şüphesiz düzmedir. Bunun yazılış şekli ve ifade tarzı Gazalî hazretlerinin yazı ve ifade üslubundan tamamen ayrıdır. Düzme eseri hazırlayanlar öyle bir hileye başvurmuşlar ki, yer yer İmamu’l-Harameyn’in ders verdiğinden ve hocalık yaptığından bahsetmişler ve akıllarınca -böyle yazmakla- bu kitabı İmam Gazalî’nin kitaplarından saydırmak için iyi bir tedbir olarak düşünmüşlerdir. Fakat onların bu tedbiri, kitabın düzmece olduğunu ispata yeterli bir delildir. Çünkü, Gazalî’nin âdeti, hocalarını ve şeyhlerini kitaplarında ismen zikretmemektir.

İmam Gazalî’ye isnat edilerek uydurulan kitaplardan birçok yazar bahsetmektedir.

Gazalî, böyle uyduruk kasidelere şerh değil, bilâkis Bâtıniye’yi ret kabilinden birçok kitap yazmıştır.

Büyük ve sevilmiş Müslümanlara söz uydurup yakıştıran müfteriler; bir de bu yalanlarından fayda uman aptallar, avamî toplumlardan rağbet gördükleri ve ahiretteki acı azapları unutur oldukları için tarihte çokça yaşamışlarıdır.

Said Nursî’nin İmam Gazalî’ye isnat ettiği Celcelutiye Şerhi’nden birkaç mısra nakledelim ki, bu şerhin ne menem bir şey olduğu görülsün:

،ﺏﻧﺎﺠ ﻞﻜ ﻥﻣ ﺭﺍﻮﻧﻻﺍ ﻲﺑ ﺖﻂﺎﺤﺍ
ﺖﻟﻋ ﺎﻧﺑ ﻡﻳﻆﻌﻠﺍ ﺎﻧﻴﻠﻮﻤ ﺔﺒﻳﻫﻮ

Bu beytin hâssası:

(Bu beyitten, iki dargın kimsenin barıştırılması veya başkasının sevgisini kazanmak için faydalanılır.)

a- İki hasmının arasını düzeltmeyi istemek,

b- Veya bir insanın kalbini sevgi ve muhabbetle kendine çevrilmesini istemek için kullanılır.

Barıştırılması istenilen iki hasmın adları ile birlikte bu beyit ile beraber şu:

ﺶ ﻮ ﻩ ﻩ ﺐ ﺲ ﺭ ﻩ ﺮ harfleri yazılır. İsimlerle beytin yazılmasından sonra; barışması istenilen kimsenin ismi söylenilerek:

ﻡﻛﻳﺪﻟ ﺎﻬﺘﻤﺭﺤﻮ ﻢﻜﻳﻠﻋ ﺎﻬﻗﺤﺑ ﺀﺎﻤﺴﻻﺍ ﻩﺫﻫ ﻡﺍﺪﺧ ﺎﻳ
ﺍﺫﻜ ﻮ ﺍﺫﻜ ﻰﻠﺍ ﺔﻧﻼﻓ ﻦﺑﺍ ﻥﻼﻓ ﺏﻠﻗ ﺍﻮﺟﻳﻫ ﻮ ﺍﻮﺑﻠﺟﺍ

"Ey bu isimlerin hüddâmı, bu isimlerin size karşı olan hakkı ve nezdinizdeki hürmet ve saygısı için filânca kadının oğlu filanca kişinin kalbini şu ve şu şeye doğru heyecanlandırarak çekiniz." der. Ve bu nüshayı başının üzerinde taşırsa istenilen kimsenin kalbi ve hatırı Allah’ın izni ile isteyene doğru sevgi ve muhabbetle çekilip gider.

،ﻖﺭﺷﻤ ﺔﺿﻴﻓ ﺭﺍﻮﻧﻻﺍ ﻥﻣ ﻲﻠ ﺽﻓﺍ
ﺖﻓﻂﻳﻂﺒ ﻰﺑﻟﻗ ﺖﻴﻤ ﻰﺣﺍﻮ ﻰﻠﻋ

Bu beytin hâssaları:

Kim bu beyti Cuma namazı vaktinde yazar ve bir de şu:

ﻅﻯﻒﺡﻩﺍﻩﺍ ﻕﺴﻌﻣﺤ ﻪﺑﺪﻮﻤﻧ ﻯﺪﻮﺎﻓﺻ ﺪﻴﻬﺸ ٢٧٣ صﺮﻮﺍﺐ ﺲﺭ ﻩﺮ isimlerle beraber yandaki şu vefki yazarak sağ kolunda taşıyan kimse cepheye ve harp sahasına vardığı zaman ona Allah’ın izni ile düşmanın kılıcı, mızrakı, ne oku ve ne de herhangi bir silahı isabet etmez.

١١٢٤ ١١٢٧ ١١٣٠ ١١١٧
١١٢٩ ١١١٨ ١١٢٣ ١١٢٨
١١١٩ ١١٣٢ ١١٢٥ ١١٣٢
١١٢٦ ١١٢١ ١١٢٠ ١١١٣

ﺔﻤﺣﺭ ﺔﺑﺻ ﻖﺯﺮﻠﺍ ﻰﻠﻋ ﺏﺻﻮ
ﺖﻐﻂﻮﻠﻮ ﻦﻴﻤﻠﺎﻌﻠﺍ ﺀﺎﺠﺭ ﺕﻧﺎﻓ

Bu beyti 28 defa okuyan kimseye yüce Allah bilmediği ve düşünmediği yerlerden rızık ve hayırlı şeyler gönderir, onu kimseye muhtaç etmez. Bu beyti okuyan tüccarsa Allah onun alışını verişini, alıp vermesini kolaylaştırır, malına bereket ihsan eder.

Bu beyti güzelce okuyamayan kişi bir defa yazarak, öd ağacı ile tütsü yapar ve karada, denizde, seferde ve hazarda uyku ve uyanıklık halinde şu vefkle birlikte yanında taşırsa zikredilen şeylere nail olur.

Vefk-i şerîfin şekli şöyledir:

١٣٥٤ ١٣٥٩ ١٣٥٢
١٣٥٣ ١٣٥٥ ١٣٥٧
١٣٥٨ ١٣٥١ ١٣٥١

Bu ifade tarzını Said Nursî’nin de benimsediği görülmektedir; zira o, yukarıdaki ifadelerin benzerini "Cevşen" için kullanmıştır.

Said Nursî, Celcelutiye’nin kendisi ve risaleleri için yazıldığına öylesine inanmaktadır ki, "Elbette Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) böyle bütün işarî mânaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa -Celcelûtiye vahy olmak cihetiyle- hakikî sahibi Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) üstadı olan Peygamberi Zîşân’ın (A.S.M.) külli teveccühü ve üstadının Üstad-ı Zülcelâlinin ihâtalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır." diyecek kadar cür'etkârdır. Bu cümlede açıkça Allah’a iftira edilmektedir. Hz. Peygamber de iftiraya maruz kalmıştır. Faraza, bu uyduruk metinlerin Said Nursî’nin iddia ettiği gibi vahiy olduğunu kabul edelim. Bu durumda, bu metni Cenab-ı Hak vahyetmiş; Cebrail indirmiş; Hz. Muhammed Hz. Ali’ye hasretmiştir. Hz. Ali’nin vahiydeki bütün bu işarî manaları irade edecek küllî bir teveccühü bulunmadığına ve bu işarî manaları çözüp gösteren Said Nursî olduğuna göre; Said Nursî, bu vahyi -onca övgüsüne rağmen- Hz. Ali’den daha iyi anlamış demektir.

Yine bu durumda, Hz. Ali ne söylediğinin farkında değildir. Yazdıklarının ne anlama geldiğini bilmez. Aslında, Allah ve Peygamberi tarafından kullanıldığını da bilmeyen bir aymazdır. Hâşâ, sümme hâşâ!

Nur Risaleleri’nden aktardıklarımız iyice incelendiğinde, bu iddiaların şatahatı bile geride bıraktığı ve artık gülünç olduğu görülecektir.

Said Nursî bütün bu anlattıklarının acayip değil, lâzım olduğunu söyleyecek kadar da işi ileri götürmüştür:

Ben üveysî bir tarzda bir kısım ilm-i hakikatı Hüccet-ül-İslâm olan İmam-ı Gazalî (K.S.) den almıştım. Şimdi anlıyorum ki: İmam-ı Gazalî (K.S.) aynı dersi üveysî bir tarzda İmam-ı Ali (K.S.) dan almıştır. Demek İmam-ı Ali (R.A.) ın mühim bir şakirdi olan İmam-ı Gazalî (K.S.) nin başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârane, tesellidarâne en sıkıntılı bir zamanda bakması acib değil, belki lâzımdır ve öyle olmak gerektir. Risale-i Nur’a üç fıkrasında kuvvetli işaret eden Hz. Ali (R.A.) nin kaside-i Celcelûtiyesinin hiçbir cihetle tesadüfe hamledilemez.

Biz işin dinî boyutunu -elimizden geldiği kadarıyla- inceledik. Artık bundan sonrasıyla ruh hekimleri ilgilensin...



4.2. "SEKİNE" SAHİFESİNİN VAHYİ (?)

Hz. Cebrail’in, Alâ Nebiyyina (A.S.M.) huzur-u Nebevîde getirip Hz. Ali’ye Sekine namıyla bir sahifede yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali’ (R.A.) ın kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: "Ben Cebrail’in şahsını yalnız alâim-üs-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sahifeyi aldım, bu isimleri buldum."



Said Nursî; uydurulmuş, düzülmüş metinleri vahye izafe etmeye oldukça meraklıdır. O, bir şeyin vahiy olup olmadığı konusunda ilmî disiplinden ve ciddiyetten o kadar uzaktır ki, işine gelen her metni vahiy diye takdim etmeye hazırdır. Ne üdüğü belirsiz bu sahife nerededir? Kim rivayet etmiştir? Sünnetin neresinde yer alır?

Hz. Peygamber’e vahiy olarak gökten, yazılmış hiçbir metnin inmediği Müslümanlarca bilinen ve üzerinde ittifak edilen bir konu iken, bu öyle bir uydurmadır ki, içinde hem vahye, hem vahyedene, hem de vahyedilene karşı saygının kırıntısı bile yoktur. Vahyin tek muhatabı Hz. Peygamber olduğu hâlde, hem de onun huzurunda, getirdiği yazılı bir vahiy metnini Cebrail (a.s.)’e Hz. Peygamber’in değil de Hz. Ali’nin kucağına düşürttüren bu uydurukçuların alçaklıkları ve hain ve pis emelleri o kadar barizdir ki, Hz. Ali’nin değil Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamber olduğuna inanan her Müslümanın bunu fark etmesi gerekir. Allah, bu kezzap ve deccalları kahretsin!

Böylece Said Nursî’nin; adları Bâtınî, Rafızî, Hurufî, Karmatî kardeşlerinden sonra Gurabî adında bir kardeşi daha olduğunu öğrenmiş olduk...

Evet, Said Nursî’nin bu sözleri onun bir Şiî, üstelik Gulâttan bir Şiî olduğunun en açık göstergesidir. Bu fırkaya Gulât denmesi, Hz. Ali konusunda aşırılığa gitmelerindendir. Ona bir taraftan ulûhiyet, bir taraftan nübüvvet ve bir taraftan da nübüvvette ortaklık nisbet etmektedirler.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"(...) Bilgisizce, sırf insanları saptırmak için Allah’a yalan isnat eden kimseden daha zalim kim olabilir? Allah, şüphesiz, zalim kimselere hidayet etmez."

Sekine; huzur, sekinet, ferahlık, kalp rahatlığı, mutmain olma, yatışma, kalbi tatmin ve teskin edici husus, sebat anlamlarını taşımaktadır.

Allah Tealâ, "sekine"yi sahife olarak değil, hicret sırasında Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) Sevr mağarasına sığındıklarında Hz. Ebu Bekir’in kalbine indirmiştir:

"Eğer siz, ona yardım etmezseniz, (bilin ki) kâfirler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, bizzat Allah ona yardım etmişti. O ikisi mağarada iken arkadaşına 'Tasalanıp üzülme! Allah, bizimle beraberdir.' demişti. Allah da, onu üzerine sekinetini indirdi; onu, görmediğiniz ordularla destekledi ve kâfirlerin sözünü ise alçalttı. Zira yüce olan, ancak Allah’ın sözüdür. Allah, aziz ve hakimdir."

Cenab-ı Hak, "Allah, onun üzerine sekinetini indirdi" buyurmuştur. Bu ifadedeki "aleyhi (onun üzerine)" zamiri, Hz. Ebu Bekir’e racidir.

Allah Tealâ, Kur'an’da Hz. Ebu Bekir’in kalbine "sekinetini indirdiğini" beyan edince, Şiîler buna mukabele olmak üzere; Cebrail (a.s.)’in, "Sekine" sahifesini Hz. Ali (r.a.)’ye indirdiği yalanını uydurmuşlardır.

Sekinetin müminlere de indirildiğini belirten ayetler ve hadisler vardır.



(...) Sonra İmam-ı Ali (R.A.) Sekine ile meşgul olan Said’e (R.A.) bakar, konuşur; akabinde ﻥﺎﻣﺯﻠﺍ ﻙﻟﺬﻟ ًﺎﻛﺭﺩﻣ ﺎﻳ der. İki-üç yerde kuvvetli işaret ile Said (R.A.) ismini verdiği şâkirdine hitaben "Kendini Sekine ile dua edip muhafazaya çalış." "Yâ"-i nidâî’den sonra müteaddit karineler ve emâreler ile Said var. Demek ya Said (R.A.) ﻥﺎﻣﺯﻠﺍ ﻙﻟﺬﻟ ًﺎﻛﺭﺩﻣ olur. Bu fıkra nasılki ًﺎﻛﺭﺩﻣ kelimesiyle "Elkürdî" lâkabına hem lâfzan hem cifren bakar. Çünkü mimsiz ًﺎﻛﺭﺩ Kürd kalbidir. Mim ise, "lâm" ve "yâ" ye tam muvafıktır. Öyle de: Diğer bir ismi olan Bediüzzaman lâkabına dahi "ezzaman" kelimesiyle îma etmekle beraber bin üçyüz ellidört (1354) veya, bin üçyüz ellibeş (1355) makam-ı cifrîsiyle Said’in (R.A.) hakikat-ı hâlini ve hilâf-ı âdet vaziyetini ve hıfz u vikaye için kesretli duasını ve halvet ve inzivasını tamamiyle tâbir ve ifade ettiğinden sarahata yakın bir surette parmağını O’nun başına ve o Kasidede teselli için basıyor. Ve burada da "bihi’n-nâru uhmidet" sırrına mazhar olan Risale-i Nur’u alkışlıyor.

Said Nursî, bu Sekine sahifesiyle o kadar meşguldür ki, hülyalara daldığı bir sırada okuduğu "müdriken lizâlike’z-zemâni" fıkrasına, kendi matmah-ı nazarı çerçevesinde getirdiği yorum, artık ancak gülünecek ve sahibinin hâline acınacak bir boyut almıştır. Şöyle ki:

Fıkrada yer alan "ًﺎﻛﺭﺩﻣ" kelimesindeki "mim" harfi kaldırılır, "ًﺎﻛﺭﺩ" sözcüğü elde edilir. "ًﺎﻛﺭﺩ" kelimesi kalbedilir, yani geri döndürülüp çevrilir, daha doğrusu tersinden okunur. Böylece "ﺩﺭﻛ -Kürd" kelimesi elde edilir. Bitmedi, devam! Kaldırılan "mim", "lâm" ve "ya"ya tam denk olduğuna göre "lâm" olarak "kef"in önüne gider. Oldu mu size "ﺩﺭﻛﻠ"; "ya" olarak da "dal"ın arkasına gider. Şimdi oldu "ﻯﺩﺭﻛﻠ". "ًﺎﻛﺭﺩﻣ"in sonundaki "elif" de başa alınınca, "ﻯﺩﺭﻛﻠﺍ"yi bulduk demektir... "Yâ"-i nidâî’den sonra müteaddit karineler ve emâreler ile Said var. Yani, "yâ" seslenme ünleminden sonra çeşitli şekillerde (?) "Said" var. Ne oldu? "ﻥﺎﻣﺯﻠﺍ ﻙﻟﺬﻟ ًﺎﻛﺭﺩﻣ ﺩﻳﻌﺴ ﺎﻳ" oldu. E, hem ismi Said, hem Kürt, hem de lâkabı Said-i Kürdî olan kim? Tabiî ki, Said Nursî... Demek ki; Hz. Ali, Said Nursî’ye hitaben "Ya Said! Sekine ile dua et, kendini korumaya çalış." demiştir!... Ayrıca; belki aynı isimde, başka bir Kürt daha olabilir. Karıştırmasınlar diye, yine aynı fıkrada "ez-Zemân" kelimesi de kullanılmış. Çünkü, Said Nursî’nin diğer bir lâkabı da "Bediüzzaman"dır. Binaenaleyh; Hz. Ali, Said Nursî’yi teselli etmiştir ve Nur Risaleleri’ni alkışlamıştır!... Vay anam vay!

Biz, bunu Nur Risaleleri’ndeki çıkarsamaların nasıl elde edildiğini göstermesi için inceledik. Nur Risaleleri’ndeki ebcedî ve cifrî çıkarsamaların, tek tek ele alındığında buradakinden daha gülünç ve megaloman sahibine acınası olduğu görülecektir...

Muhsin Abdülhamid, bizim bu çıkarsamalar ve Said Nursî için diyeceklerimizi, İslâm’a Yönelen Yıkıcı Hareketler adlı eserinde, Bahaîliğin önderlerinden biri olan Mirza Hüseyin Ali ve el-İkân adındaki kitabında yer alan ve Said Nursî’nin yukarıda zikrettiğimiz tevillerine benzeyen teviller için demiştir:

İnsan böyle batıl tevilleri okurken, zihnine sürülerle istifham alâmetleri doluyor. Akıllı bir adamın, bu gibi boş lâflar söylemesi mümkün müdür? (...) Allah Tealâ insana akıl vermiştir. Varlığı düşünsün, saadeti elde edecek usûl ve kaideler koysun, ferdî ve içtimaî hayatında kendini anarşiye kaptırmasın diye Allah kendi katında onu diğer yaratıklardan üstün tutmuştur. O hâlde, insan nasıl aklını atar da fikrini bu cins vehimlere yorar? Aklını beğendikten sonra nasıl bu duruma düşer? Muayyen şartlar altında akıllarını yitirmiş cahillerden bir grup bulduğu zaman böyle rezilcesine nasıl eğlenir?

Bu dünyada, kendi aklına saygı gösteren ve saçma sözlere razı olmayan kimselerin mevcut olduğunu görüp durduğu hâlde bunu nasıl yapar?

Bu tevilleri okurken bu fikirler beynime hücum ediyordu. Hayır, ben tevilleri değil, lâfızlarla oynamanın şeklini, akıllarla eğlenmenin, bıyık altından gülmenin nasıl olduğunu okuyordum.

Abdülhamid şöyle devam eder:

Ondan önce bu mevzuda birçok Bâtınî gruplar, mutasavvıflar içinde fenâya inanan, insanı güldürecek şeyler söyleyen, yakıp mahvedici alay mevzuları saçan hulûlcü ve mutaassıp mistikler gelip geçmiştir. Eskiden dendiği gibi, en kötü belâ güldürücü olandır.



4.3. KERAMET-İ GAVSİYE (?)

Said Nursî ve Nur Risaleleri hakkında verilen bunca haberin (!) yanı sıra daha başka haberler de (!) vardır. Bunların en yoğun olanı "Keramet-i Gavsiye" adıyla takdim edilen Şeyh Abdülkadir Geylânî’nin haberleridir. Bu kez, Şeyh Geylânî sadece Said Nursî’ye işaret etmekle yetinmez, onun talebelerine de işaret eder! İmam Gazalî, Bahauddin Nakşibend, Ahmed-i Farukî ve Osman-ı Halidî de Said Nursî’yi haber veren, ona işaret eden zevattandır!...

(...) Risale-i Nur mev'id-i Ahmedî (A.S.M.) ve müjde-i Haydarî (R.A.) ve beşaret ve teavün-ü Gavsî (K.S.) ve tavsiye-i Gazalî (K.S.) ve ihbar-ı Fârukî (K.S.) dir.
"Evrad-ı Bahaiye"de bir sahifede ve uzun altı buçuk satırında, ondokuz def'a "nur nur nur" kelimeleri... Kat'î kanaatım geldi ki "Şâh-ı Nakşibend", "Gavs-ı A’zam" gibi Risale-i Nuru ve kudsî hizmetini keşfen müşahede edip tahsinkârane haber vererek ona işaret ediyorlar.

Şeyh-i Geylânî kasidesinde "teîşu saîden" ismini sarahatle haber vermekle beraber, maişet hususunda izzet ve saadetle geçineceğini haber veriyor. (...)

Aynı satırın başında "ve kün kādiriyyu’l-vakti" fıkrasiyle o müridine diyor ki: "Vaktin Abdülkâdiriîsi ol." Bu "kādirî" kelimatı, hesab-ı ebcedî ile üçyüz yirmi beş eder. Üstadımızın lâkabı "Nursî" olduğu cihetle, "Nursî"nin makam-ı ebcedîsini üçyüz yirmi altı ediyor. Bir tek fark var. O tek eliftir. Bin mânasında "elf"e remzeder. Demek bin üçyüz yirmi beşte Şeyh-i Geylânî’ye mensup bir zat, Şeyh-i Geylânî tarzında hakikat-ı Kur'aniyeyi müdafaa etmeye çalışacak, hakikaten üstadımız bin üçyüz yirmialtı senesinde mücahede-i mâneviyeye atılmıştır.

Onun iki ismi var: "Said", "Bediüzzaman." Bu iki ismin mecmuunun makam-ı ebcedîsi "Ez-zaman"daki şedde sayılmazsa üçyüz yirmi dokuz ediyor. İki "dal" bir sayılsa üçyüz yirmi beş, aynen "kün kādiriyyu’l-vakti" deki muhatab o olmasına işaret ediyor, belki delâlet ediyor.

"ene limürîdî" fıkrasında "mürîdî" "Molla Said" kelimesine tam tevafuk ediyor. Yalnız bir elif fark var. Elif ise, kaide-i Sarfiyece "elfün" okunur. Elfin ise, bindir. Demek bin ikiyüz doksan dörtte dünyaya gelecek bir müridi, bu "muridî" lâfzında muraddır. Çünkü "limurîdî" de lâm sayılsa ikiyüz doksan dört eder ki, bir tek fark ile Saidin tarih-i velâdetine tevafuk eder. (...)

Şu zamanda dellâl-ı Kur'an ve hâdim-i Fürkan olan o zatın iki ismi ve iki lâkabı var. "Elkürdî" lâkabı ile "Molla Said" ismi, "ene limürîdî" fıkrasında zâhir görünüyor. "Nursî" lâkabiyle "Bediüzzaman Said" ismi "kün kādiriyyu’l-vakti" fıkrasında âşikâr görünüyor. Hattâ hizmet-i Kur'aniyede en mühim bir arkadaşı ve hâlis bir talebesi olan Hulûsi Beye "lillâhi muhlisan teîşu saîden sâdıkan bimuhabbeti" fıkrasında işaret olduğu gibi, diğer bir kısım talebelerine de işaretler var.

"feyâ münşiden nazmî fekulhu ve lâ tehaf" fıkrasının meâl-i gaybîsi şudur ki: "yâ müellifu risâleti’n-nûri câhid bihâ fekul ve lâ tehaf" yâni: "Yâ Risalet-ün-Nur ve Sözler sahibi! Bana bak. Gafil davranma. Bin üçyüz otuz ikide mücahedeye başla; Sözleri korkma yaz, söyle!" Filhakika Said Hazret-i Gavs-ı Geylânî’nin şu vasiyetini ve emrini imtisal ederek envâr-ı Kur'âniyeyi neşretmiş.

"vekün kādiriyyu’l-vakti lillâhi muhlisan  teîşu saîden sâdıkan bimuhabbetî"

İlm-i Cifirle Mânası:

"Ey Said! Sen, zamanın Abdülkadiri ol, ihlâs-ı tâmmı kazan, fakrinle beraber maişetini düşünme, nâsdan minnet alma, ismin "Said" olduğu gibi maişette de mes'ud olacaksın! Muhabbetimde sadık olduğundan ve ihlâsa çalıştığından, Hulûsi gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sâdık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddi müştak talebeler size verilmiş." Evet, Lillâhilhamd, Gavs’ın sarahat derecesinde ihbar ettiği hal vuku bulmuştur. (...)

"ene limürîdî hâfızan mâ yehâfuhu  ve ahrusuhu fî külli şerrin ve fitnetin"

İlm-i Cifirle Mânası:

"On dördüncü asırda "El-Kürdî" lâkabiyle yâdedilen Molla Said, benim müridimdir. O fitne ve belâ asrının her şer ve fitnesinden, Allah’ın izniyle ve havl-i kuvvetiyle onun muhafızıyım." Evet Hürriyetten yirmi-otuz sene sonraya kadar, yirmi fitne-i azîme içinde fevkalâde bir surette Gavs’ın o müridi mahfuz kalmıştır. Korktuğu şer ve mehâlikten bir hıfz-ı gaybî ile kurtulmuştur.

"mürîdî izâ mâ kâne şarkan ve mağriben  eğishu izâ mâ sârifî eyyi beldetin"

İlm-i Cifirle Mânası:

"O Gavs’ın müridi olan Said-ül-Kürdî, Rusya’da esaretle Asyanın şark-ı şimalîsinde ve ehl-i bid'anın eliyle Asyanın garbına nefyolunarak kaldığı mikdarca ve Sibirya taraflarından firar edip fevkalâde çok bilâdı seyr ü seyahat etmeye mecbur olduğu zaman, Allah’ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbanî ile ona imdad etmişim ve istimdadına yetişmişim." Evet Hazret-i Gavs’ın müridi ünvaniyle Said (R.A.), üç sene esaretle Asyanın şark-ı şimâlîsinde mehâlik içinde mahfuz kalıp, üç-dört aylık mesafeyi firar suretiyle kat' ederek çok şehirleri gezip Gavs’ın dediği gibi mahfuz kalmıştır.

"feyâ münşiden nazmî fekulhu ve lâ tehaf  feinneke mahrûsun biayni’l-inâyeti"

İlm-i Cifirle Mânası:

"Bediüzzaman Molla Said" namiyle yâdolunan ve evrad-ı muntazamasını okuyan müridine der ki: "Benim nazmımı, yâni meslek ve meşrebimi ve mücâhedatımı gösteren makalâtımı söyle; yâni nazmımdan murad, senin risalelerin ve Sözlerin ve Mektubatındır. Bin üçyüz otuz ikide o Sözler ile mücadeleye başla. Sen inayet-i İlâhiyyenin hıfzındasın."

Evet, "münşiden" İlm-i Cifirle "Molla Said"i gösterdiği gibi "nazmî" ile Risalet-ün-Nuru gösterir. Ve "zâ" ile hem Mektubat’ı hem "mî" "kelimâtu saîdi’l-kürdî" gösterir. "Kelimat" Sözler demektir.

"fekulhu ve lâ tehaf" bin üçyüz otuz ikiyi gösterir. O tarih, mebde-i cihadıdır. O tarihte "İşârat-ül-İ’caz Tefsiri"nin neşriyle mücahedeye başlamış.

"tevessel binâ fî külli hevlin ve şiddetin  eğîsuke fi’l-eşyâi bihimmetî"

İlm-i Cifirle mânası: "Yâ Said!.. Ahirzamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşaallah, senin her şeyinde ve her işinde uzun bir zamanda, yani tufûliyet zamanından, tâ ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar... yâni, bin ikiyüz doksan dörtten, tâ, bin üçyüz kırkbeş, belki altmış dörde, daha ziyade bir zamana kadar Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim."

Nurun fevkalâde has şâkirdleri, "Sikke-i Gaybiye" müştemilâtiyle, o evliyayı meşhûreden, kırk günde bir def'a ekmek yeyip kırk gün yemeyen Osman-ı Hâlidî’nin sarih ihbarı ve evlâdlarına vasiyeti ile ve Isparta’nın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden Topal Şükrü’nün zâhir haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı dava edip, fakat iki iltibas içinde bu bîçâre, ehemmiyetsiz kardeşleri Said’e bin derece ziyade hisse vermişler. On senedenberi kanaatlarını tâdile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlarında ileri gidiyorlar. Evet onlar, Onsekizinci Mektup’taki iki ehl-i kalb çobanın macerası gibi, hak bir hakikatı görmüşler, fakat tâbire muhtaçtır. O hakikat da şudur:

Ümmetin beklediği, âhir zamanda gelecek zâtın (Hz. Mehdî’nin) üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan îman-ı tahkikîyi neşr ve ehl-i îmanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmiha Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, gelecek o zâtın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatdan anlaşılıyor ki; sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşr ve tatbik edecek. O zâtın ikinci vazifesi, Şeriat’ı icra ve tatbik etmektir. (...)

RİSALE-İ NUR’UN MAKBULİYETİNE İMZA BASAN VE GAYBİ İŞARETLERLE ONDAN HABER VEREN SEKİZ PARÇADAN BİRİNCİ PARÇADIR.

Aynı mes'eleye bu birinci risalede yirmidokuz işaret var. Sair parçalarla beraber bine yakın işaretler, remizler, imalar, emareler; aynı mes'eleye, aynı dâvaya ittifakla bakmaları, sarahat derecesindedir. Vahdet-i mes'ele cihetiyle, o emareler birbirine kuvvet verir, te'yid eder. O sekizden üç tanesi, İmam-ı Ali’nin (R.A.) üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber vermiş. (...)

Isparta’nın saf menâbi-i ilmiyesinden bir zat ki, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşiyye rüesâsından ve bin ikiyüz doksaniki veya bin ikiyüz doksanüç arasında dâr-ı bekaya teşrif buyuran Beşkazalızade Osman-ı Hâlidî Hazretleri, meslek-i ilmiye ve ameliyesiyle alâkadarane keşfiyat ve hâdisatını bir hüccet-i katıa gibi vârislerine vasiyet ve mahz-ı tebşiratlarını şöylece tevarüs eylemiştir. Hattâ Üstad-ı muhteremimizin tevellüdüne tam isabetli olarak tarih-i mezkûrda "İmânı kurtaran bir müceddid çıkacak, o da bu sene tevellüd etmiş," demiş. Bundan başka, dört evlâdından birisinin o zat ile müşerref ve mülâkî olacağını ilâve etmiştir.

Risale-i Nur’un bu fevkalâde galebesi ve hârikulâde perde altında tenviratı ve düşmanlarını mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki, o mevkiine lâyıktır ki, kablel-vuku’ İmam-ı Ali (R.A.) ve Gavs-ı Âzam (K.S.) ondan haber verdikleri gibi, bunlar; köy ve nahiye ve vilâyetim, benimle beraber şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur olmuşlar. Sizi, eski talebelerim ve eski arkadaşlarım ve kardeşim ve birader-zâdem Abdülmecid ve Abdurrahmanlar bildiğimden, bu mahrem sırrı size açtım.

Evet, "Ben, yirmidört saat evvel, hassasiyetimle ve a’sâbımın rutubetten te'siriyle rahmet ve yağmurun gelmesini hissettiğim gibi; aynen öyle de, ben ve köyüm ve nahiyem, kırkdört sene evvel, Risale-i Nur’daki rahmet yağmurunu bir hiss-i kablelvuku’ ile hissetmişiz" demektir.

İmam-ı Ali (R.A.), Şah-ı Geylânî (RA), Sekizinci, On Sekizinci, Yirmi Sekizinci Lem'alar ile Sekizinci Şua ile keramât-ı evliya hak olduğunu ve yerde iken Arş-ı Azamı müşahede ettiklerini Risale-i Nur beyan etmiş. Hem umum müçtehidler, "mütekkellimînden birisi gelecek hakaik-ı imaniyeyi ve bütün mesâili vâzih bir surette beyan edecek" diye müjdelerini, Risale-i Nur, hâdisat-ı âlem ile isbat etmiş. Hem bütün her asırda gelen meb'uslar, veliler keşfiyatlarında, "birisi gelecek, şarktan bir nur zuhur edecek" diye Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini ve üstadımın şahs-ı mânevisini ve talebelerinin şahs-ı mânevisini görüp, bütün Ümmet-i Muhammed’e (ASM) Risale-i Nurun faziletini ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberî ile bütün ümmet virdlerinde azab-ı kabirden ve âhirzamanda gelecek fitneden, deccâlın şerrinden istiaze etmelerini ve yapacağı maddî ve manevî tahribatını Risale-i Nur tamir yaptığını görmüşler. Müjdeler, beşâretler, işâretler, remizler ile haber verdiklerini, Risale-i Nur, Eskişehir, Denizli, Afyon, İstanbul gibi hâdisât-ı âlem ile göstermiş...

Elhâsıl: Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zât, Risale-i Nur imiş. Hatta Üstadın kendisi de bir zaman böyle bir zâtın geleceğine muntazır imiş.

Âyet-ül-Kübrâ’nın üçüncü menzilinin başında, Ahmed-i Farukî Risale-i Nur hakkında demiş ki: "Mütekellimînden biri gelecek, bütün hakâik-ı îmaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan ve isbat edecek." Zaman isbat etti ki; o adam, adam değil belki Risale-i Nur’dur. Ehl-i keşf Risale-i Nur’u, ehemmiyetsiz olan tercümanı suretinde keşiflerinde müşahede etmişler, bir adam demişler.

(...) Hazret-i Şeyh (K.S.) sırrına mazhar olduğu, esmâ ve cilvesine mazhar olduğu levh-i mahfuz ve lûtfuna mazhar olduğu Cenâb-ı Hâlıkın bildirmesiyle, sekiz asır sonra kendisiyle tevafuk eden bir hâdim-i Kur'anı görüp ve tasdik etmekle haber vermesi, hak ve ayn-ı hakikattır.

(...) Nur Risalelerini, değil Hazret-i Şeyh (K.S.) altıncı asırdan ondördüncü asırda görmesi, (Kütüb-ü sâbıkada remzen ve Hazret-i Kur'an’da sarahaten göstermeleri, o kitab-ı mübarekin şe'nindendir) diyebileceğim.



4.4. GAYB MESELESİ

Nur Risaleleri’nden yaptığımız bu alıntılardan, evliyanın gaybı bildiği sonucu çıkmaktadır. Nitekim, bu kanaat Nur Risaleleri’nde açık olarak belirtilmiştir:

Madem Hz. Ali (R.A.) "ene medînetu’l-‘ilmi ve ‘aliyyun bâbuhâ" hadisine mazhardır. Hem madem Şah-ı Velayet ünvanını alarak harika kerametlerini göstermiştir. Hem ahir zamanda gelen hadiselere karşı Kur'an ve Al-i Beyt cihetinde herkesten ziyade alâkadardır. Hem madem esrarlı Kaside-i Ercüziyede ve meşhur Kaside-i Celcelûtiyesinde vâkıat-ı istikbaliyeden haber veriyor. Ve "esrar-ı gaybiyeyi benden sorunuz" diye iddia ederek kısmen davasını ihbarat-i sadıka-i gaybiye ile isbat etmiştir. (...)

(...) (Hz. Ali) diyor ki:

"evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur"

İmam-ı Ali’nin bir kısım sırları ve gaybî haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda İmam-ı Ali’nin (R.A.) Âyet-ül-Kübrâ namını verdiği "Yedinci Şuâ"yı bitirdiğim aynı vakitte -îtikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak- geceleyin Celcelûtiyeyi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi: İmam-ı Ali (R.A.), Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verildiği gibi kıymetdâr risalelerine de işaret derecesinde remzedip îmâ ediyor. Eğer sarih bir surette gaybdan haber vermek (çok zararları bulunduğundan hikmete münafi olduğu cihetle) hikmet-i İlâhiye tarafından yasak olmasa idi tasrih edecekti.

"Ne isterseniz benden sorunuz, haber vereyim size. Sorun bana mazîden, halden ve istikbalden!" diye ashâb-ı izâm arasında, kendini âleme ilân eden ve her müşkülü izah ve beyan ve "ene medînetu’l-‘ilmi ve ‘aliyyun bâbuhâ" Hadîs-i Şerifini isbat ve ayan eden nâşir-i ilim ve vâkıf-ı esrar-ı Kur'ân Cenab-ı Hazret-i Haydar (...)

Sual: Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bâzı evkatta, mâzi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden mâziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da, istikbalden hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?

Elcevap: "lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu" âyetiyle,

"‘âlimu’l-gaybi felâ yuzhiru ‘alâ gaybihî ehaden  illâ meni’rtezâ min rasûlin..."

âyetini ifade ettikleri kudsî yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb takınmak için, tasrihden işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlâhî ile olmuştur. Çünkü istikbâlî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi; niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itâati işmam ediyor.

Ehl-i Hak geçmişte olanı, gönüllerinde bir kitap gibi okurlar, hâl ve gelecek hepsi aynı şekilde, onların derûnundadır.

Gördüklerini ve söylediklerini (onlara) Allah öğretiyor, (onlar), Hakk’ın mükemmel ve ölçülü kudreti ve âletidirler. (...)

Bu sırrı, Ehl-i velâyetten her zaman görürsün, gelecekten ve hâlden haber vermişlerdir.

"lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu" düstüruna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki, medar-ı teklif ve hakaik-ı îmaniyeden başka olan umur-u gaybiyeden izn-i Rabbanî ile haber verenler dahi, yalnız işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbar etmişler.



Gayb ile ilgili teknik açıklamalara girmeden, ayet-i kerimelerden bazılarının meallerini vermekle yetineceğiz:

• GAYBI TÜMÜYLE BİLEN YALNIZ ALLAH’TIR

"Gaybın anahtarları onun yanındadır, onları ondan başkası bilmez. (...)"

"(...) De ki: 'Gayb yalnızca Allah’ındır (gaybı bilen odur).' (...)"

"Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. (...)"

"De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez. (...)"

• GEÇMİŞ(İN BİRÇOĞU) VE GELECEK GAYBTIR

"Bunlar sana vahyettiğimiz, gayba ait haberlerdendir. Onlardan hangisi Meryem’i sorumluluğuna alacak diye kalemleriyle kur'a atarlarken sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin."

"Bunlar (Nuh ve kavminin kıssası) sana vahyettiğimiz gayba ait haberlerdendir. Ne sen ne de kavmin daha önce bunları biliyordunuz. (...)"

"İşte sana vahyettiğimiz bu (Yusuf kıssası), gayba ait haberlerdendir. Onlar (Yusuf’un kardeşleri) yapacakları işe topluca karar verip, o hileli düzeni kurarlarken sen yanlarında değildin."

"Musa’ya o işi yaptığımız (kendisine bildirmek istediğimiz işi ona vahyettiğimiz) vakit sen (Mukaddes Vadinin) batı tarafında değildin, (o hadiseyi) görenlerden de değildin. Fakat biz (Musa’dan sonra) birçok nesiller yarattık da onların üzerinden uzun zaman geçti. Sen Medyen halkı arasında oturmuş da değildin ki (orada olanları görüp öğrenesin de) ayetlerimizi bunlara okuyasın. (Bu, bir yerden görme, öğrenme ile değildir, fakat) biz seni elçi olarak gönderdik (ve bu olayları sana vahyettik). (Musa’ya) seslendiğimiz zaman Tur’un yanında değildin. Fakat, Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik) ki, senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan toplumu uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar."

"(...) Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah (her şeyi) bilen, (her şeyden) haberi olandır."

• HZ. PEYGAMBER DAHİ GAYBI BİLMEZ

"De ki: 'Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana tâbi oluyorum.' (...)"

"De ki: 'Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda ve ne de bir zarar vermeye sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır elde ederdim ve bana hiç bir kötülük de dokunmazdı. Oysa ben, inanan kimseler için ancak bir uyarıcı ve bir müjdeciyim."

"Ben size 'Allah’ın hazineleri yanımdadır' demiyorum. Gaybı da bilmem, size 'ben meleğim' de demiyorum. (...)"

• ALLAH, GAYBTAN DİLEDİĞİ KADARINI, SADECE DİLEDİĞİ PEYGAMBERİNE BİLDİRİR

"(...) Allah sizi gayba muttali kılacak da değildir; ancak Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer. O hâlde Allah’a ve Peygamberine iman edin. (...)"

"O, gaybı bilendir. Dilediği peygamberden başka hiç kimseye gaybını bildirmez. O, (peygamberinin) önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar."

• GAYBI BİLDİĞİNİ İDDİA EDENLER

"Ayetlerimizi inkâr eden ve 'Bana mal da çocuk da verilecek' diyen kimseyi gördün mü? O, gayba mı muttali oldu, yoksa Rahman katından bir söz mü aldı? Hayır, asla! Söylediğini yazacak ve azabını artırdıkça artıracağız."

"Yoksa onların, göğe tırmanacak bir merdivenleri vardır da, göğün sırlarını oradan mı dinliyorlar? O hâlde dinleyicileri apaçık bir delil getirsin. (...) Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri mi (oradan istediklerini) yazıyorlar?"

"Gaybın bilgisi kendi yanında da o mu (âlemin esrarını) görüyor?"

"Yoksa gayb, kendi yanlarında da onlar mı (istedikleri gibi) yazıyorlar?"



Said Nursî, Hz. Ali’nin şöyle dediğini iddia etmektedir: "evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur" Yani: "Ben, dünyanın başlangıcından kıyamete kadarki mühim sırları biliyorum ve benim bu bilgim gözle görülemeyenin, duyularla idrak edilemeyenin, bilinemeyenin ve gizli olanın, yani size 'gayb' olanın aksine; gözle görülen, duyularla idrak edilen ve hâlihazırdaki 'şehadet' bilgisi derecesindedir. Şüphe eden varsa istediğini sorsun! O, zelil (hor, hakir; alçak, aşağılanan) olacaktır."

Hz. Peygamber ise, yukarıda da aktardığımız üzere, şöyle demekle emrolunmuştur:

"Ben gaybı bilmem. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır elde ederdim ve bana hiç bir kötülük dokunmazdı."

Merhum Yazır, gaybı bilir olmayı rububiyetle irtibatlandırmıştır. O, A’râf suresinin 188. ayetinin tefsirinde şunları söyler:

(...) Eğer ben kendi kendime gaybı bilir olsa idim, daha çok hayır yapardım ve bana o su', o dokunabilen elem ü zarar dokunmazdı. Yani hâlim şimdiki gibi bir beşer, bir abid hâli olmazdı rabb olmam lâzım gelirdi. Bu ise muhâldir.

İlyas Çelebi ise, meseleyi ulûhiyetle ilgili görmüştür:

Kur'an; peygamberi sihirbazlarla ve kâhinlerle karıştıran, onun şahsiyetini ilâh, cin ve melek şeklinde düşünen, peygamberin sadakatini ancak gaybtan haber vererek ispat edebileceğine inanan Yahudilere, Hristiyanlara ve müşriklere karşı Resulü Ekrem’e, melek olduğunu söylemediğini, gaybı bildiğini iddia etmediğini ve Allah’ın hazinelerinin kendi yanında olduğunu ileri sürmediğini söylemesini emretmekte (En'âm, 6/50) ve gerçekçi bir akideyi dile getirmektedir. Bu ve benzeri ayetlerde gaybı bilmek ile ulûhiyet arasında ilgi kurulmuştur.

Said Nursî, yürüdüğü zeminin kayganlığına rağmen adımlarını ihtiyatsızca atmaktadır. Hz. Ali’ye aşırı muhabbet, nicelerinin ayağını kaydırmıştır. Nitekim, Şianın Galiye taifesinden Hz. Ali’nin ulûhiyetini iddia edenler olmuştur.

Peygamberlik makamının bile söyleyemediği bu sözleri Hz. Ali’ye nisbet etmek, açıkça ona iftira atmaktır.

Said Nursî’nin zikrettiği ayet ("lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu"), Neml suresinin 65. ayeti olsa gerektir. Aslında böyle bir ayet yoktur. İçinde bu kelimelerin geçtiği yerini belirttiğimiz ayet şöyledir: "Kul lâ ya’lemu men fi’s-Semâvâti ve’l-Arzi’l-gaybe illallâhu (...)" "De ki: 'Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez.' (...)"

Said Nursî’nin, "Allah’ın izniyle, bildirmesiyle" gibi getirdiği istisnalar, ayetlerin hükmünü değiştiremez. Şüphesiz ki, Allah Tealâ sadıktır ve Kitabında belirttiği üzere tasarruf eder. Kitabında "vermem, bildirmem..." demişse; bu, insanların hayatında da aynen tezahür edecektir. Yüce Rabbimiz Kitabında verdiği haber, vaat ve ahitlerini asla neshetmez.

"(...) Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?"

Nitekim, "Eğer Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa, ihtilâf edip durmaktadırlar. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri (bu ihtilâftan) istisna teşkil ederler. Zaten, Allah, insanları bunun için yaratmıştır. (...)" buyurulmuştur. Şüphesiz ki, Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz. Rabbimiz dileseydi insanları tek bir ümmet de yapardı, ama yapmamıştır. Diğer bir ayette "(...) Sizin her biriniz için bir şeriat ve bir yol vazettik. Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat, size verdiği şeylerde denemek için (böyle yapmadı). (...)" buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerim’de böyle birçok ayet vardır:

"(...) Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. (...)" Ama güçlük çıkarmayı dilememiş, bilâkis kolaylık göstermiştir. "(...) Size kolaylığı ister, güçlüğü istemez."

"(...) Eğer Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah, dilediğini yapar." Demek ki, birbirlerini öldürmüşlerdir.

"Eğer Allah dileseydi, onlar şirk koşmazlardı. Seni onlara bekçi kılmadık. Sen, onlara vekil de değilsin." Onlar şirk koşmuşlardır.

Eğer Allah dileseydi, peygamberlerden başkasına da gaybı bildirirdi. Ama o, dilediği peygamberden başkasına gaybını bildirmez.

Abdulaziz Bayındır da diyor ki:

Allah’tan başkasının gaybı bilemeyeceği ve Allah’ın onu peygamberlerden başkasına bildirmeyeceği hükmü, Said Nursî tarafından bir "kudsî yasak" diye ifade edilmiştir. Sanki Allah Tealâ, "gaybı kimse bilemez" dememiş de "kimse, gelecekle ilgili açıklama yapmasın." diye bir yasak koymuştur. Bu, kişiyi büyük bir sorumluluk altına sokar.

Hz. Ali (r.a.)’ye ve Allah velisi diğer kullara isnat edilen, ayetlere muhalif olmasın diye çaktırmadan, sezdirmeden gaybtan haber verme iddiası da, alenen onlara atılmış bir iftiradır. "Ayetlerde 'gaybı yalnız Allah bilir; Allah peygamberlerinden başkasına gaybı açmaz' denmiştir, ama aslında gayb bize bildirilmiştir. Ayetlerin zahirine ters düşmemek için bunları sizlere remz, işaret, ima yolu ile bildiriyoruz." türünden sözler, Allah velisi kullardan sâdır olacak sözler değildir.

Said Nursî, kehanetle velâyeti de birbirine karıştırmıştır.

Said Nursî’nin "ilm-i kelâmın en büyük allâmesi" , "Ehl-i sünnetin ve ilm-i kelâmın azîm imamlarından meşhur" diye tavsif ettiği Taftazanî, Şerhu’l-Akaid’de kâhini şöyle tanımlamaktadır:

Kâhin, gelecek zamanda vuku bulacak hadiseleri haber veren, sırları bildiğini ve gayb âlemine ait bilgilere vâkıf olduğunu iddia eden kişidir.

İmam Nesefî de şöyle der:

Gaybtan verdiği haber konusunda kâhini tasdik etmek küfürdür.

Aliyyü’l-Karî ise Fıkh-ı Ekber Şerhi’nde demektedir ki:

İnanç hususlarından biri de, kâhinlerin gaybtan verdikleri haberlere inanmanın küfür olduğudur. (...) Kâhin gelecek zamanda olacak hadiselerden haber veren kişidir. Kâhin sırları bildiğini iddia eder. (...) Kendine ilham geldiği yolunda haber veren kişilerin ilhamlarına uymak da caiz değildir. Hece (ebced) harflerinden manalar çıkaracak bilgiye sahip olduğunu iddia eden kimsenin iddialarına da uyulamaz. Çünkü, bu da kâhinlik manası içine girmektedir.

Elbette biz, sahabenin Hz. Peygamber’den duydukları gaybî haberler ve kalplerine doğan keşiflerle istikbalde olacak bazı hadiseleri bildiklerini teslim ve kabul ediyoruz. Buna sonraki Allah velisi kullar da dâhildir. Biz, bu mübarek zatların "Ne isterseniz sorun bize! Geçmişten, gelecekten..." türünden âdeta meydan okuyup mutlak gaybı bilircesine sözler ettiklerini kabul etmiyor, bu sözlerin onlara izafe edilmesini reddediyoruz. Said Nursî, onların da kendisi gibi olduğu hayaline kapılmıştır. Onlar öyle "Burada her soruya cevap verilir, kimseden soru sorulmaz" demedikleri gibi, bu sözleri de asla demezler.

Şüphesiz, müminlerin yapmadıkları bir şeyi yaptıklarını iddia etmek nasıl bir iftira ve açık bir günahsa, demedikleri sözleri dediklerini ileri sürmek de bir iftira ve açık bir günahtır.

"Mümin erkekleri ve mümin kadınları yapmadıkları bir şeyle incitenler, bir iftira ve açık bir günah yüklenirler."

Aslında, Said Nursî’ye bunları söyleten; bu zatların, kendisi, şakirtleri ve yazdıkları risalelerle alâkadar oldukları gibi bir hayale ve zehaba kapılmış olmasıdır. Onun saklandığı tevazu perdesi açıldığında ortaya çıkacak olan sadece büyük bir kibir, gurur, enaniyet ve ucubtur. Alçakgönüllü gibi görünmesine karşın, mensubu olduğu ümmetten önceki ümmetlere bile Nur Risaleleri’nden haber verildiğini ilân edecek kadar işi ileri götüren birisinin ruh hâli artık sağlıklı kabul edilemez. Kütüb-ü sabıkada bile Nur Risaleleri’nden remzen haber verildiği iddiası; Said Nursî’nin tenebbisinde onu ele veren hey'atın feletâtından biridir. Bu konu, kitabımızın sonunda ele alınacaktır.



4.5. NUR RİSALELERİ’NDE HZ. ALİ İLE İLGİLİ RİVAYETLER

4.5.1. "BEN İLMİN ŞEHRİYİM, ALİ DE ONUN KAPISIDIR."

«ﺎﻬﺑﺎﺑ ٌﻰﻠﻋﻭ ﻢﻠﻌﻠﺍ ﺔﻧﻳﺪﻣ ﺎﻧﺃ»
"BEN İLMİN ŞEHRİYİM, ALİ DE ONUN KAPISIDIR."



Nur Risaleleri’nde "Keramet-i Aleviye" diye sunulan zırvaların temel dayanağı, işte bu hadistir. Nur Risaleleri’nin birçok yerinde bu hadise yer verilmiştir.

Tirmizî, hadisi «ﺎﻬﺑﺎﺑ ٌﻰﻠﻋﻭ ﺔﻣﻜﺤﻠﺍ ﺭﺍﺪ ﺎﻧﺃ» "Ben hikmetin eviyim; Ali de onun kapısıdır." şeklinde rivayet etmiş ve "Bu hadis, garîb-münkerdir." demiştir.

Aliyyu’l-Karî hadis hakkında şu açıklamayı yapar:

Tirmizî: Bu hadis münkerdir, dedi. Buharî’nin de kanaati budur, o der ki: Yalan olup, aslı yoktur. Ebu Hâtim ve Yahya b. Said de böyle dediler.

İbnu’l-Cevzî bunu Mevzuat’ına aldı. Zehebî ve diğerleri de buna katıldılar.

İbn Dakiku’l-Iyd dedi ki: Bu hadis sabit değildir ve batıl olduğu söylenmiştir.

Darekutnî de: Sabit değildir, demiştir.

Hafız Askalânî’ye bu hadis hakkında sorulduğunda şöyle demiştir: Hasendir, ne Hâkim’in dediği gibi sahihtir ne de İbnu’l-Cevzî’nin dediği gibi mevzudur. Bunu Suyutî zikretmiştir.

Zerkeşî’nin zikrettiğine göre de Hafız Ebu Said el-Alâî: Ne sahih ne de zayıftır, hasendir, demiştir.

Şevkânî ise: "Ben ilmin şehriyim; Ali de onun kapısıdır. İlim isteyen kapıya gelsin." şeklindeki hadisin bütün yollarını vermiş ve müttehem, hadis uyduran, yalancı ve kendisiyle ihticacın caiz olmadığı ravilerine dikkat çekmiştir.

İbn Teymiye de der ki:

Hadis, zayıf ve dayanaksızdır. Tirmizî rivayet etmişse de, hadis marifet ehline göre yalan ve uydurmadır.

Hadisi Hâkim’den başka sahih kabul eden yoktur. Tehânevî onun hakkında demiştir ki:

Hâkim, tashih hususunda mütesâhil (gevşek)dir. Zehebî, Müstedrek’ini hülâsa eder ve birçok hadisi zayıf ve münker bulur. Bunda geçen mevzu hadisler için de müstakil bir cüz tertipler. Bu cüzde yüze yakın hadis mevcuttur.

Hâkim için İbn Teymiye de şöyle der:

Hâkim, hadis hususunda vukufu olan zevata göre tamamen uydurma olduğu hâlde, bir takım hadisleri sahih saymaktadır.

Buharî’nin hadis hakkındaki kanaatini yukarıda naklettik.

Buharî ise, hadiste derin idrak kabiliyeti yanında, insanlar içinde hadise ve illetlerine en ziyade vukuf sahibi olanıdır. Tirmizî "ilel" konusunda ondan daha bilgili bir kimse görmediğini ifade eder.

Biz; Buharî, Darekutnî, Ebu Hâtim, Tirmizî, İbnu’l-Cevzî, İbn Dakiku’l-Iyd, Zehebî ve İbn Teymiye’nin bu hadis hakkındaki sözlerinden sonra, hadisi "hasen" görenlere iştirak edemiyoruz.

Hadisi, bir de metin yönünden inceleyelim. İbn Teymiye demiştir ki:

Bunun yalan olduğu bizzat metninden anlaşılır ve senedine bakmaya ihtiyaç bırakmaz. Resulullah ilim şehri ise, bu şehrin ancak bir kapısı olur ki, Resulullah’tan tebliği sadece bir kişinin yapmış olmasını düşünmek caiz değildir. Aksine, hazır olmayanlar için kesin ilim ifade edecek tevatür derecesinde kişilerin ondan tebliğ yapmış olması vaciptir. Bir kişinin rivayeti ancak başka karinelerle beraber ilim ifade eder. Bu işaretler de ya mevcut değildir veya insanların çoğuna gizlidir. Böylece Kur'an’a ve mütevatir Sünnete dair bilgiler meydana gelmemiş olur. Hâlbuki, mütevatir nakil böyle olmayıp ilim, avama da havasa da onunla hâsıl olur.

Bu hadisi, övgü yaptığını sanan cahil veya zındık biri uydurmuştur. Ashaptan sadece bir kişinin tebliğ ettiğini söylemek, din ilmini iptal etmek için zındıkların başvurduğu bir yoldur.

Sonra bu, tevatürle bilinenlere aykırıdır. Şüphesiz Resulullah’tan, bütün Müslüman şehirlere Ali (r.a.)’den başka yollarla ilim ulaşmıştır. Mekke ve Medine halkı için bu apaçıktır. Şam ve Basra halkı için de durum böyledir. Bunlar, Hz. Ali’den ancak çok az şey rivayet etmişlerdir. Hz. Ali’nin ilminin çoğu Kûfe halkı arasındaydı. Bununla beraber Kur'an’ı ve Sünneti, Hz. Ali’nin hilâfet zamanı bir yana, Hz. Osman’ın hilâfetinden önce öğrenmişlerdi.

Medine ehlinin en fakih ve en âlimleri dini, Hz. Ömer’in hilâfetinde öğrenmişlerdi. Yemen’de bulunduğu süre içinde Muaz İbn Cebel’den öğrendikleri gibi, kendisinden öğrenenler dışında Hz. Ali’den daha önce kimse bir şey öğrenmemiştir. Muaz İbn Cebel’in Yemen halkı arasında ikâmeti ve onlara öğretmesi, Hz. Ali’nin onlar arasında ikâmeti ve öğretmesinden daha çoktur. Onun için Yemen halkı, Hz. Ali’den ve Şurayh’tan rivayet ettiklerinden çok daha fazlasını Muaz’dan rivayet etmişlerdir. Tâbiînin büyüklerinden başkaları da fıkhı Muaz’dan öğrenmişlerdir.

Hz. Ali Kûfe’ye geldiğinde Şurayh, daha önceden orada kadı idi. Hz. Ali’nin hilâfetinde kadı yine Şurayh ve Ubeyde es-Selmanî olmuştur ki, ikisi de fıkhı Muaz’dan öğrenmişlerdir.

İslâm ilmi Hicaz, Şam, Yemen, Horasan, Mısır ve Mağrib gibi İslâm şehirlerinde Hz. Ali Kûfe’ye gelmeden önce yayılmış ve Kûfe’ye geldiğinde sahip olduğu bütün ilme başka sahabîler de sahip olmuştur. Hz. Ali bir ilmi sadece kendisi tebliğ etmişse, ondan başkaları bunun daha fazlasını tebliğ etmiştir.

Velâyetle Ebu Bekir, Ömer ve Osman için hâsıl olan umumî tebliğ, Hz. Ali için hâsıl olandan çok daha fazladır. Hususî tebliğde ise, İbn Abbas’ın fetvaları, Ebu Hureyre’nin de rivayetleri onunkinden daha çoktur. Hâlbuki, Hz. Ali ikisinden de daha âlimdir. Nitekim Ebu Bekir, Ömer ve Osman da o ikisinden daha âlimdir. Şüphe yok ki, raşit halifeler, insanların daha çok muhtaç oldukları ilmin umumî tebliğini, hususî ilmi tebliğ edenlerin tebliğinden daha çok gerçekleştirmişlerdir.

İbn Teymiye’nin zikrettiklerine katılmamak elde değildir. Nitekim, bu hadisi uyduranların niyetlerini şu münker rivayet göz önüne sermektedir:

"Ben ilmin şehriyim; Ebu Bekir, Ömer ve Osman surlarıdır. Ali ise kapısıdır. İlim isteyen kapıya gelsin."

Mevdudî de şöyle demiştir:

Bu hadisin kelimelerini doğru kabul edersek, o zaman bunun Hz. Peygamber’in pek çok buyruğu ve hayatı boyunca yaptığı hareket ve davranışları ile çatıştığını ve çeliştiğini görürüz. Hz. Peygamber birçok sahabîsini kendi hayatında ordunun başına komutan tayin ederek önemli işler için göndermişti. İslâm memleketinin çeşitli bölgelerine memur olarak, görevli olarak göndermiş, zekât toplamakla görevlendirmiş, namaz kıldırma görevini vermişti. Eğitim ve öğretimle birlikte İslâmı anlatmak için etrafa bir çok sahabî göndermişti.

Hiç kimsenin inkâr edemeyeceği tarihî birer gerçektir bunlar. Bütün bu hizmetler, din ilmi, İslâm bilgisi olmadan yerine getirilebilir mi? Bütün bu sahabîler Hz. Peygamber’in değil de Hz. Ali’nin mi talebesiydi, onun tarafından mı yetiştirilmiş kimselerdi? Eğer bunlar yanlış ise, o zaman doğru olan sadece şu olabilir: Bu sahabenin hepsi de ilim şehrinden veya hikmet yurdundan doğrudan doğruya ilim ve hikmet almıştır ve bunların hepsi de Hz. Ali (r.a.) gibi hikmet yurdunun ve ilim şehrinin kapılarıydılar.

Sonra, Hz. Peygamber’in tertemiz hayatını bir kere okumuş olanlar bile bilirler ki, Hz. Peygamber peygamberlikle görevlendirildikten hayatının son saatine kadar sadece dini öğretmeye, yaymaya çalıştı. Kim olursa olsun din hakkında bir şey öğrenmek, bir şey sormak istediğinde, doğrudan doğruya Hz. Peygamber’den sorar, öğrenirdi. Hz. Peygamber kendisine Allah’tan gelen emir ve hükümleri sadece Hz. Ali’ye öğretmiş de bunu bütün dünyaya yaymakla, bu emir ve hükümleri ulaştırmakla yalnızca onu görevlendirdiği vaki olmuş mudur? Veya Hz. Peygamber’den biri bir şey öğrenmeye geldiğinde Hz. Peygamber "Git, Ali’den sor, öğren!" veya "Benim yanıma Ali aracılığı ile gel!" buyurduğu olmuş mudur? Eğer yirmi üç senelik peygamberlik süresi boyunca böyle bir şey olmamışsa, artık bu hadisin ne manası vardır? Bu sözün İslâm’da yeri artık ne olabilir?...

Şianın; sahabenin çoğunluğunu münafık, fasık ve dalâlet içinde görmesi; Ali b. Ebu Talib, Mikdad, Ebu Zerr el-Gıfarî, Selman el-Farisî ve Huzeyfe el-Yeman gibi bir kısmı dışındaki sahabenin irtidat ederek kâfir olduklarını ve adil olan sahabenin sayısının da yediği geçmediğini ileri sürmesi , bu hadisi onların uydurduğu görüşünü ve ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Onca rivayetin, onca ilmin kaynağını sadece yedi kişinin ve özellikle Hz. Ali’nin teşkil etmesi, Hz. Ali’nin ancak ilmin kapısı olması hâlinde mümkün olabilirdi. Bu hadis vasıtasıyla, hem yanlarındaki rivayetler mümkün ve meşru oldu, hem de "adil" olmayanların âlim de olmadıkları ispat edildi.

Bu hadisin Nur Risaleleri’nde zikredilmesinin sebebi; müellifinin gizli ilimlerin Hz. Ali’ye verildiğine inanması ve bundan kendisi ve risaleleri lehine çıkardığı sonuçların ilk ve en önemli basamağını teşkil etmesidir.



4.5.2. CEMEL VE SIFFİN VAK'ALARI HAKKINDA

Nakl-i sahih ile Hazret-i Ali’ye demiş: «ﻦﻴﻗﺭﺎﻤﻠﺍﻮ ﻥﻴﻄﺴﺎﻗﻠﺍﻮ ﻥﻴﺛﻜﺎﻧﻠﺍ ﻞﺘﺎﻗﺘﺴ » hem Vak'a-i Cemel, hem Vak'a-i Sıffîn, hem Vak'a-i Havâriç hâdiselerini haber vermiş.



Suyutî, bu hadisi yakın ifadelerle uzun bir hadisin parçası olarak zikretmiş ve demiştir ki:

Mevzudur, (hadisin ravilerinden) el-Muallî metruktur, hadis uydurur. (İlk ravi olan) Ebu Eyyub el-Ensarî ise Sıffin vak'asına şahit olmamıştır.

Hadisi İbn Hibban da rivayet etmiştir ki, bu rivayet sahih değildir. (Hadisin ravilerinden) Asbağ metruktur. (Yine ravilerden) Ali b. el-Hazver (ﺭﻭﺯﺤﻠﺍ ﻦﺑ ﻰﻠﻋ) ise zahib(u’l-hadis)tir. Buharî "onun acayip rivayetleri vardır" dedi.

Şevkânî de Fevaid’de, hadisin isnadında iki metruk ravinin bulunduğunu belirtir.

İşte Said Nursî’nin "nakl-i sahih" dediği rivayet...



4.5.3. HZ. ALİ İÇİN GÜNEŞİN GERİ DOĞMASI

Büyük bir nur lâmbası, Güneştir ki; arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden güneşin görünmesi, kucağında Peygamberin (A.S.M.) yatmasiyle ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (R.A.) o mu’cizeye binaen ikindi namazını edâen kılmış.



Aliyyu’l-Karî, Mevzuat’ında şöyle der:

"Güneş, Ali b. Ebu Talip için geri gönderildi." hadisi hakkında:

Ahmed, aslı yoktur, dedi. İbnu’l-Cevzî de mevzu olduğunu söyledi. Lâkin, Suyutî dedi ki: İbn Mende, İbn Şahin ve İbn Merdeveyh tahriç etmişlerdir.

Tahavî ve Kadı Iyaz, sahih olduğunu söylemişlerdir.

Ben derim ki: Belki menfi olan, güneşin Ali’nin emri ile; müspet olan da Nebi (a.s.)’nin duası ile geri gönderilmesidir. Tafsili, siyer kitaplarındadır.

Aliyyu’l-Karî’nin bu açıklaması, hadisin sıhhatine kail olduğu yönünde bir kanaat vermektedir; ama o, kitabının sonunda uydurma hadisler hakkındaki kaidelerden bahsederken de şöyle demiştir:

Bu kaidelerden birisi de, Efendimiz (s.a.v.)’in ashabın hepsinin huzurunda bir şey yapıp, ashabın da bunu gizlemede ittifak edip nakletmediklerini iddia etmektir. Nitekim, grupların en yalancısının iddia ettiği gibi. Güya Efendimiz Veda Haccı’ndan dönerlerken ashabın tamamının bulunduğu bir yerde Ali b. Ebu Talip (r.a.)’in elinden tutup ashabın arasında hepsinin onu tanıyacağı kadar durdurmuş ve sonra da:

"İşte bu benim vasim, kardeşim ve benden sonraki halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin!" buyurmuş. Sonra da hepsi birden bunu gizleyip, değiştirmek ve Efendimize muhalefet etmek hususunda ittifak etmiş. Allah yalancılara lânet etsin!

Yine onların:

"İnsanların gözü önünde, ikindiden sonra güneş, Ali için geri gönderildi." diye rivayet ettikleri de bu kabil uydurmalardandır. Bu olay, tam olarak meşhur da olmamıştır. Bunu Esma binti Umeys’ten başka bilen de yoktur.

Ulema, bu hadisin mevzu olduğunu söylemiştir. Güneş, hiç kimse için geri gönderilmemiştir, sadece Yuşa b. Nun için hapsedilmiştir (durdurulmuştur). Nitekim, (bu konu Muhammed Taberî’nin) er-Riyazu’n-Nazra fî Menakıbi’l-‘Aşara’da da böyledir. Ancak, (bu hadis) Şifa’da Tahavî’nin rivayetinden zikredilmişse de, şerhinde ben tevcihini yapmıştım. Siyer’de de bu hususun üzerinde yeterince durdum.

İbn Kesir de bu hadisin mevzu olduğunu söyler.

İbn Teymiye’nin hadis hakkındaki geniş incelemesini nakletmek faydalı olacaktır. O, Minhacu’s-Sünne’de şöyle der:

Hz. Ali’nin fazileti ve Allah’ın velilerinden olduğu, Allah katındaki yüce mertebesi -hamdolsun- ilm-i yakînin bize ifade ettiği kesin yollarla bellidir. Bunun yanında artık ne yalan ne de doğru olduğu bilinen şeylere ihtiyaç vardır. Güneşin Hz. Ali’ye geri döndürülme hadisini Tahavî, Kadı Iyaz ve diğerleri bahsedip bunu Efendimizin mucizelerinden saymışlardır. Lâkin, hadis ilminin muhakkik otoriteleri bilirler ki, bu hadis yalan olup uydurmadır. Nitekim, İbnu’l-Cevzî bunu Mevzuat adlı kitabında bahsedip Ebu Cafer Ukaylî’nin Zuafa adlı eserinden Ubeydullah b. Musa, Fudayl b. Merzuk, İbrahim b. Hasen, Fatıma binti Hüseyin, Esma binti Umeys senediyle şöyle nakleder: Esma der ki:

Resulullah’a vahiy geliyordu, başı da Ali’nin kucağında idi. Ali gün batana kadar namazını kılamadı. Nebi (s.a.v.) ona: "Namazını kıldın mı ya Ali?" buyurdu. "Hayır" deyince, Efendimiz "Allahım! O, senin ve Peygamberinin itaatinde idi. Güneşi ona geri çevir." dedi.

Esma der ki: "Güneşin battığını görmüştüm. Battıktan sonra yeniden doğduğunu gördüm."

Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî der ki: Şüphesiz bu hadis uydurmadır. Bunun ravileri bu hadisi muztarip olarak rivayet etmişlerdir. Said b. Mesud, bunu "Ubeydullah b. Musa, Fudayl b. Merzuk, Abdurrahman b. Ubeyd, Abdullah b. Dinar, Ali b. Hüseyin, Fatıma binti Hüseyin, Esma" isnadıyla nakleder. Fudayl b. Merzuk’u Yahya b. Maîn zayıf sayar. İbn Hibban da "uydurmaları nakleder ve sikalar üzerine hatalar isnat ederdi" der. Bu hadisin medarı, "Ubeydullah b. Musa’nın Merzuk’tan nakli" şeklindedir.

Derim ki: Maruftur ki Said b. Mesud, bu hadisi "Ubeydullah b. Musa, Fudayl b. Merzuk, İbrahim b. Hasen, Fatıma binti Hüseyin, Esma" isnadı ile verirken, Muhammed b. Merzuk da "Hüseyin el-Aşkar, Ali b. Asım, Abdurrahman b. Ubeyd, Abdullah b. Dinar, Ali b. Hüseyin, Fatıma binti Ali, Esma" senediyle naklediyor ki, ileride gelecektir. İbnu’l-Cevzî yine der ki:

Bu hadisi İbn Şahin de "Ahmed b. Muhammed b. Said el-Hemedanî, Ahmed b. Yahya es-Sufî, Abdurrahman b. Şerik, babası Şerik, Urve b. Abdullah b. Kays" isnadıyla şöyle nakleder: Urve der ki: Fatıma binti Ali’nin yanına girdim de bana Ali b. Ebu Talib... diyerek güneşin döndürülme hadisesini anlattı.

İbnu’l-Cevzî der ki: Bu, batıl bir hadistir. Abdurrahman b. Şerik’in hadisine gelince: Ebu Hatem "Onun hadisleri vahîdir. Ben bu hadisi sadece İbn Ukde sebebiyle itham ediyorum. Çünkü, Rafızî biri olup, ashabın kötülüklerini sayar dökerdi" der. Ebu Ahmed İbn Adiy de "İbn Ukde, hadise karşı mütedeyyin değildi. Kûfe’de bir çok meşayihi yalana teşvik eder, onlara bir hadis nüshası uydurur ve onu (icazet gibi) rivayet etmelerini emrederdi. Biz onun bu nüshalarının kaç tanesini açıkladık... Darekutnî’ye bu adam sorulduğunda 'Alçak herifin biri' dedi." der.

Ebu’l-Ferec der ki: Hafız İbn Merdeveyh de bu hadisi Davud b. Ferahic yoluyla Ebu Hureyre’den nakleder. Bu Davud, Şu‘be tarafından da belirtildiği gibi zayıftır. Derim ki: Ondan sonraki raviler içinde hüccet olacak sağlam birisi yoktur.

Sahihayn’da tahriç edildiğine göre Ebu Hureyre, Efendimizden şöyle nakleder:

"Peygamberlerden birisi harbe gidiyordu. Kavmine: 'Bir kadınla nikâhlanıp da henüz gerdeğe girmemiş, ama girmeye niyet eden; ev yapıp da çatısını örtmeyen; koyun ve deve alıp da yavrularının doğumunu bekleyen kimse arkama düşüp gelmesin.' dedi ve sefere çıktı. Varacağı beldeye iyice yaklaşınca ikindi namazını ancak kılabilmişti. Güneşe 'Sen de memursun, ben de memurum. Allah’ım! Onu bana bir miktar hapset.' diye dua etti. Güneş Allah’ın ona yardım edeceği vakte kadar hapsoldu."

Eğer, "Bu ümmet İsrailoğullarından daha faziletlidir. Güneş İsrailoğullarından Yuşa Peygamber için geri döndürüldüğüne göre, bu ümmetin faziletlilerine geri dönmesine mâni nedir?" denilirse, şöyle denilir:

Yuşa’ya güneş geri gelmedi, güneşin batışı durduruldu ve gündüz uzatıldı. Bu, insanlar tarafından pek fark edilmez. Çünkü, gündüzün uzama ve kısalması hissedilmez. Hem Allah isterse elbette yapacağına göre, bunun uzatılmasına bir engel yok. Ama, Yuşa’nın buna ihtiyacı vardı. Zira, güneş battıktan sonra harp etmesi ona yasak idi. Çünkü, Allah İsrailoğullarına cumartesi günü ve gecesinde işi haram kılmıştı. Muhammed ümmetinin ise buna ihtiyacı olmadığı gibi, böyle bir durumdan yararlanmaları da söz konusu olamaz. Çünkü, ikindiyi geçiren kimse, ifrat ederek geçirmişse günahı ancak tövbe ile düşer. Tövbe ile de güneşin geri dönmesine ihtiyaç duyulmaz. Uykuda ya da unutmuş olan gibi ifrat etmeden geçirmişse, akşamdan sonra o namazı (kazaen) kılmasında kınanacak bir durum olamaz. Üstelik, güneşin batmış olmasıyla ikindi için konulan vakit geçmiş olup, ondan önce namazını kılan kişi şer'î vakit içerisinde kılmış olur, güneşin dönüp gelmesi durumu değiştirmez. Allah’ın:

"Güneş doğmadan ve batmadan önce Rabbini hamd ile tesbih et!" (Tāhâ, 20/130) ayeti bilinen gurubu kapsamına alır. Kul, işte bu guruptan önce namaz kılmaya mecburdur, tekrar doğup batması durumu değiştirmez. Zira, güneşin batmasıyla ilgili olan hüküm bu gurup ile gerçekleşmiş olur. Artık bu gurup olunca oruçlu orucu açar. Bundan sonra güneş geri gelse bile bu, orucunu iptal etmez. Bununla beraber, böyle bir durum hiçbir kimse için olmamış ve olmayacaktır da. Bunu "olsa" diye takdir etmek, olmayacak bir şeyin olduğunu kabul etmek gibidir. İşte bu yüzden füruya dalan âlimlerin sözlerinde bu tür meselelere dair bir izaha rastlanmaz.

Hem Nebi (s.a.v.), Hendek Harbi günü ikindiyi geçirmiş ve onu kaza olarak birçok ashabıyla beraber kılmış, ama güneşin geri getirilmesini istememişti. Sahih hadiste geçtiğine göre Efendimiz, Hendek’ten sonra Beni Kurayza üzerine onları gönderdiğinde:

"Beni Kurayza’ya varmadan önce hiç kimse namaz kılmasın!" buyurdu. Yolda namaz vakti girdiğinde bir kısmı:

"Peygamber bu emriyle bizim namazı geçirmemizi murat etmedi." deyip yolda kıldılar. Bir kısmı ise:

"Biz, onu ancak Beni Kurayza’da kılacağız" dediler. İki grup birbirine sert davranmadı. İşte, yolculukta Peygamber (s.a.v.) ile beraber bulunan insanlar ikindiyi güneşin batışından sonra kılmışlardı. Hz. Ali (r.a.), Efendimizden daha faziletli değildir. Peygamber ve beraberindeki ashabı, guruptan sonra kıldıklarına göre, Ali ile arkadaşları evleviyetle bu vakitte kılmaları gerekirdi. Yok, eğer guruptan sonra kılınan ikindi namazı yeterli olmazsa veya eksik olur da güneşin döndürülmesine ihtiyaç duyulursa; Resulullah bu işe daha lâyık olurdu. Eğer gurup sonrası da olsa kâfi gelip tam namaz oluyorsa, o zaman güneşin geri getirilmesine de hacet yoktur.

Hem böyle bir olay, fevkalâde bir şey olup insan himmetinin ve davetçilerin nakletme arzusunu coşturan bir şeydir. Onu bir veya iki kişi dışında kimse nakletmediğine göre, nakilcilerin yalanı anlaşılır.

Ayın yarılması geceleyin, insanların uykuda olduğu bir zamanda idi. Bununla beraber, olayı sahabe-i kiram birçok yönüyle nakletti. Bu haberi sahih, sünen ve mesanid kitapları çeşitli yollarıyla rivayet etti. Bu hususta Kur'an ayeti indi. Peki, gündüz olduğu iddia edilen güneşin geri gönderilme hadisesine ne oluyor ki, meşhur olmuyor, böyle bir olay nakledilmiyor, "güneş battıktan sonra geri döndürüldü" diye bir şey asla bilinmiyor. Gerçi, birçok felsefeci, tabiatçı ve birkaç kelâm âlimi ayın yarılma hadisesini inkâr ediyorlarsa da, onlara cevap verilecek yer burası değildir. Ancak, maksat şudur: Bu çok muazzam bir astronomi mucizesidir. İnsanların çoğu böyle bir şeyin olabileceğini inkâr ederler. Eğer güneş geri getirilseydi, onun görünmesi ve anlatılması kendisinden daha küçük şeylerin anlatılmasından daha muazzam olurdu. Ya böyle bir hadisin meşhur bir senedi olmazsa durum ne olur? Böyle bir durum ise, bunun yalan olduğunu, böyle bir şeyin cereyan etmediğine kesin bir bilgi oluşmasını gerektirir.

Güneş bulutla kapanıp sonra açılmış ise, bu, mutat bir olaydır. Belki onlar gün battı sandılar da, sonra bulut açıldı. Eğer olay böyle olmuşsa, bu durumda Allah, onunla daha namaz kılınacak vakit kalmış olduğunu açıklamış oluyor ki, bu, çok insanın başına gelir.

Bu hadis hakkında bir eser de yazılmış ve bütün tarikleri orada toplanmıştır. Bunu Ebu’l-Kasım Abdullah b. Abdullah b. Ahmed el-Hakkanî yazmış ve ona Mes'eletun fi Tashihi Reddu’ş-Şems ve Tergibi’n-Nevası bi’ş-Şems adını vermiştir. Ebu’l-Kasım der ki: "Esma binti Umeys el-Hasamiyye, Ali b. Ebu Talib ve Ebu Hureyre" tariki ile Efendimizden naklediliyor. Sonra Ebu’l-Kasım, Esma hadisini "Muhammed b. İsmail b. Ebu Fudeyle, Muhammed b. Musa el-Kutarî, Avn b. Muhammed, annesi Ümmü Cafer, ninesi Esma binti Umeys" isnadıyla "Efendimiz öğleyi kılıp Ali’yi bir ihtiyaç görmeye yolladı. Ali, geri döndüğünde Efendimiz ikindiyi kılmıştı. Başını Ali’nin göğsüne yasladı ve gün batana kadar kımıldamadı. Resulullah (s.a.v.):

'Allah’ım! Kulun Ali, nefsini Peygamberi için hapsetti. Ona güneşin doğuşunu geri getir.' dedi. Esma der ki: Güneş doğup ışıkları dağlara düştü. Ali kalkıp abdest aldı, ikindiyi kıldı. Sonra gün battı."

Ebu’l-Kasım der ki: Buradaki Ümmü Cafer, Muhammed b. Cafer b. Ebu Talib’in annesidir. Ondan nakleden ise, oğlu Avn b. Muhammed b. Ali olup babası Muhammed b. Hanefiyye diye maruftu. Ondan rivayet eden de, Muhammed b. Musa el-Medinî’dir ve el-Kutarî diye tanınır. Rivayeti beğenilen sika biridir. Bundan nakleden de Muhammed b. İsmail b. Ebu Fudeyk el-Medenî olup sika birisidir ve bu hadisi ondan bir gurup insan rivayet etmiştir. Onlardan birisi rivayetinden bahsettiğim Ahmed b. Velid el-Antakî olup, ondan aralarında Ahmed b. Umeyr b. Havsa’nın da bulunduğu bir gurup bunu rivayet ettiler.

Ebu’l-Kasım bunun tarikiyle hadisin senedini verir ki, orada şöyle denilmektedir: "Efendimiz öğleyi 'Subhâ' denen yerde kıldı, ardından bir ihtiyacını görmesi için Ali’yi gönderdi. O, Ali döndüğünde ikindiyi kılmıştı. Başını Ali’nin göğsüne yasladı ve gün batana dek kıpırdamadı. Efendimiz (uyanınca): 'Allah’ım! Kulun Ali kendini Peygamberi için hapsetti. Güneşin doğuşunu geri getir.' diye dua etti.

Esma der ki: Güneş doğup dağlara ışığı düştü, yere ışığı geldi. Ali de kalktı, abdest aldı ve ikindiyi kıldı. Bu hadise Hayber Gazvesi’nde 'Subhâ' denen yerde oldu."

Ebu’l-Kasım der ki: Bunu rivayet edenlerden biri de, Ahmed b. Salih el-Mısr olup İbn Ebu Fudeyk’ten nakleder. Bu rivayeti Ebu Cafer Tahavî kendi eserlerinden Tefsiri Müteşabihi’l-Ahbar (Müşkili’l-Âsar)’ında onun tarikiyle nakleder. Birisi de Hasen b. Davud olup İbn Ebu Fudeyk’ten nakleder. Hadisin lâfzı şudur:

"Efendimiz öğleyi Hayber arazisindeki Subhâ’da kılıp, ardından Ali’yi bir ihtiyacını görmeye yolladı. Döndüğünde Efendimiz ikindiyi kılmıştı. Resulullah başını Ali’nin göğsüne koyup gün batana dek kımıldatmadı. Uyandığında: 'Ya Ali! İkindiyi kıldın mı?' buyurdu. Ali’nin 'Hayır' demesi üzerine..."

Ebu’l-Kasım devamla der ki: Bunu Esma’dan bir de şehit Hz. Hüseyin’in kızı Fatıma nakleder. Bu "Ebu Cafer el-Hadramî, Muhammed b. Merzuk, Hüseyin el-Eşkar, Fudayl b. Merzuk, İbrahim b. Hasen, Fatıma, Esma binti Umeys" tarikidir. Esma der ki: "Cebrail, Efendimize ikindiyi kıldıktan sonra gelmişti. Tam bilemiyorum hangisiydi, başını ya da yanağını Ali’nin kucağına koymuş, Ali de gün batana kadar namazını kılamamıştı..."

Musannıf Ebu’l-Kasım der ki: Fudayl b. Merzuk’tan bunu, aralarında Ubeydullah b. Musa’nın da bulunduğu bir cemaat rivayet etti. Tahavî, hadisi onun tarikiyle rivayet ediyor ki, lâfzı şöyledir:

"Resulullah’a vahiy geliyordu. Başı Ali’nin kucağındaydı. Gün batana dek ikindiyi kılamadı..."

Yine bunu "Ammar b. Matar, Fudayl b. Merzuk" isnadıyla Zu‘afa adlı eserin sahibi Ebu Cafer el-Ukaylî’den nakleder.

Derim ki: İşte bu hadisin lâfzı, öncekini nakzediyor. Orada şöyledir:

"Efendimiz, başı Ali’nin göğsünde ikindiden akşama kadar uyudu. Bu hadise Hayber Gazvesi sırasında Subhâ’da oldu." İkincisine göre ise, Efendimiz uyanık olup, kendine Cebrail vahiy getiriyordu. Başı gün batana dek Ali’nin göğsünde kalmıştı. İşte bu tenakuz, bu hadisin mahfuz olmadığını gösterir. Çünkü, bu beriki "Efendimiz bu vakitte uykudaydı" diye açıklarken, diğeri "uyanıktı, kendisine vahiy geliyordu" diyor. Her ikisi de batıldır. Çünkü, ikindiden sonra uyumak mekruh olup yasaklanmıştır. Efendimizin gözleri uyur, kalbi uyumazdı. Bu durumda Ali namazı nasıl geçirmiş olur? Hem böyle namaz geçirme, ya caiz cinsten olur ya da olmaz. Eğer caiz cinsten ise, gurup sonrası kılınınca Ali’ye günah olmaz. Ali, Efendimizden üstün değildir. Efendimiz, Hendek günü gün batana kadar ikindiyi kılamamış, batınca kılmıştı da, güneş kendisine geri çevrilmedi. Hem Süleyman (a.s.)’a da güneş geri getirilmedi. Hem Efendimiz beraberinde Ali ve diğer ashabı da olduğu hâlde, sabah namazından gün doğana kadar uyuya kalmışlar, güneş kendilerine geri gelmemiştir. Eğer namazı kaçırmak haramlardan ise, ikindiyi geçirmek büyük günahlardandır. Efendimiz (s.a.v.):

"İkindiyi kaçıran sanki ailesini ve malını yitirmiş gibidir." buyuruyor. Efendimiz, onun Kur'an’daki "orta namaz" olduğunu biliyordu. Sahihayn’da Efendimizden rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştu:

"Bizi orta namaz ikindiden alıkoydular, hatta gün battı. Allah karınlarını ve evlerini ateşle doldursun." Bu hadise Hendek’te idi. Hayber, Hendek’ten sonradır. Ali ise böyle bir günah-ı kebiri işlemeyecek kadar uludur. Cebrail ve Allah’ın Peygamberi de onun namazı kılmayışını ikrar etmekten beridirler. Kim böyle bir şey yaparsa, bu, onun menakıbından değil ayıplarından sayılır. Allah, Hz. Ali’yi bundan beri kılmıştır. Hem namaz geçmiş olsaydı, güneşin tekrar geri gelmesi ile o borç üzerinden düşmezdi. Bu hadise Hayber’deki Beriyye’de askerin önünde olacak, Müslümanlar bin dört yüzden fazla olacak ve asker de olayı görecek ha! Bu tür bir hadise, insanın nakletmeye tam arzu göstereceği bir hadisedir. O zaman bunu bir ya da iki kişinin nakledip ötekilerin susması imkânsızdır. Eğer sahabe bunu nakletseydi, elbette ilim ehli bunun benzeri olayları naklettikleri gibi derhâl bunu da naklederlerdi. Bu hadisin bütün tariklerinde isnadı sabit olup da ravilerinin adalet ve zabt durumları belli olabilecek tek bir isnat dahi yoktur. Onun senedinin muttasıl olduğu bilinmiyor. Hâlbuki, Efendimiz (s.a.v.) Hayber senesinde:

"Sancağı Allah’ı ve Resulünü seven, Allah ve Resulü de kendisini seven birine vereceğim." buyurmuş, bunu birçok sahabî rivayet etmişlerdir. Onların bu rivayetleri sahih, sünen ve müsnedlerde yer almıştır. Bu hadis ise, hadis kitaplarında yer almadığı gibi, hadis ehli de sünen ve müsned yazarları da onu kitaplarına almamışlar, onu bırakmak ve ondan yüz çevirmek hususunda ittifak etmişlerdir. Gerçek olmuş olsaydı; en büyük, en meşhur, zahirî bir mucize sayılacak olan böyle azim bir olayı, nasıl olur da sıhah ve mesanid yazarları, Müslüman âlimlerin hadis hafızlarının hiçbiri rivayet etmez ve bu olay mutemet hadis kitaplarında nasıl maruf olmazdı?

Birinci isnadı ele alalım: Onu el-Kutarî, Avn, annesi, Esma binti Umeys yoluyla rivayet ediyor. Avn ve annesi hıfz ve adaletleri bilinen kimselerden olmadığı gibi, ilim nakleden kimseler olarak da tanınmıyorlar. Onların hadisleri en basit meselede bile hüccet kabul edilmezken, böyle bir hadisede nasıl kabul edilir? Hem bu hadiste, bu kadının Esma’dan işitmesi diye bir şey yoktur. Belki de onu, Esma’dan hikâye eden birinden duydu da nakletti.

Bu yazar (Ebu’l-Kasım) İbn Ebu Fudeyk’in ve Kutarî’nin sika olduğundan bahseder. Ama, bu ikisinden sonrakilerin sika olduğunu söylemesi imkânsızdır. Onların sadece soylarından bahsetmiştir. Oysa, sırf nesebini bilmekle bir kişinin hafız ve sika olması gerekmez.

Bu hadisin ikinci isnadını ele alalım: Bunun medarı (dönüp dolanıp geldiği yer) Fudayl b. Merzuk’tur. O, yalan kastı olmasa bile sika kimselere hatalı hadisler isnat etmekle maruftur. Onun hakkında İbn Hibban "sikalara hata isnat eder ve Atıyye’den uydurma haberler rivayet eder" der. Ebu Hatem-i Razî de "o, hüccet olamaz" derken, Yahya b. Ma‘în de "o, zayıftır" diyor. Bu görüşlere Ahmed b. Hanbel’in "onu ancak hayırlı biri olarak bilirim" demesi ile, Süfyan’ın ve bir keresinde de Yahya’nın "o, sikadır" demesi ters düşmez. Çünkü, o, yalan söyleme maksadıyla rivayet eden kimselerden değildi. Fakat, çok hata ederdi. İmam Müslim’in başkalarının yaptığı rivayetlere tâbi olarak ondan da rivayet etmesi, onun tek başına yaptığı rivayetlerin nakledilmesini gerektirmez. Üstelik, onun İbrahim’den, İbrahim’in Fatıma’dan, Fatıma’nın da Esma’dan bizzat hadis dinledikleri bilinmiyor. Bu hadisin kesinleşebilmesi için, buradaki ravilerin her birinin adaletli, zabtı güvenli ve her birinin diğerinden kesinlikle işitmiş olması gerekir. Oysa, böyle bir şey bilinmemektedir. Buradaki ravi İbrahim’in hadisleri, sıhah ve sünen gibi güvenilir hadis yazarları tarafından rivayet edilmediği gibi, bu kitaplarda adı bile geçmemektedir. Fatıma binti Hüseyin ise böyle olmayıp, onun herkesçe bilinip nakledilen hadisleri vardır. Artık böyle bir hadis nasıl hüccet olabilir? İşte bu sebeple hadis âlimlerinden hiç biri güvenilir hadis kitaplarında bunu rivayet etmemişlerdir. Bir kişinin babasının yüce ve değerli bir zat olması, kendisinin de Resulullah’tan rivayet ettiği şeyler hususunda güvenilir bir âlim sayılmasını gerektirmez. Esma binti Umeys, önce Hz. Cafer (r.a.)’in hanımı idi. O ölünce, Hz. Ebu Bekir’in, o da vefat edince Hz. Ali’nin eşi olmuştu. Esma’nın bunların her birinden çocukları dünyaya geldi. Bu çocukların hepsi de Hz. Ali’yi severlerdi. Oysa bu çocukların hiç birisi, Esma’dan bu hadisi nakletmemiştir. Hz. Ali’nin bakımında büyüyen, Hz. Ebu Bekir’in Esma’dan doğma oğlu Muhammed bile -Hz. Ali’ye olan sevgisiyle maruf iken- bu haberi annesinden nakletmiyor. Hem Esma, Cafer’in hanımı olup, onunla beraber Habeşistan’a hicret etmişti. Cafer’le beraber ancak Hayber’in fethinden sonra geri dönmüşlerdi. Bu kıssa ise, Esma’nın Hayber’de olduğundan bahsetmektedir. Eğer bu hadise doğru ise, o zaman olayın Hayber fethi sonrası olması gerekir. Hayber’deki gazvede Peygamber (s.a.v.) ile birlikte bin dört yüz kişilik Hudeybiye Müsalehasında bulunanlar da vardı. Oradaki asker sayısı, Cafer ve beraberinde Habeşistan’dan gelen Ebu Musa el-Eş'arî ve arkadaşları gibi ashap ile daha da çoğalmıştı. İşte orada bulunanlardan hiç kimse, bunu rivayet etmedi. İşte bütün bunlar, kesinlikle bu haberin düzme bir yalan olduğunu, Fudayl’ın ve ondan sonraki ravilerin böyle bir şeyi rivayet etmiş olmaları sebebiyle ta’n etmek gerektiğini ortaya koyar. Onlar, bunu rivayet etmişlerdir, yoksa hadisin onlara kesintisiz ulaşmasında şüphe vardır. Çünkü, Fudayl’dan bu hadisi nakleden ilk ravi Hüseyin b. Hasen el-Eşkar el-Kûfî olup, Buharî onun hakkında "onda pek çok münker hadis var"; Nesaî "Darekutnî, 'o kavî biri değildi' dedi"; el-Ezdî "o, zayıftır"; es-Sa‘dî "Hüseyin el-Eşkar (Şianın) aşırılarından olup, hayırlı kimselere sövüp sayardı"; İbn Adiy de "Münker hadisleri naklederdi, bana göre bu hadisin (za’f) belâsı ondandır. Ondan rivayet olunan bütün hadisler, onun yüzünden münker sayılmaz (bazen de ondan rivayet edenlerden dolayı inkâra uğruyor). Çünkü, Kûfeli birtakım zayıf raviler, ondan aldıkları rivayetlerde hile yapıyorlardı" derler.

Hadisin üçüncü tarikine gelince: Onda da hadisi Fudayl’dan Ammar b. Matar diye biri nakleder. Ukaylî "o, sikalardan münker şeyler nakleder"; Razî "o, yalan söylerdi, hadisleri batıldır"; İbn Adiy "onun hadisleri terk olunmuştur" demektedirler. Bu haberin birinci rivayeti olan Abdullah b. Musa el-Anesî hadisinde, bir tarikte (an'ane) ile "Fudayl’dan" diyerek, bir diğerinde ise (haddesenâ) "bize Fudayl anlattı ki" diyerek naklediyor. İşte, ravinin "bana anlattı ki" dediği kesinlikle sabit olmadığına göre, bunun dinlememiş olma durumu söz konusudur. Çünkü, bu zat Şia mezhebi davetçilerinden olup, Şia’ya ait bütün hadisleri toplamakta çok hırslıydı. Bu konudaki hadisleri yalancılardan rivayet ederdi ve bu hâli ile şöhret bulmuş biriydi. Gerçi, onun hakkında "sikadır, yalan söylemez" deniyorsa da, yalan kastı taşıyıp taşımadığını Allah bilir. Ama, hiç şüphesiz yalancılığıyla şöhrete eren yalancılardan rivayette bulunurdu. Buharî, ondan hadis rivayetini, onun haricinde birinin rivayeti ile hadis sahih olmadıkça kabul etmezdi. Ahmed b. Hanbel de ondan bir şey rivayet etmedi.

Musannıf Ebu’l-Kasım, "onun Fatıma’dan rivayet ettiği bunun dışında da rivayetleri vardır" deyip, sonra da öyle karanlık bir tarikten rivayet eder ki, hadis illeti bilgisi taşıyan herkese yalan olduğu aşikâre belli olur. Onu "Ebu’l-Hafs el-Kettanî, Muhammed b. Ömer el-Kadî, Muhammed b. İbrahim b. Cafer el-Askerî, Ahmed b. Muhammed b. Yezid b. Süleym, Hanef b. Salim, Abdurrezzak, Süfyan-ı Sevrî, Eş'as b. Ebu’ş-Şa‘şa, annesi, Esma binti Umeys" isnadıyla şöyle rivayet eder: "Nebi (s.a.v.), Ali’ye güneş geri gelinceye kadar dua etti."

İşte böyle bir haberin nakli, ancak adaleti ve zabtı tam olarak bilinen birinden yapılabilir, yoksa durumu meçhul kimselerden değil. Hele hadis âlimleri Süfyan-ı Sevrî’nin ve Abdurrezzak’ın kesinlikle böyle bir nakilleri olmadığını bilirlerken, nasıl bunu naklederler? Sevrî’nin ve Abdurrezzak’ın rivayeti olan hadisleri hadis âlimleri çok iyi bilir. Hem onların rivayetlerini tam bilen talebeleri de vardır. İşte bu hadisi Halef b. Salim de rivayet etmiştir. Bu talebelerin bir an böyle bir şey rivayet ettiklerini kabul etsek bile; ravi Ümmü Eş'as, rivayeti ile hiçbir şey yapılmayacak meçhul biridir. Yazar burada "Muhammed b. Merzuk, Hüseyin el-Eşkar, Ali b. Haşim, Abdurrahman b. Abdullah b. Dînar, Ali b. Hüseyin, Fatıma binti Ali, Esma binti Umeys" isnadıyla aynı hadisi ikinci bir yolla rivayet ederse de, bu Hüseyin el-Eşkar hakkında hadis âlimlerinin hükümleri az önce geçmişti. Bu hadisin senedindekilerin hepsi sika ve hadis de muttasıl bir isnada sahip olsa bile, bunun rivayeti ile hiçbir şey gerçekleşemez. Bir de böyle bir şey söz konusu olmadan nasıl olur? Ali b. Haşim b. el-Berîd hakkında Buharî "o ve babası, Şiîlikte çok aşırıydılar"; İbn Hibban ise "O, aşırı bir Şiî idi. Meşhur kimselerden münker haberler naklederdi" demektedirler. Onun rivayet ettiği bazı hadisleri, başka bir isnat ile sahih olarak bilinince kendi kitaplarında rivayet etmiş olmaları, onun tek kaldığı yerlerde de kesin olmasını gerektirmiyor. Hayret ki bu yazar, hadisin bu rivayeti ile ondan sonrakini Fatıma binti Hüseyin’in rivayeti olarak kabul ediyor. Bu kadın ravi ise (Hüseyin’in değil) Ali’nin kızı Fatıma’dır.

Yine bu yazar, Fatıma’dan üçüncü bir rivayet daha yapar ki, isnadı "Abdurrahman b. Şerik, babası, Urve b. Abdullah, Fatıma binti Ali, Esma binti Umeys, Ali b. Ebu Talib" şeklinde olup, Efendimizden merfu olarak şöyle anlatılır:

"Efendimize vahiy gelmişti. Ali de elbisesiyle onu bürüyordu. Bu hâl devam ediyordu ki, güneş döndü (battı yahut batayazdı da deniyor). Nihayet Peygamber’den bu hâl gidince 'Ya Ali! Namazı kıldın mı?' diye sordu. 'Hayır' demesi üzerine de; 'Allah’ım! Ali’ye güneşi geri getiriver.' diye dua edince güneş geri döndü. Hatta ışıkları mescidin ortasına kadar geldi."

Görüldüğü gibi bu hadise Medine’de cereyan etmiş oluyor. Öbür hadislerde ise Hayber’de olduğu ve güneşin dağlara düştüğü yer alıyordu.

Ravi Abdurrahman b. Şerik hakkında Ebu Hatem-i Razî "o, vâhiyu’l-hadistir" derken, diğer otoriteler de onu zayıf saymaktadırlar.

Yazar yine bu haberi dördüncü bir yolla: "Muhammed b. Ömer el-Kadî el-Cianî, Ali b. Abbas b. Velid b. Abbad er-Ravacinî, Ali b. Haşim, Sabbah b. Abdullah b. Hüseyin Ebu Cafer, Hüseyin el-Maktul, Fatıma, Esma binti Umeys" yoluyla şöyle anlatılır:

"Hayber günü Hz. Ali, ganimet taksimiyle öyle meşgul idi ki, (farkına varmadan) güneş battı yahut batayazdı. Resulullah 'Namazı kıldın mı?' deyince o, 'Hayır' dedi. Bunun üzerine Efendimiz, Allah’a dua etti de güneş geriye doğru yükseldi, hatta gökyüzünü ortaladı. Ali de namazını kıldı. Gün tekrar batarken tıpkı demir kesen testere gibi bir cızırtı çıkardığı işitildi."

İşte hadisin bu dördüncü lâfzı, diğer üç çelişkili rivayete aykırıdır. Böylece bu, kesinlikle hadisin adaletli, zabtı sağlam biri tarafından rivayet edilmediğini; aksine bizzat bu metinlerin birisi tarafından yazılıp, uydurma olduğunu; bir diğer ravinin buna benzetme yaparak onun hadisine benzer şekilde bir hadis uydurduğunu ve kıssanın aynı hadise olduğunu ortaya koyuyor.

Hem bu son rivayette Hz. Ali’nin Resul-ü Ekrem ile değil, ganimet taksimi ile meşgul olduğu yer almaktadır. Hâlbuki, Ali (r.a.) asla Hayber ganimetini taksim etmemişti, -üstelik taksimle meşgul olup namazı kaçırması asla caiz değildir- çünkü Hayber’in fethi yedinci yılda, Hendek’ten ve altıncı yıldaki Hudeybiye’den sonra olmuştur. Bu, ilim otoriteleri katında mütevatir bir olaydır. Hendek ise bundan önce, ya dördüncü ya da beşinci yılda idi. İşte Allah:

"Namazları ve orta namazı muhafaza edin." (Bakara, 2/238) ayetini orada inzal buyurarak, Hendek Harbi esnasında izin verilmiş olan tehirli kılmayı neshetmiştir. Üstelik, o zamanki tehir bir çok âlime göre harp sebebiyleydi. "Namazın tehiri harp için caiz olmaya devam etmektedir, o mensuh değildir" diyen Ebu Hanife ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed de tehiri sadece harp için kabul ediyorlar. Âlimler, namazın ganimet taksimi için geçirilmesinin caiz olmadığı hususunda ihtilâf etmiş değildirler. Çünkü, taksim geçmez, namaz ise geçer. Hem bu haberde "güneşin mescit ortasına kadar yansıdığı" yer alıyor ki, pek açık bir yalandır. Çünkü, böyle bir olay gerçek olsaydı, herkes tarafından anlatılan, dünyanın en büyük garabetinden bir olay sayılırdı. Hem "bıçkı sesi gibi bir ses işitildiği" de yer alıyor ki, o da açık bir yalan. Çünkü, böyle bir şeyin gereği yoktur. Güneş batarken gökteki cisimlerden böyle azametli bir ses yapacak bir cisme sürtünmez ki, ta yere kadar sesi ulaşsın. Hem bu ses olayı doğru olsaydı, o da âlemin harika şeylerinden olacağı için, Hayber ve diğer yerlerde cereyan etmiş olan bundan çok daha küçük hadiseleri anlatan ashap bunu da anlatırdı.

Ravi Ali b. Haşim b. el-Berîd, aşırı bir Şiî olup herkesten kendi maksadına uygun şeyleri rivayet eder, hevasını takviye edecek şeyleri anlatır, buradaki Sabah gibi kimselerden aktarırdı. Bu Sabah, kimliği bilinmeyen biridir. Şianın bu tabakadan Sabah b. Sehl b. el-Kûfî diye birisi vardır ki, Husayn b. Abdurrahman ondan rivayette bulunur. Buharî, Ebu Zur'a ve Ebu Hatem "o, münkeru’l-hadistir" derler. Darekutnî "o, zayıftır" derken, İbn Hibban da "o, münker haberleri meşhur insanlara yakıştırarak nakleden biri olup, onun haberleri hüccet olamaz" diyor.

Şianın bir de Sabah b. Muhammed b. Ebu Hazim el-Becelî el-Ahmesî el-Kâfî diye birisi daha vardır ki, Mürre el-Hemedanî’den nakleder. İbn Hibban, onun hakkında "sikalardan uydurma hadis nakleden biriydi" diyor. Yine Sabah diye bir şahıs daha vardır ki, Razî ona "meçhul" diyor.

Yine Sabah b. Mücalid diye biri daha var ki, Bakiyye ondan nakleder. İbn Adiy "o, tanınmayan birisi, Bakiyye’nin meçhul şeyhlerinden biri" diyor. Hüseyin el-Maktul’e gelince; bununla Hüseyin b. Ali’yi kastediyorlarsa, o öyle değerli bir zattır ki, bu adamlardan biri aracılığıyla Esma binti Umeys’ten nakledecek basit biri değildir. Fatıma’nın onun bacısı veya kızı olması fark etmez. Çünkü, bu olay doğru olsaydı, elbette bu haberi onlardan nakleden o olurdu. Onu babasından, diğerlerinden ve babasının eşi Esma’dan işiten ancak o olurdu. Onun dışında biri, bu haberi onun kızı ya da bacısı aracılığıyla babasının hanımı Esma’dan nakletmiyor. Ama, gerçekte bu adam Hz. Hüseyin b. Ali değil, başka birisi ya da Ebu Cafer lâkaplı Abdullah b. Hasen’dir. Onun da emsalleri gibi örnek bir durumu vardır. Hadis; ancak adaleti, zabtı, sikalığı ile tanınan ve hadis otoritelerince bilinen biri tarafından rivayet edilmekle gerçek olur. Ravinin sadece soy ve sopunu bilmek bir şey ifade etmez. Kim olursa olsun, bu değişmez. Babaları her ne kadar Müslümanların en hayırlıları olsa da, sahabe ve tâbiînin çocuklarından hadisi hüccet kabul edilmeyenler vardır. Bu her ne kadar Ali b. Haşim rivayeti ise de, ondan rivayet eden Abbad b. Yakup er-Ravacinî olup, İbn Hibban onun hakkında "o, Rafızî, Rafızîliğe davetçi, meşhurlardan münker rivayetler yapan biri olup, terk edilmeyi hak etmiştir"; İbn Adiy "o, ehlibeytin fazileti, diğerlerinin ayıpları hakkında münker rivayetler yapan biri" derken; Buharî ve diğerleri de "ondan sıhhati bilinmeyen hadisler rivayet olundu" derler. Yoksa Kasım el-Muttarız’ın ondan rivayet ettiği "Hz. Ali denizleri kazdı, Hasan da oraya sular akıttı." şeklindeki rivayetler, tenkidi tam hak ettiği yerlerdir.

Yazar Ebu Kasım devamla: "Bu hadisi Esma’dan bunlardan başkaları da rivayet etmiştir" diyerek Ebu’l-Abbas b. Ukde yoluyla bu haberi tekrarlar. O, hafızasının iyiliğine rağmen, Şianın yalanlarını toplardı. İbn Adiy, "Bağdad meşayihini gördüm. Ona övgüyü küçülterek kullanırlar ve o hadise itimat etmezlerdi. Kûfe’de birtakım adamları yalana teşvik eder, bir nüsha adı verir ve onu rivayet etmelerini emrederdi" der. Darekutnî de demiştir ki: "İbn Ukde kötü biriydi. Şöyle diyordu: Bize Yahya b. Zekeriyya, Yakup b. Ma‘bed isnadıyla der ki, Amr b. Sabit bize anlattı ki, Abdullah b. Hasen b. Ali’ye 'Güneşin Hz. Ali’ye geri döndüğü hadisi sizce sabit mi?' diye sordum da, bana 'Allah, Kitabında Ali hakkında güneşin geri getirilmesinden daha büyük bir şey indirmedi' dedi. Ben de 'Allah beni sana feda kılsın. Doğru söyledin. Fakat, ben senden duymak istedim.' dedim. O devamla dedi ki: Bana babam Hasen, Esma binti Umeys’ten şöyle dediğini aktardı: 'Bir gün Ali, ikindiyi Resulullah’la kılmak arzusuyla hareket etmişti. Peygamber’e namazdan dönmüş, vahiy gelmiş hâlde rastladı. Ali, hemen onun sırtını bağrına yasladı. Böylece dayalı olarak Resulullah ayılana kadar durdu. Resul-ü Ekrem ayılınca 'İkindiyi kıldın mı Ali?' dedi. O da 'Sana geldiğimde vahiy geliyordu. Bu saate kadar seni göğsüme yasladım.' deyince Efendimiz kıbleye dönerek -ki güneş batmıştı- 'Allah’ım! Ali sana itaat hâlinde idi. Güneşi ona geri gönder.' diye niyaz etti. Esma der ki: 'Güneş değirmen sesi gibi ses çıkararak geri dönüp, ta ikindi vakti durduğu yere kadar geldi. Ali de kalkıp ikindiyi kıldı. Namazı bitirince güneş değirmen sesi çıkararak eski yerine döndü. Gün batınca derhâl hava karardı ve yıldızlar göründü.'"

Derim ki, bu hadis beşinci tariktir ve çelişkili, öncekilere aykırı bir haberdir. Dikkat eden bunun yalan olduğunu anlar. Çünkü, "ikindideki yerine geldi" diyor. Öncekilerde "günün ortasına geldi", bir diğerinde "dağ başlarında göründü" diyordu. Burada Efendimiz (s.a.v.)’in "dalını göğsüne yasladığı", ötekinde "başı kucağında idi" şeklindedir. Bunu asla Abdullah b. Hasen rivayet etmemiştir. O, böyle bir yalanı rivayet edecek adam değildir. Babası Hasan da Esma’dan "Allah, Kitabında Ali hakkında güneşi geri getirmesinden daha büyük bir şey indirmedi" rivayetini yapmamıştır.

Eğer bu hadisin Abdullah’tan Amr b. Sabit tarafından rivayeti kesin ise, bunu uyduran odur. Çünkü, o, yalancılığıyla tanınırdı. İbn Hibban, "o, sikalardan uydurmalar aktarırdı" derken; bir rivayette Yahya "o, hiçbir şey değildir", bir keresinde de "sika değildir, güvenilmez" demiştir. Nesaî de, "onun hadisleri terk olunmuştur" demektedirler.

Yazar Ebu’l-Kasım der ki: "Akil b. Hasen el-Askerî, Ebu Muhammed Salih b. Ebu’l-Feth eş-Şinasî, Ahmed b. Amr b. Havsa, İbrahim b. Said el-Cevherî, Yahya b. Yezid b. Abdülmelik en-Nevfelî, babası, Davud b. Ferahic, Umara b. Ferv" yolu ile bu hadisi Ebu Hureyre’den nakletti.

Yazar, "Ben bunu uzun bir hadisten kısalttım" diyor. Cevaben derim ki: Bu karanlık bir isnat olup, bununla ilim ehli nazarında bir şey ispat edilemez. Üstelik, birçok yönden yalanı ortadadır. Her ne kadar Şu‘be ve Nesaî tarafından zayıf sayılan Davud b. Ferahic varsa da, senedin ona dayandığı bile meçhuldür. Çünkü, rivayette Yezid b. Abdülmelik en-Nevfelî diye biri var ki, bu haberi Davud’dan ve Umare’den nakleden odur. Buharî onun hakkında, "hadisleri yok sayılabilir, cidden zayıftır" derken; Nesaî "metruk"; Darekutnî "münkeru’l-hadis"; İmam Ahmed "onda çok münker hadisler var"; yine Darekutnî "Zayıf biridir. Her ne kadar bunu ondan İbrahim b. Said el-Cevherî nakletse de, haberin belâsı bu heriftendir" demektedirler. Gerçi, "bu haberi ancak İbrahim b. Said el-Cevherî ispat etmiştir, yok o değilse İbn Havsa etmiştir" dense de durum aynıdır. Çünkü, bu ikisi bilinen, hadisleri tanınan ve âlimlerin kendilerinden rivayetleri olan insanlardır. Buna binaen, İbn Havsa birinci tarikten rivayet edildiğinde, kendine kadar gelen isnat maruf bir isnat oluyor ki, onu âlimlerin bildiği bir isnat ile rivayet etmiştir. Ancak, afet ondan sonrakilerdedir. Bu rivayetin belâsı ise İbn Havsa tarafındadır. Çünkü, o, maruf değildir. Bir an bunun sabit olduğu düşünülse bile, belâ kendinden sonrakindedir. İbnu’l-Cevzî’nin anlattığına göre, İbn Merdeveyh bunu Davud b. Ferahic yoluyla nakleder ve za‘fını açıklar. Bununla beraber, hadisin kendine kadar gelen isnadı bile tenkit edilmiştir.

Yazar der ki: Ebu Said el-Hudrî rivayeti: Bize Muhammed b. İsmail el-Cürcanî, kitabet yoluyla, Ebu Tahir Muhammed b. Ali el-Vaiz, Muhammed b. Ahmed b. Mun'im, Kasım b. Cafer b. Muhammed b. Abdullah, babası Ömer’in şöyle dediğini haber verdi:

"Hüseyin b. Ali der ki: Ben, Ebu Said el-Hudrî’nin 'Resulullah (s.a.v.)’ın yanına girmiştim. Ne göreyim, başı Ali’nin kucağında, güneş de kaybolmuştu. Nebi uyanınca: Ya Ali! İkindiyi kıldın mı? buyurdu. Ali: Hayır, ya Resulullah! Siz vahiy acısı çekerken başınızı kucağımdan indirmek hoşuma gitmedi, dedi. Resul-ü Ekrem de: Sana güneşi geri getirmesi için Allah’a dua edeceğim, buyurunca, Ali: Sen dua et, ben de 'âmin' diyeyim, dedi. Efendimiz de: Ya Rab, Ali senin ve Peygamberinin itaatinde idi. Güneşi ona geri getir, diye dua etti. (Ebu Said’in devamla) Vallahi, güneşin makara sesine benzer bir ses çıkardığını duydum ki, güneş parlak şekilde geri geldi.' dediğini duydum."

Derim ki: Bu isnat da bir şey ortaya koyamaz. Bir kere ricalinin adalet, zabt ve nakli taşımadaki ilmî durumları belli değil. İlim kitaplarında adları yok. Bu haberin ricalinden, değil hepsi içlerinden bir tanesi bile bu seviyede olsa, bu haber kesin sayılmaz. Ya birkaç tanesi aynı olan ve Amr b. Sabit gibi yalanı ile maruf birileri olursa ne olur?

Bu haberde "vahiy acısı" olduğu, "gün doğarken makara sesi gibi bir ses çıkardığı" yer alıyor ki, bunlar aklen geçersizdir. Diğerleri bunu söylememiştir. Eğer bu haber, Ebu Said gibi Hz. Ali’yi seven birinde olsaydı, elbette onu talebeleri naklederdi. Nitekim, Ali’nin faziletine dair olan Ebu Said hadisinde Efendimizin:

"Onları iki gruptan hakka daha yakını öldürecek" buyurduğunu, yine onun rivayeti ile Ammar (r.a.)’a:

"Seni bağî grup öldürecek" buyurduğunu bildirmişlerdir. Ebu Said’den aktarılan bu hadisler Ali ve arkadaşlarının, Muaviye ve arkadaşlarından daha haklı olduğunu ortaya koyuyor. Sahih olsa böyle bir haberi nasıl nakletmezlerdi? Oysa, böyle bir şey Hüseyin, kardeşi Ömer ve Ali tarafından anlatılmadı. Doğru olsaydı, onlardan hadis nakledenler bunu da anlatırlardı. Çünkü bu, büyük bir meseledir.

Yazar der ki: Müminlerin emîri Ali (r.a.)’nin rivayetine gelelim: Bize Ebu’l-Abbas el-Fergânî, Ebu’l-Fazıl Şeybanî, Recâ b. Yahya es-Samanî aracılığıyla 240. yılda Samarra’daki Harun b. Müslim, Ubeydullah b. Amr el-Eş'as, Davud b. el-Kemmid, amcası el-Müstehil b. Zeyd b. Sehleb isnadı ile Cüveyriye b. Misker’in şöyle dediğini anlattı: "Ali ile sefere çıkmıştım. Bana: Ya Cüveyre! Nebi (s.a.v.)’ye vahiy gelmişti. Başı da kucağımda idi..." diyerek bu haberi anlattı.

Derim ki: Bu, öncekilerden de zayıf bir isnat. Çünkü, bunda adaleti ve zabtı hiç bilinmeyen birçok meçhul adam var. Böyle bir haberi kendi başlarına anlatıyorlar. Eğer Ali böyle bir şey söyleseydi, Ali’nin maruf ashabı bunu anlatırdı. Bu senette hâli hiç bilinmeyen bir kadından, yine hâlleri meçhul adamlar naklediyor. Bırak sıfatlarını, adamların kimlikleri bile belli değil! Bununla bir şey ortaya konamaz. Hem bu haberde, buna göre daha iyi olan rivayete aykırılık vardır. Bununla beraber hepsi yalandır. Çünkü, Müslümanlar Hz. Ali’nin faziletleri ve Efendimizin mucizelerinden, buradakinden daha küçük şeyleri bile rivayet etmişlerdir. Bunu ise hadis otoritelerinden nakleden kimse yoktur. Hadis âlimlerinden Hz. Ali’nin faziletlerine dair eser yazanlar vardır. Nitekim, Ahmed b. Hanbel, Ebu Nuaym bu konuda kitap yazmışlar ve orada senedi zayıf birçok hadisi rivayet ettikleri hâlde, bunu anlatmamışlardır. Çünkü, diğerlerinin aksine bunun yalanı yüzünden okunuyor. Tirmizî, Nesaî, Ömer b. Abdülberr de bunu nakletmemişlerdir. Üstelik, Nesaî’nin Hz. Ali’nin özelliklerini anlatan bir de eseri var. Ebu Cafer et-Tahavî’nin naklettiğine göre; Ali b. Abdurrahman, Ahmed b. Salih el-Mısrî’nin "Yolu ilim olan bir kimsenin Esma’nın güneşin geri döndürülmesi hadisini bellemekten geri durması uygun olmaz. Çünkü o, peygamberlik alâmetlerindendir." dediğini söylemiştir.

Derim ki: Ahmed b. Salih bunu birinci tarikten nakleder. Buraya onun yalan olduğuna delâlet eden diğer lâfızlarını ve tariklerini almamış. Bu yolun ravileri Tahavî’ye göre yalancılığı bilinenler değil, hâli belli olmayanlardır. Bunun için haberin yalan olduğu ona görünmemiş. Tahavî’nin âdeti, hadis âlimlerinin kritiği gibi kritik etmek değildir. Bunun için Şerhu Meaniu’l-Âsâr adlı eserinde çeşitli derecedeki hadisleri nakleder ve ekseriyetle fıkhî kıyas cihetinden hüccet gördüklerini tercih eder, ekserisi de isnat yönünden sabit olmayan mecruh haberlerdir. Tahavî bunlara temas etmez. Onun bu konudaki bilgisi, hadis illetini bilen âlimler gibi değildir. Gerçi Tahavî, çok hadis bilen, fakih ve âlim biri idi.

Musannıf der ki: Ebu Abdullah el-Basrî anlatıyor: "Battıktan sonra güneşin geri gelmesi, nakledilmesini gerektirecek kadar kuvvetli bir hâldedir. Her ne kadar Hz. Ali’nin faziletine dair görünse de, aslında peygamberlik alâmetlerindendir. Ali’nin faziletlerinden birçoğu, peygamberlik alâmetlerinden olup, diğerlerinden imtiyazlıdır."

Derim ki: İşte bu ifade, bunun yalan olduğunun en belirgin delilidir. Çünkü, ilim ehlinin hadis otoriteleri, Hz. Ali’nin peygamberlik alâmetlerinden olmayan nice faziletlerini sıhah, sünen ve mesanid kitaplarında rivayet etmişler, belli sika kimselerden nakletmişlerdir. Eğer bu da sikaların rivayet ettiklerinden olsaydı, anlatılmasına en fazla rağbet edenler ve sıhhatine en hırslı insanlar âlimler olurlardı. Ama, bunların hiçbirisi, bu hadisi, ilim ehli birilerinin naklettiği bir senetle ele geçiremedi. Yalanına çok delil varken, zabtı ve adaleti ile bilinenlerin nakline rastlamadılar.

Yazar der ki: Ebu’l-Abbas b. Ukde anlatıyor: Bize Cafer b. Muhammed b. Amr, Süleyman b. Abbad’ın Beşşar b. Derra şöyle derken duydum, dediğini anlattı:

"Ebu Hanife, Muhammed b. Numan’a rastlayınca 'Sen, bu güneşin geri döndürülme hadisini kimden duydun?' diye sordu. Muhammed de: 'Ey Sariye, dağa!' hadisi kendisinden nakledilen adamdan başka birinden, diye cevap verdi." Bütün bunlar, hadisin gerçek olduğunun alâmetleridir.

Derim ki: Bu, ilim ehlinin imamlarının da bu hadisin doğruluğunu tasdik etmediklerini gösterir. İşte Ebu Hanife, meşhur imamlardan birisidir. O, Ali’yi itham edenlerden değildi. Çünkü, o Kûfelidir ve orası Şia yatağıdır. Orada nice Şiîye rastlamış ve Allah bilir Ali’nin faziletine dair neler neler duymuştur. O, Hz. Ali’yi sever ve ona bağlılığını izhar ederdi. Bununla beraber bu hadisi, Muhammed b. Numan üzerine inkâr etmiştir. İmam Ebu Hanife kesinlikle Tahavî ve emsalinden daha bilgili ve daha fakihti. Muhammed b. Numan, ona doğru bir cevap değil, aksine "Ey Sariye, dağa!" hadisini rivayet edenden başkasından, demekle yetinmiştir. Ona "hadi oradan, bu yalan!" denilir. Hangi şeyin yalanı, doğruluğa delâlet eder gösterilsin. Eğer öyle bir şey olsaydı; Ebu Hanife de Ömer’in, Ali’nin ve diğerlerinin kerametlerini inkâr etmiyordu. Ancak o, bu hadisi, birçok delillerin yalan olduğunu gösterdiği, şeriata aykırı olduğu, akla tersliği, tâbiîn ve tebe-i tâbiînin hadis âlimleri tarafından terk edildiği için inkâr etmiştir. Sahabe haberlerini nakledenler bunlardır. Ama, bunu onlar değil de, yalancılar, meçhuller, adalet ve zabt durumları bilinmeyenler naklettiler. Bu gibi adamlardan böyle bir haber nasıl alınabilir? Diğer Müslüman âlimleri de böyle bir haberin sahih olmasını isterler. Çünkü, onda peygamberlik mucizeleriyle, Hz. Ali’yi seven ve velâyetine kendini bağlayanlar için, onun fazileti söz konusudur. Ne yapsınlar ki, yalanı doğrulamaya cevaz veremiyorlar ve onu din gayreti için reddediyorlar.



4.5.4. "YÂ RAB! SOĞUK VE SICAĞIN ZAHMETİNİ ONA GÖSTERME."

Hem -nakl-i sahîh ile- İmam-ı Ali için duâ etmiş ki: ﺭﻗﻠﺍﻭ ﺭﺤﻠﺍ ﻪﻓﻜﺍ ﻢﻫﻟﻟﺍ Yani: "Yâ Rab! Soğuk ve sıcağın zahmetini ona gösterme." İşte şu duâ bereketiyle, İmam-ı Ali kışta yaz libasını giyerdi; yazda kış libasını giyerdi. Der idi ki: O duânın bereketiyle hiçbir soğuk ve sıcağın zahmetini çekmiyorum."



Hadis, daha uzun bir şekilde İbn Mace’nin Sünen’inde yer almaktadır. Yalnız, söz konusu ifade şu şekildedir:

«ﺪﺭﺑﻠﺍﻭ ﺭﺤﻠﺍ ﻪﻧﻋ ﺏﻫﺫﺃ ﻢﻬﻟﻟﺍ» "Allah’ım! Sıcak ve soğuğu(n eziyetini) ondan gider."

Zevâid’de: İsnadı zayıftır. Vekî’nin şeyhi olan Muhammed bin Ebu Leylâ’nın hıfzı zayıftır. Tek kaldığı rivayetlerle ihticac edilmez, denilmiştir.

Dolayısıyla bu rivayet nakl-i sahîh değil, nakl-i zaîftir.

Ancak, hadis Hayber gününde Hz. Ali (r.a.)’nin gözlerinin ağrıdığını, Peygamberimiz (s.a.v.)’in de onun gözlerine tükürüp dua ettiğini, akabinde gözlerinin iyileştiğini ve sancağın ona verildiğini belirtir ki, yukarıdaki ilâveler olmaksızın Buharî’nin Sahih’inde de vardır.



4.5.5. "RESUL-İ EKREM, HZ. ALİ’NİN HİLÂFETİNİ ARZU ETMİŞ (...)."

Âl-i Beyt’ten bir kutb-u âzam demiş ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali’nin (R.A.) hilâfetini arzu etmiş, fakat gaibden ona bildirilmiş ki: Murâd-ı İlâhî başkadır. O da, arzusunu bırakıp, murâd-ı İlâhî’ye tâbi’ olmuş."



Ramuz’da bu konu hakkında yer alan iki hadis şöyledir:

"Ya Ali! Senin hakkında Allah’tan beş şey istedim. Birini vermedi, dördünü verdi. Ümmetimin senin (hilâfetin) üzerinde toplanmasını istedim; razı olmadı. (...)"

"Ya Ali! Allah Azze ve Celle’den, seni (hilâfette) öne geçirmesini üç kere istedim; razı olmadı, Ebu Bekir’i öne geçirdi."

Aliyyu’l-Karî, "Ya Ali!" diye başlayan birkaç hadisin tenkidini yaptıktan sonra şöyle der: Bazı muhakkikler dedi ki: Aleyhissalâtu Vesselâm’ın, "Ya Ali! Sen bana, Harun’un Musa’ya olan mertebesindesin. Ancak, benden sonra nebi yoktur." sözünden başka, "ya" nida edatıyla, (Hz. Peygamber’in) "Ali’ye vasiyetler"ini (vesāyâ ‘Alî) belirten hadislerin tümü mevzudur.

Keza Şevkânî de aynı kanaattedir. Yukarıdaki hadisler de, bu cinsten olup uydurmadır.

Abbas, Hz. Peygamber’in vefatıyla sonuçlanan son hastalığı sırasında, Resulullah’ın bu hastalığından vefat edeceğini sandığını Hz. Ali’ye söylemiş ve onu halife olması için teşvik etmişti. Hz. Ali’ye, Resulullah’a beraberce gidip hilâfetin kimde olacağını sormayı teklif etmiş, "Eğer bu iş biz (Haşimîler)de olacaksa, biz bunu bilelim. Bizden başkasında olacaksa, kendisine söyleyelim de bu işi bize vasiyet etsin!" demişti. Hz. Ali (r.a.) ise bunun üzerine, "Vallahi, eğer biz bu işi Resulullah’a sorar, o da bizi bundan men ederse, (onun vefatından) sonra insanlar bunu (delil getirerek, halifeliği) ebediyyen bize vermezler. Bu sebeple ben, bu (halifelik) meselesini Resulullah (s.a.v.)’a asla sormam!" demişti. Resulullah, Hz. Ali (r.a.)’nin hilâfetini arzu etmiş ve fakat bu arzusunun gerçekleşmeyeceğini, hele halifenin Hz. Ebu Bekir olacağını ona bildirmiş olsaydı; şüphesiz ki Hz. Ali, Hz. Abbas’a böyle cevap vermezdi...



4.5.6. "ULÛM-U EVVELÎN VE ÂHİRÎN (...)"

(...) ulûm-u evvelîn ve ahirîni bildiğini müftehirane iddia eden Hz. Ali (R.A.) (...)

(...) (Hz. Ali) diyor ki:

"evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur"



"Ya Ali!" diye başlayan hadislerin durumunu zikrettik. İşte, onların en kötülerinden biri de, Said Nursî’nin Hz. Ali’ye isnat ettiği bu uydurmadır.

İmam Saganî dedi ki: "Ali’ye vasiyetler"de bulunan, "Ya Ali! Falanın üç alâmeti vardır" diye başlayıp, tayin edilmiş özel vakitlerde cinsî münasebeti yasaklayarak sonlanan bütün hadisler uydurmadır. Bu vasiyetlerin en sonu şöyledir: "Ya Ali! Sana, Bu vasiyetle evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi verildi." Bunu Hammad b. Amr en-Nusayrî uydurmuştur.

Suyutî de el-Lealî’de dedi ki: "Ali’ye vasiyetler" de böyle uydurmadır. Hammad b. Amr, bunları uydurmakla itham edilmiştir ve o yalancıdır, hadis uydurur. (...) Abdullah b. Ziyad b. Sem'an da uydurduğu vasiyetlerle itham edilmiştir, şeyhi (Aliyyu’bnu Zeyd) de "bir şey değil"dir.

Velhâsıl Said Nursî, ilk halifenin kim olacağını bile -doğal olarak- bilemeyen Hz. Ali (r.a.)’yi âdeta mutlak ilim sahibi olarak takdim etmiştir...



4.5.7. "ZÂT-I AHMEDİYE, HZ. ALİ’YE FERMAN ETMİŞ Kİ (...)"

Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, (...) Hz. Ali’ye (R.A.) ferman etmiş "Senin ile Âişe beyninde bir hâdise olsa..." ﺎﻬﻧﻤ ﺄﻤ ﺎﻬﻐﻠﺒﻮ ﻕﻓﺮﺎﻓ



Gümüşhanevî bu hadisi, yakın ifadelerle Ramuz’a almıştır:

"Yakında seninle Aişe arasında bir iş (hadise) olacak." Bunu Ali’ye söyledi. (Ali) dedi ki: "Bu durumda ben, onların en şakisiyim (demektir) ya Resulullah!" Dedi ki: "Hayır! Lâkin, bu olduğunda sen onu emin olacağı bir yere geri çevir!"

Gümüşhanevî, bu hadisi Ahmed b. Hanbel’in ve Kebir’de Taberanî’nin Ebu Refi’den rivayet ettiğini ve hadisin zayıf olduğunu belirtmiştir.



4.6. VEHHABÎLİK İTHAMI

Ehl-i vukufun insafsızca ve hatâlı ve haksız tenkidleri, vehhâbîlik damariyle İmam-ı Ali Radıyallahü Anhın Nurlarla ciddî alâkasını ve takdîrini çekemeyerek ve geçen sene zemzem sularını döktüren ve bu sene haccı men'eden evhâmın te'siri altında o yanlış ve hasudâne itirazları "Beşinci Şuâ"a etmişler. (...)

Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelutiye Kasidesi’nde rumuzlu işârâtiyle pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-i îmaniyede hususî üstadım, "İmam-ı Ali"dir. (R.A.) ve "Kul lâ es'elukum aleyhi ecran ille’l-meveddete fi’l-kurbâ" ayetinin nassiyle, Al-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esasdır. Ve Vehhabilik damarı, hiçbir cihetle nurun hakikî şâkirdlerinde olmamak lâzım geliyor. (...)

İşte, şimdi gizli münafıklar, Vehhabilik damariyle, en ziyade İslâmiyeti ve hakikat-ı Kur'aniyeyi muhafazaya me'mur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikatı Alevilikle itham etmekte birbiri aleyhine istimâl ederek, dehşetli bir darbeyi İslâmiyete vurmağa çalışanlar meydanda geziyorlar. Sen de bir parçasını mektubunda yazıyorsun. Hattâ sen de biliyorsun, benim ve Risale-i Nur’un aleyhinde istimâl edilen en te'sirli vasıtayı hocalardan bulmuşlar. Şimdi, Haremeyn-i Şerifeyne hükmeden Vehhabiler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden, İbn-üt-Teymiye ve İbn-ül-Kayyım-i Cevzî’nin pek acib ve cazibedar eserleri, İstanbul’da, çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid'alara müsaadekâr meşreblerini kendilerine perde yapmak istiyen bid'alara bulaşmış bir kısım hocalar; sizin, muhabbet-i Al-i Beytden gelen ve şimdi izharı lâzım olmıyan içtihadınızı vesile ederek; hem sana, Hem Nur Şâkirdlerine darbe vurabilirler. (...)

Hz. Gavs-ı Geylani fitne-i ahir zamanda Sünnet-i Seniyyeyi ve Esrar-ı Kur'aniyeyi muhafazaya ve neşre çalışan bir mürîdine (Said Nursî’ye) on beş emare ile iltifat eder. Ve onunla konuşursa elbette İslâmiyet’in te'sisinde Esedullah unvanını alan ve ulûm-u esrariyede "ene medînetu’l-ilmi ve Aliyyun bâbuhâ" hadisine mazhar bulunan ve keramat-ı harika ile iştihar eden ve vehhabilerin ecdadı olan Haricileri kılınçtan geçiren... ve Gavs-ı Azam’ın ceddi ve üstadı olan Hz. Ali (R.A.) elbette Al-i Beytine bir cihette düşman olan Vehhabilerin Haremeyn-i Şerifeyni istilası hengamında ve Haricilerden daha berbat bir tarzda Sünnet-i Seniyyeye muhalefet eden bir kısım ulema-üs su' ve zalimlerin istilası zamanında Risale-i Nur vasıtası ile Risale-i Nur şâkirdleri bütün kuvvetleriyle Sünnet-i Seniyyenin muhafazasına ve Al-i Beytin hürmetine ve meveddetine çalışmaları ve o müthiş mehalike karşı sarsılmadıkları halde imdat-ı ruhaniye ve kuvve-i maneviyenin takviyesine pek çok muhtaç oldukları bir zamanda o ulûm-u evvelîn ve ahirîni bildiğini müftehirane iddia eden Hz. Ali (R.A.) hiç mümkün müdür ki; Evladından olan Gavs-ı Geylani’den geri kalsın. Şeceat-ı Haydaranesiyle Risale-i Nur şâkirdlerinin imdadına yetişmesin. Elbette bu suretle yetişir ve yetişti. (...)

Şu vehhabi mes'elesinin kökü derindir. An'anesi zaman-ı sahabeden başlıyarak gelmiş. İşte o an'ane üç uzun esaslarla gelmiştir.

Birincisi: Hz. Ali (R.A.) vehhabilerin ecdadından ve ekserisi necid sekenesinden olan haricilere kılınç çekmesi ve nehrivanda onların hafızlarını öldürmesi onlarda derinden derine hem din namına şialığın aksine olarak Hz. Ali’nin (R.A) faziletlerine karşı bir küsmek bir adavet tevellüd etmiştir. Hz. Ali (R.A.) şah’ı velâyet ünvanını kazandığı ve turuk-u evliyanın ekser-i mutlakı ona rücu’ etmesi cihetinden haricilerde ve şimdi ise haricilerin bayraktarı olan vehhabilerde ehl-i velâyete karşı bir inkâr bir tezyif damarı yerleşmiştir.

İkincisi: Müseylime-i kezzabın fitnesiyle irtidada yüz tutan necid havalisi Hz. Ebûbekir’in (R.A.) hilâfetinde Halid İbn-i Velid’in kılıncıyla zir-u zeber edildi. Bundan necid ahalisinin hulefa-i raşidine ve dolayısıyle ehli sünnet vel cemaata karşı bir iğbirar seciyelerine girmişti. Halis müslüman oldukları halde yine eskiden ecdadlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar, nasıl ki ehl-i İran’ın Hz. Ömer’in (R.A.) adilâne darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için şialar, Al-i beyt muhabbeti perdesi altında Hz. Ömer’e (R.A) ve Hz. Ebûbekir’e (R.A.) ve dolayısıyle ehli sünnet ve cemaate daima muntakimane fırsat buldukça tecavüz etmişler.

Üçüncü Esas: Vehhabilerin azim imamlarından acib dehaları taşıyan meşhur İbn-i Teymîye ve İbn-i Kayımil-cevzî gibi zâtlar Muhyiddîn-i Arab (K.S.) gibi azim evliyaya karşı fazla hücum ettikleri ve gûya mezheb-i ehli sünneti Şi’âlara karşı Hz. Ebûbekrin (R.A.) Hz. Ali’den (R.A.) efdaliyetini müdafaa ediyorum diyerek Hz. Ali’nin (R.A.) kıymetini düşürüyorlar. Harika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddîn-i Arab (K.S.) gibi çok evliyayı inkâr ve tekfir ediyorlar. Hem vehhabiler kendilerini Ahmed İbn-i Hambel mezhebinde saydıkları için Ahmed İbn-i Hambel Hazretleri bir milyon hadîsin hâfızı ve râvisi ve şiddetli olan Hambeli mezhebinin reisi ve halk-ı Kur'ân mes'elesinde cihan pesendane salabet ve metanet sahibi bir zât olduğundan onun bir derece Zahiri ve Müteassibane ve alevîlere karşı muhalefetkârane mezhebinden din namına istifade edip bir kısım evliyanın türbelerini tahrib ediyorlar ve kendilerini haklı zan ediyorlar. Halbuki bir dirhem hakları varsa bazen on dirhem ilâve ediyorlar. (...)




Said Nursî, kendisi ve risaleleri ile Hz. Ali arasında var olduğunu hayal ettiği bağı inkâr edenleri "Vehhabîlik"le itham etmiştir. Said Nursî, bu hurafeleri kabul etmedikleri için "medreseden çıkanlar"ı da anlayamamakta; onların "kötü âlimler olduğunu ve bid'atlere müsait olan Vehhabîliği perde altında kabul ettiklerini" söylemektedir. Nur Risaleleri’ndeki ebced ve cifir hesapları, Celcelutiye, Ercüze ve bunlardan çıkarılan neticeleri tenkit eden bilirkişilerin ve bazı hocaların maruz kaldıkları bu itham, elbette ağır bir ithamdır. Ehl-i vukuf, Said Nursî ve talebelerinin muhakemeleri sürecinde mahkemelerce ilmî meselelerde danışılan ve Diyanet İşleri Başkanlığınca görevlendirilen kişiler olduklarına göre; Nur Risaleleri’nde iddia edildiği gibi Hz. Ali’nin Nur Risaleleri ve Said Nursî ile alâkasına, takdirine; acaba Vehhabîlikleri, evhamları, çekemezlikleri, hasetlikleri yüzünden mi itiraz etmişlerdir? Yoksa bunların ilme, aklıselime açıkça aykırı olan hurafeler, evhamlar olduğu için mi?

Said Nursî, Nur Risaleleri’nin Hz. Ali’nin eseri olduğunu kabul etmeyenleri bile Hz. Ali düşmanı müfrit Vehhabî ilân etmiştir:

(...) hocalar, hattâ İstanbulun eskide dost hocaları, kaçmağa; ve az bir kısmı, tenkide çalışmaya; hattâ Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’ye adavetleri bulunan müfrit Vehhâbîlik hesabına Risale-i Nurun Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin bir mânevî hediyesi ve eseri olmasından, itiraz etmeye başlamışlar. Fakat biz, İstanbul âlimlerinden kızmıyoruz, belki bir cihette memnunuz... Çünki, başkalara nisbeten ilişmiyorlar.

Konunun açığa çıkması için, Nur Risaleleri’nde dile getirilen ifadeleri buraya aktardık. Daha sonra Vehhabîlikle ilgili bir bilgi notu ekledik. Kitabımızda İbn Teymiye’nin ve İbn Kayyım’ın eserlerinden de faydalandığımız için, muhtemelen biz de bu suçlama ile karşı karşıya kalacağız. İmam Şâfiî’nin Rafızîlikle itham edildiğinde "Hz. Muhammed’in âlini sevmek Rafızîlik ise; ins ve cin tanık olsun ki, ben Rafızîyim" dediği gibi biz de peşinen diyoruz ki: Said Nursî’nin hayallerini, hezeyan ve kuruntularını kabul etmemek Vehhabîlik ise, biz de Vehhabîyiz. Hem de biz, bu Vehhabîliği Hz. Ali’yi sevdiğimiz, bu derekede ona nispet edilenleri ona yakıştıramadığımız için yapıyoruz...


4.6.1. VEHHABÎLİK NEDİR?

Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Siyasî ve İtikadî Mezhepler Tarihi’nde şöyle der:

Vehhabîlik, Arap yarımadasında ortaya çıkmıştır. Şahısların aşırı derecede kutsallaştırılması, onlardan bereket umulması, onları ziyaret ederek Allah’a yakın olmak istenilmesi, dinde bulunmayan bid'atlerin çoğalıp dinî törenlere ve dünyevî işlere hâkim olması sebebiyle, ortaya, bunlara karşı çıkan ve İbn Teymiye’nin mezhebini yeniden canlandıran Vehhabîlik çıkmıştır.

Vehhabîliğin kurucusu, M. 1787’de vefat eden Muhammed b. Abdülvehhab’tır. Bu zat, İbn Teymiye’nin eserlerini okumuş, onları beğenmiş, onları derince incelemiş ve teoriden pratiğe çıkarmıştır.

Aslında Vehhabîler, inanç hususunda, İbn Teymiye’nin görüşlerine bir şey ilâve etmiş değillerdir. Ancak bunlar, İbn Teymiye’den daha katı bir tutum izlemişler ve onun eserlerinden, onun temas etmediği bir kısım sonuçlar çıkarmışlardır. Zira, bu yeni meseleler İbn Teymiye zamanında tartışmaya konu olan meselelerden değildi. Vehhabîlerin çıkarmış oldukları sonuçlar kısaca şunlardır:

1. Vehhabîler, ibadetlerin, sadece Kur'an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Seniyenin beyan ettiği ve İbn Teymiye’nin anlattığı şekilde yapılmasıyla yetinmeyip, örf ve âdetlerin de tamamen İslâm çerçevesi içinde devam etmesini gerekli görmüşlerdir.

Bu sebeple Vehhabîler, sigara içmeyi haram saymışlar ve bu hususta çok titiz davranmışlardır. Hatta, Vehhabîlerin halk tabakası, sigara içen kimseye müşrik nazarıyla bakarlar. Vehhabîler bu davranışlarıyla, büyük günah işleyen kimseyi tekfir eden (kâfir sayan) Haricîlere benzemiş oldular.

2. Önceleri kahve ve benzeri şeyleri de haram sayıyorlardı. Fakat, daha sonraları bu görüşten vazgeçtikleri anlaşılmaktadır.

3. Vehhabîlik, sadece bir inanç ve amel şeklinde kalmadı. Vehhabîler, kendilerine muhalif olanlara karşı savaşa giriştiler. Çünkü, bid'atlere karşı savaştıklarına, bid'atlerle savaşmanın gerekliliğine, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma vazifesinin bir vecibe olduğuna inanıyorlardı. Böylece, Allah Tealâ’nın, şu ayet-i kerimede beyan ettiği hükmü yerine getirmiş olacaklardı: "Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülüğe mâni olursunuz ve Allah’a iman edersiniz. Eğer kitap ehli de iman etseydi, onlar için daha hayırlı olurdu." (Âl-i İmrân, 3/110)

Savaş alanında Vehhabîlik düşüncesine komutanlık yapan kişi, bugün Suudî Arabistan’a hâkim olan Suud ailesinin dedesi Muhammed b. Suud idi. Bu zat, Muhammed b. Abdülvehhab’ın eniştesiydi. Onun mezhebini kabul etti ve ona aşırı derecede bağlandı. Muhammed b. Suud, halkı bu mezhebe kılıç zoruyla davet ediyordu. Bunu, sünnetleri ihya etmek ve bid'atleri ortadan kaldırmak için yaptığını ilân ediyordu.

Belki de zora başvuran bu dinî hareketin altında, Osmanlılara karşı isyan etme düşüncesi yatmaktaydı. Hâsılı, bu mezhebe silâh gücüyle davet hareketi devam etti. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Vehhabîlik hareketini bastırmak için askerî kuvvet gönderdi. Fakat, onları ortadan kaldıramadı. Nihayet, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, güçlü ordusuyla Vehhabîlerin üzerine yürüdü ve onları birkaç savaşta mağlup etti. Böylece Vehhabîlerin askerî gücü ortadan kalkmış oldu. Ancak, bazı kabileler içinde gizlenen bir azınlık kaldı.

Kuvvet buldukça şiddete başvuran ve saldıran, karşılık gördüğünde ise kabuğuna çekilen bu düşünce, Riyad’ı ve çevresini kendisine merkez seçmişti.

4. Vehhabîler, ellerine geçirdikleri köy ve şehirdeki türbeleri yıkıp harabe hâline getirdiler. Öyle ki, Avrupalı bazı yazarlar bile Vehhabîleri "mabet yıkanlar" diye adlandırmışlardır. Böyle isimlendirilmelerinde elbette aşırılığın payı vardır. Çünkü, türbeler mabet değildir.

Bununla beraber, belki de, içinde veya bitişiğinde kabir bulunan mescitleri yıktıkları için onlara bu isim verilmiştir. Bu hareketi yaparken de Peygamber Efendimizin; İsrailoğullarının, peygamberlerinin kabirlerini mescit yapmalarını çirkin görmesi hadisine dayanmış olabilirler.

5. Vehhabîlerin şiddet eylemleri bununla da kalmadı. Türbe şeklinde olmayan kabirleri de yıktılar. Hicaz topraklarında iktidarı ellerine geçirince, bütün sahabe-i kiramın kabirlerini yıkıp yerle bir ettiler. Buralarda kabir olduğunu gösteren başka bir şey bırakmadılar.

Vehhabîler, kabirlerin ziyaret edilmesine izin verirler. Ancak, ziyaretçinin kabirde yatana "selâmun aleyke" demesi dışında bir şey söyleyemeyeceğini belirtirler.

6. Vehhabîler, aslında putçuluk olmayan ve putçuluğa yol açmayan bazı basit meselelere takılıp kaldılar. Bunlara hep karşı çıktılar. Meselâ: Fotoğraf çektirmeye karşı oluşları bunlara bir örnektir. Ancak idarecileri, bu gibi meselelere kulak asmamakta ve tatbikata koymamaktadırlar.

7. Vehhabîler bid'at mefhumunu, şaşılacak derecede geniş bir anlamda yorumladılar. Onlara göre, Ravza-i Mutahhara’ya perde asmak dahi bid'attir. Bu sebeple Ravza’da bulunan perdelerin yenilenmesini yasakladılar. Neticede, perdeler eskiyerek parça parça oldu. Öyle ki, Peygamber’in huzurunda bulunan kişiyi ilahî nur aydınlatmasaydı veya bu kişi kendisini, Peygamberlerin Efendisine vahyin indiği yerde hissetmeseydi, mübarek kabirde bulunan eskimiş perdeler, onun için, göze çirkin görünen birer parça olabilirdi.

Ayrıca Vehhabîlerin bazıları, bir Müslümanın "Peygamber Efendimiz" demesini bile bid'at sayarlar. Bu hususta çok ileri gittiler. Davalarını yaymak için sert ve kaba konuştular. Böylece, birçok insan kendilerinden şiddetle kaçar oldu.


4.6.2. VEHHABÎLİĞİN İBN TEYMİYE’YE NİSBETİ

Vehhabîlik, çöl şartlarına göre, bedevî bir cemiyet içinde Selefîlik iddiasıyla ortaya çıkan, bilgisiz, kültürsüz, tarihsiz ve mutaassıp kişiler tarafından temsil edilen, İslâm âleminin muhtelif yerlerinde tesirini hissettirmiş olan bir harekettir. Bilgisizlikleri, aşırılıkları ve taassupları bir yana bırakılırsa, bugünkü Vehhabîlik lâyık olduğu seviyeye çıkamamış bir Selefîliktir.

Cahil taraftarlarının bütün aşırılıklarını ve taşkınlıklarını İbn Teymiye’ye bağlamak son derece hatalı olur.

Her fırkanın, mezhebin, tarikatın mensupları kendilerini bazı müçtehitlere, imamlara ve mutasavvıflara nisbet ederler. Önemli olan, bu nisbetin sıhhat derecesi, büyüklerin fikir ve görüşlerinin ne kadar temsil edilebildiğidir. İbn Teymiye’nin eserlerini okuyan, onlardan etkilenen sadece Vehhabîler de değildir. Süleyman Uludağ bunların isimlerini verir.

Ömer Nasuhi Bilmen de şöyle demiştir:

Filhakika, pek yüksek bir âlim olan İbn Teymiye’nin bir kısım sözlerini bilâhare bazı mutaassıp kimseler senet ittihaz etmiş, bunları kısmen yanlış tefsire tâbi tutmuş, bu zatın sarih sözlerine bakmayıp da bazı sözlerinin lâzımını ele almış, bunları bugünkü Vehhabiye mezhebinin esasları meyanında göstermişlerdir. Yoksa, İbn Teymiye’nin âlim, fazıl, müteşerri, zahit bir zat olduğunda şüphe yoktur.


4.6.3. İBN TEYMİYE’NİN İBN ARABÎ’Yi VE VAHDET-İ VÜCUD
TELÂKKİSİNİ TENKİDİ

Bizim bu bölümdeki amacımız; İbn Arabî’yi ve vahdet-i vücud telâkkisini incelemek değildir. Bu mesele, kitabımızın "Nur Risaleleri’nde İtikadî Meseleler" bölümünde kısmen ele alınacaktır. Burada bu konuya, bahsimizle ilgisi kadar değinilecektir.

Ömer Nasuhi Bilmen şöyle diyor:

(Muhyiddin-i Arabî hakkında görüş sahiplerinden) ikinci zümreye göre İslâmiyet’in itikadî, amelî, ahlâkî esasları Kur'ân-ı Mübin ile, Sünnet ile, büyük müçtehitlerin icma ve içtihatlarıyla sabit olmuş, takarrur etmiştir. Dinî tabirlere, mefhumlara bütün âlimler, hakikî sufiler riayet ede gelmişlerdir. Halkın yanlış telâkkisine meydan verecek yazıların, tabirlerin makduhiyeti de yine umum İslâm uleması, sofiyesi tarafından kabul edilmiştir.

Hele dinî mesail içinde bir kısım hükümler vardır ki, bunlara "zaruriyât-ı dîniyye" denir. Halık-ı Âlem’in ezeliyet ve ebediyeti, mahlûkatın hudusu, fenası ve Zat-ı Barî’nin birer eser-i kudreti olmaları gibi. Bu hükümlere muhalefet, İslâmiyetten rabıtayı kesmek demektir. Binaenaleyh elimizde böyle bir mikyas vardır. Artık bir söz, ümmetin herhangi bir ferdinden sâdır olursa olsun, o ferdin şahsına değil, o sözüne bakılır. Peygamberlerden başka hiçbir kimse masum olmadığından herhangi bir şahsın bidayeten veya nihayeten hataya, küfre düşmesi daima imkân dairesindedir. Bu hâlde söylenilen söz, bu mikyasa muvafık ise haktır, değilse batıldır. Ve bu butlan derecesine göre söyleyenin ya fıskını veya küfrünü müstelzimdir.

Muhyiddin-i Arabî’ye gelince, bunun ilme fadlen muktedir bir şahsiyet olduğu inkâr edilemez ve ahirete ne vechile gittiği de bilinemez. Fakat, bir kısım sözleri vardır ki, bunlar dinî mikyasa muhaliftir, bunların bir kısmı, sahibinin fıskını, icmaya muhalefetini; diğer bir kısmı da iman dairesinden büsbütün çıkmasını müstelzimdir.

Muhyiddin’in kitaplarında, bahusus Fusûsu’l-Hikem’inde bu gibi birçok sözlere tesadüf olunuyor, Firavunun imanına, cehennem azabının adem-i devamına kail bulunuyor, âbide mabudiyet, mahlûka halıkiyet sıfatını izafe ediyor, bütün ecza-i kâinata birer hıssa-i ulûhiyet ayırarak onlara karşı yapılacak ibadetlerin Allah’a ibadet olacağını iddia ediyor, daha birçok sözler var ki, hiçbir vechile tevcih ve tevili kabil bulunmamakta. Eğer bu sözlerde bütün dinî esaslara, lisan kanunlarına, kadim Sofiyye hazeratının nezih, perhizkârane sözlerine muhalif olmalarına rağmen, tevil edilirse artık cihanda batıl hiçbir söz kalmamak ve hiçbir batıl akide bulunmamak icap eder. Bunun neticesinde sözler, maksatlara, hakikatlere delâlet hassasından mahrum kalır.

Hâsılı bu sözler sarihtir, bunları tevile çalışmak zaittir, bunlar bir vecd ve sekir hâlinde söylenmiş şeyler de değildir. Çünkü, kitaplarda yazılmış, bunların ibkasına kailleri tarafından çalışılmıştır. Bu sözler, masum halkın temiz akidelerini bozuyor, bir kısım kimseleri ilhada sevk ediyor, evamir ve nevahîye itaat kalmıyor, kendilerinde birer rububiyet hıssası görerek birer firavun kesiliyorlar. Bu hâl ise hem ferdin, hem cemiyetin saadetine, intizamına muhaliftir.

Bir "vahdet-i vücud" sözüdür birtakım lisanlarda deveran edip duruyor, daha ilimlerin mebadîsinden haberdar olmayan bir nice gafiller, işittikleri bu sözün tesiriyle ne muzlim çukurlara yuvarlanıp gidiyorlar.

Evet... "Vahdet-i vücud" haktır, şu manaya ki: Bütün mükevvenat, hâdistir, mahluktur; Allah’ın kudretiyle kaimdir, Allah Tealâ ise ezelîdir, kadimdir, halık-ı kâinattır, bizzat kadimdir. Binaenaleyh, bütün mükevvenat kendi mahiyetine nazaran yok mesabesindedir. Hak Tealâ’nın varlığı karşısında âdeta bir zıll-i zailden, bir hayalden ibarettir. Bunlar bizzat kaim olmadıklarından kendilerinde hakikî bir varlık şemmesi mevcut değildir. İşte bu itibarla (lâ mevcûde illâ hû) denir ve Allah’tan başka olan mevcutlar yok hükmünde tutulur. Yoksa, bunların da Hakk’ın vücuduna delâlet eden, Hakk’ın kudretiyle kaim birer vücudu vardır.

Evet... Sâlike bazen seyr-ü sülûk esnasında bir tecelli, bir vecd ve sekir hâli ârız olur, masiva gözünde kaybolup kendisini de göremez bir hâle gelir, kendisine yalnız Hakk’ın şaşaası lâyih olmaya başlar. Güneş doğduğu zaman yıldızlar gökten kaybolduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın tecelli nurları parlamaya başlayınca da masiva göze görünmez olur. Bu, bir vahdet-i vücud değil, bir vahdet-i şuhûddur. Artık sâlik, Haktan başkasını görmeyince Allah Tealâ’yı -hâşâ- her şeyin aynı imiş gibi zanneder, diğer bir tabir ile her şeyi Allah’ta mündemeç, onunla müttehid gibi görmek hayaline düşer. Bu hâl ise bir sâlik için ilk merhaledir ve İmam Rabbanî’nin dediği gibi bir berzahtır, tehlikeli bir ibtilâdır. Vakta ki, sâlik bu merhaleden ileri gider, nusrat-ı ilâhî de kendisini teyit eder, o zaman anlar ki, bütün eşya, Vücud-u Hakk’ın -hâşâ- aynı değil, belki onun birer feyzidir, kudret-i Hakk’ın taallûkiyle vücuda gelmiş birer şahid-i rububiyettir.

Artık böyle bir sâlik, ya o ilk merhaledeki zannına göre söz söyleyerek feyz-i ilâhîden mahrum, sukuta mahkûm olur, veya nadim ve tâib olarak bu mühlikeden kurtulur. "Rabb’in dilediğini yaratır ve seçer. (...)" (Kasas, 28/68)

Demek oluyor ki, böyle bir tarzda vahdet-i vücud tecellisi muvakkattır, tekâmül mertebesinden dûn bir şuhûd hâletinden ibarettir ki, bu sâlik için bir akabe demektir. Bundan geçmeyen bir sülûk sahibi, büyük tehlikelere maruz kalabilir.

İşte Fusus’taki sözlerin bir kısmı da sahibinin bu mehlekelere duçar olduğunu göstermektedir.

Şeyh Alâüddin en-Neccarî, İzzüddin b. Abdüsselâm, Takıyyüddin b. Dakîk, Zeynüddin el-Irakî, İmam Ebu Hayyan, Şeyhülislâm İbn Teymiye, Allâme-i Taftazanî, Aliyyü’l-Karî, Siracüddin el-Bülkinî, Şemsüddin Muhammed el-Cezerî, Kutbüddin el-Kastalânî, Bedrüddin Muhammed b. Cemâa, şarih-i Sahihü’l-Müslim Kadî Şerefüddin, Allâme Ebu Amr b. el-Hâcib, Sadüddin Çelebi, Şeyhülislâm Ebu Zür'a, Çivizade İbrahim Bikaî, İmam Radıyyüddin b. el-Hayyât, Zeynüddin el-Ezhed gibi pek meşhur ve muktedir ulemadan, muhaddisînden, fukahadan, sofiyeden birçok zevat bu ikinci zümreye dâhildir.

Müfessir Ebu Hayyân, "Andolsun 'Allah, ancak Meryem oğlu Mesih’tir' diyenler elbette kâfir olmuşlardır. (...)" (Mâide, 5/72-73) ayet-i celilesinin tefsirinde diyor ki:

"Zahiren Müslüman kisvesine bürünen, sofiyeye intisap davasında bulunan birtakım kimseler vardır ki, bunlar hulûle, ittihada kaildirler. Hallâc, İbn Arabî ve saire gibi."

Şeyhülislâm İbn Teymiye de bir mektubunda şöyle diyor: "Ben evvelce İbn Arabî hakkında hüsnüzan ve tazim edenlerdendim, çünkü (Fütûhat-ı Mekkiyye, Metâli’u’n-Nücûm, ed-Dürretü’l-Fâhira, el-Muhkemu’l-Merbût gibi) kitaplarında faideli şeyler görmüştüm, fakat hakikî maksadına muttali olmamış, Füsûs’u gibi eserlerini henüz okumamıştım. Biz din kardeşlerimizle toplanır, hakkı araştırır, tarikin hakikatini anlamaya, keşfe çalışırdık, vakta ki iş anlaşıldı, artık üzerimize vacip olan şeyleri anlamış olduk."

İbn Teymiye, daha birçok malûmat veriyor ve ezcümle diyor ki: "Vahdet-i vücuda kail olanlar üç tarike ayrılmıştır. İbn Arabî, birinci tarike mensuptur. Bundan dört yüz sene mukaddem İslâm muhitinde bir bid'at türemişti, o da madumun ilm-i ilâhîden hariç, bir şeyi sabit olması iddiasıydı. İbn Arabî, bu iddiada bulunanlara iltihak etmiştir. Füsûs’taki iki esastan biri budur. Diğeri de, Hâlık ile mahlûkatın vahdet-i vücuduna kail olmasıdır. Bu sözleriyle kendisinden evvelki bütün meşayihten, ulemadan ayrılmış bulunuyordu. Mütebakî İttihadiyenin kavilleri de böyledir. Şu kadar var ki, onların arasında İslâm’a en yakın olan İbn Arabî’dir. Onun birçok yerlerde güzel sözleri vardır. Çünkü, o mezahir ile muzahir beyn’ini ayırıyor, emri ve nehyi ve olduğu gibi şerayii ikrar ediyor, sair meşayih gibi bir kısım ahlâk ile, ibadât ile seyr-ü sülûkta bulunmayı tavsiyede bulunuyor. Bunun içindir ki, bir çok âbid kimseler onun sözlerini hakayıkını anlamaksızın ahzetmiş, onunla intifada bulunmuştur. Fakat, bu hakayıkı anlayarak İbn Arabî’ye ittiba edenlerin sözleri ise malûm..."

İmam Suyutî’nin Muhyiddin-i Arabî hakkındaki sözlerine gelince; bunlar mütenakız görülmektedir. Şeyh Burhanüddin el-Bikaî ile muarazada bulunmuş, Tenbîhu’l-Gabî an Ta‘ni İbn Arabî namındaki eserinde İbn Arabî’nin tarikini tasvip ve müdafaa etmiştir. et-Tahrir li İlmu’t-Tefsir unvanlı kitabında ise İbn Arabî’nin tarikatını tahtıe etmiş, "Kur'an-ı Kerim’i cevher-i lâfzînin iktiza etmediği bir vechile tefsir etmek tahrim-i galiz ile haramdır. Kendisine Kitabu’l-Füsûs nisbet edilen mübtedi’ İbn Arabî’nin yaptığı gibi..." demiştir.

Kezalik İtmamu’d-Diraye şerhu’n-Nikâye unvanlı eserinde de şöyle demişlerdir: "Biz itikat ederiz ki; ilmen, amelen, sohbeten Sofiyenin seyyidi bulunan Ebu’l-Kasım el-Cüneydî’nin tariki, kavim bir tariktir. Çünkü bu, bid'atlerden hâlî, tefviz ve teslim, nefisten teberrî dairesinde carîdir. İbn Arabî ve emsali gibi mutasavvifeden bir cemaatın tariki hilâfına ki, o zendikadır, Kitaba ve Sünnete münafîdir."

Vaktiyle Yemen havalisindeki ulema ve Sofiyeden bir kısmı Muhyiddin-i Arabî’ye şiddetle taraftar olup, onu müdafaa ediyor, eserlerini tedrise, neşre çalışıyordu. Ezcümle Cemalüddin-i Kirmanî bu zatın kitaplarını tedris ile, tavzih ve tefsir ile meşgul oluyordu. Diğer bir kısmı da İbn Arabî’nin şer'-i şerife muhalif, ittihat ve hulûlu müş'ir olan yazılarını senet ittihaz ederek müdafaacılara hücum ediyor, İbn Arabî’nin hatalarını nazmen ve nesren tenkit ve teşhire uğraşıyorlardı. Nihayet, büyük bir fitne yüz göstermeye başlamıştı, mesele hükümete aksetmiş, Sultan Nâsır, İbn Arabî’nin bazı kitaplarını toplayarak kütüphanesinde saklamış, Kirmânî de yaptığından nedamet göstererek tâib ve müstağfir olmuştu.

(828) senesi idi ki, Şeyh Şemsüddin Muhammed el-Cezerî, Yemen’e gelmiş, neşr-i ilme başlamıştı. Birçok âlimler, fazıllar toplanarak kendisinden icazet almaya koyulmuşlardı. İbn Arabî meselesini bu büyük âlimden sual ettiler, onun vereceği cevaba, karara intizarda bulundular.

Muhammed el-Cezerî, İbn Arabî’nin eserlerini okumuş, vaktiyle bu hususta sair ekâbirin mütalâasından müstefid bulunmuş, lâzım gelen kanaati edinmişti. Bu yüksek âlimin izhar ettiği cevap, Taiz şehrinde Medrese-i Eşrafiye’de yapılan bir icazet merasimi esnasında kürsüye çıkılarak okundu. Orada medresenin istiab edemeyeceği kadar çok olan ulema ve fukaha tarafından tasvip edildi. Sonra bütün Yemen havalisine tamim edilen bu cevap, oralardaki âlimler tarafından da tasdik olundu.

Bu cevabın hülâsası şöyledir: "Evet... Şer'-i şerifin zahirine muhalif, Müslümanların zihinlerine şek ve şüphe ilkasına müsait olan kitaplar, gerek İbn Arabî’ye ve gerek başkalarına ait olsun imha edilmelidir. Bu, salâhiyattar olan makamlar için bir vecibedir. Bu kitapları mütalâa etmek haramdır. 'Bunlar tevil edilmelidir' diyenlerin sözlerine bakmamalı, bu yanlış bir düşüncedir. (Rab kuldur, kul da Rab. O hâlde mükellef kim, keşke bir bilsem) gibi sözler nasıl tevil edilebilir? Böyle bir tevil kapısı açılırsa artık dünyada hiçbir batıl söz kalmaz. Bence en iyi görünen şudur: İbn Arabî, riyazetle tevaggul edince üzerine sevda galebe etmiş, artık dediğini demiştir. Bunun içindir ki, sözleri arasında birçok ihtilâflar, tenakuzlar bulunmaktadır. Bugün bir şey der, yarın onun hilâfına başka bir şey söyler. Artık böyle bir kimsenin sözüne bakmak caiz olur mu? Nerede kaldı ki, sözlerini nakil ve neşir caiz olsun... Onu taklit eden, onun hakkında hüsnüzan besleyen, iki kimseden biridir: Ya onun sözlerini tahkik edemeyen, onun içtihadına, ilminin çokluğuna bakıp onu bu cihetle sofu, hayırlı bir şahıs zanneden vicdanı selim bir kimsedir veya zahiren Müslim görünen, hakikatte ise ibahaya, hulûle kail bulunan bir zındıktır."

Yukarıdaki alıntıyı, İbn Arabî’yi ve vahdet-i vücud görüşünü eleştirenlerin sadece İbn Teymiye , İbn Kayyım ve Vehhabîler olmadığını, bilâkis büyük ulemanın birçoğunun da onlar gibi düşündüğünü özetle açıkladığı için yaptık.

Said Nursî, özellikle İbn Teymiye’nin ve İbn Kayyım’ın İbn Arabî’yi tenkitlerinden yola çıkarak, bu tenkitleri evliya aleyhine bir hücum olarak değerlendirmiş ve sonunda da bu konuyu Vehhabîlikle ilişkilendirmiştir. Bunu yaparken onun güttüğü amaç, Hz. Ali ve Abdülkadir Geylanî ile kendisi ve risaleleri arasında var olduğunu iddia ettiği bağlantıyı kabul etmeyenlere karşı üstünlük sağlamak istemesidir. Bu gayesi âşikârdır. Böylece o, zikredilen bağlantının olmadığını belirtenlerin haklı gerekçelerini boşa çıkaracağını zannetmiştir. Aslında dediği şudur: Zaten, bunlar İbn Arabî gibi azim velileri tenkit, dolayısıyla evliyaya da hücum ederler. Evliyanın şahı olan Hz. Ali’nin, benimle Nur Risaleleri hakkındaki kerametlerini kabul etmemeleri de bu yüzdendir. Bu Vehhabîlere inanmayın...

Tabiî ki biz, İbn Arabî ile evliyayı; küfürden ibaret olan vahdet-i vücud öğretisi ile velâyeti ve vahdet-i şühûdu birbirinden tefrik ediyoruz.



4.6.4. İBN TEYMİYE’NİN VE İBN KAYYIM’IN, HZ. ALİ’NİN KIYMETİNİ
DÜŞÜRÜP FAZİLETLERİNİ BASİTLEŞTİRDİKLERİ İDDİASI

Said Nursî, İbn Teymiye’nin ve İbn Kayyım’ın İbn Arabî’yi tenkitlerine getirdiği yorumundaki amacının aynısını güderek, onların Hz. Ali’nin kıymetini düşürüp, faziletlerini basitleştirdiklerini de iddia etmiştir. Onlar, bunu güya Ehl-i Sünneti Şiaya karşı müdafaa ve Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ali’den efdaliyetini ispat için yapıyorlarmış!... Oysa:

İbn Teymiye Havaric, Mutezile, Kaderiye, Cehmiye, Şia ve Bâtıniye hakkında doğru bilgilere sahiptir. Bu mezheplerden çoğuna dair eserler de yazmıştır. Yaşadığı çağda Fatımî devleti yıkılmış olmakla beraber, onların bakiyeleri olan Hâkimiye, Nusayriye, İsmailiye yaşıyordu. Ayrıca İmamiye ve Caferiye Şiîlerini de çok iyi tanıyordu. Melik Olcayto Hüdabende’yi İmamiye Şiîliğine davet için İmamiyenin tanınmış âlimlerinden İbnu’l-Mutahhar el-Hillî (v.726/1325) Minhacü’l-İstikame fi İsbatu’l-İmame isimli bir eser yazmış, bu eserde elinden geldiği kadar Sünnî İslâmlığını karalamış, İmamiye Şiîliğini ise yegâne hak mezhep olarak göstermişti. İbn Teymiye, Rafızî saydığı İbnu’l-Mutahhar’ı ret için Minhacü’s-Sünneti’l-Nebeviyye fi Nakzi Kelâmi’ş-Şiati’l-Kaderiyye isimli dört ciltlik eserini kaleme alarak İmamiye Şiîliğinin esaslarını tarumar etmiş, bu mezhebin sonraki asırlarda ne gibi dinî ve içtimaî amillerin tesiriyle çeşitli kaynaklardan aldığı unsurlarla nasıl teşekkül ettiğini gayet açık bir şekilde gözler önüne sermiştir. Sünnîlerin İmamiye Şiîliğini tenkit için yazdıkları en teferruatlı ve en başarılı tenkit budur. İbn Teymiye’ye muhalif olan Takıyyuddin Subkî ve Yusuf Nebhanî bile onun bu başarısını hararetle alkışlamışlar, bu hareketiyle Sünnîliğin yüzünü ağarttığını ifade etmişlerdir. Minhacü’s-Sünne’nin Sünnîliğin müdafaasını yapan bir şaheser olduğu hususunda Sünnî ulemasının ittifakı vardır demek yanlış sayılmaz.

Muhammed Mehdî el-Kâzımî el-Kazvî’nin İmamiye Şiîliği namına İbn Teymiye’ye verdiği cevap, çok zayıf ve yetersiz kalmıştır. Minhacü’ş-Şeria fi’r-Red alâ İbn Teymiye, Necef 1346 (el-Hansarî, Ravzatü’l-Cennat, Tahran 1367). İmamiye Şiîleriyle Vehhabîlerin arasının çok gergin olmasında İbn Teymiye’nin tesiri büyüktür.

İbn Teymiye; Cehmiye, Mutezile ve Havaric gibi bid'at mezheplere karşı da aynı derecede başarılı reddiyeler yazmış ve bu suretle Sünnîliğin cesur, bilgili ve faal bir savunucusu olduğunu ispat etmiştir.



Said Nursî, hem emellerine Hz. Ali’yi alet etmiş, hem de hemen her risalesinde Şiîliğin ve akrabası Hurufîlik ile Bâtınîliğin yolunu tutmuş ve isimlerini vermeden onların propagandasını yapmıştır. Üstelik bir de, ehl-i hakikatin (?) Alevîlikle itham edildiğini söylemektedir. Kendisi, bunca Şiîliğine rağmen "ehl-i hakikat"tir; ama kuruntu, hülya ve hezeyanlarını ortaya çıkaranlar ise "gizli münafıktırlar, Vehhabîdirler, İslâmiyete darbe vurmaya çalışırlar".

Said Nursî, "bir kısım hocalar" dediği insanları da töhmet altında bırakmıştır. Bizim bu konulara girmemizin sebebi, biraz da bu çirkin ithamlardır. Hem gerçeği ortaya çıkarmak, hem de bu müttehem insanlara karşı vefalı olabilmek için gücümüz nispetinde uğraşıyoruz. Yoksa, ne İbn Teymiye’yi ne İbn Kayyım’ı ve ne de hocaları savunmak haddimizedir. Zaten, onların da böyle bir şeye ihtiyaçları yoktur vesselâm...



Said Nursî’nin gerek Haricîler gerekse Vehhabîler hakkında verdiği bilgiler yanlıştır. Vehhabîlerin, atalarını katlettiği için Hz. Ali’ye düşmanlık besledikleri iddiası tutarsız görünmektedir. İran’ı fethettiği için ehl-i İran’ın Hz. Ömer’e düşmanlıkları tarihî bir gerçeklik iken; aynı bağ Vehhabîler ile Hz. Ali arasında kurulamaz. Bu, tarihsel açıdan mümkün değildir.

Haricîler ile Vehhabîler arasında benzerliklerin bulunduğu bir gerçektir. Ama, misliyet , ayniyet demek değildir. Üstelik, birazdan geleceği üzere, menşe itibarıyla Haricîlikle ayniyet gösteren Vehhabîlik değil, Şiîliktir.

Said Nursî’nin ifade ettiğine göre; Necid havalisi Hz. Ebu Bekir’in hilâfetinde Halid b. Velid’in kılıcıyla darmadağın edilmiş. Buradan, Necid ahalisinden olanlara kılıç çekenin sadece Hz. Ali olmadığı anlaşılmaktadır. Said Nursî’nin kurduğu mantık uyarınca bu durumda, Vehhabîlerin Hz. Ebu Bekir’e ve Halid b. Velid ile birlikte olan birçok sahabîye de düşmanlık göstermeleri gerekmez miydi? Said Nursî’nin bu iddiasını hele İbn Teymiye’ye ve İbn Kayyım’a da uygulamaya kalkması, tutarsızlığını büsbütün artırmaktadır. Çünkü, o, bu imamların Hz. Ali’nin kıymetini düşürüp faziletlerini âdileştirirlerken (?) geliştirdikleri argümanın Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ali’den efdaliyeti olduğunu ileri sürmektedir. Üstelik, yine Said Nursî’nin mantığına göre, Muhammed b. Abdülvehhab gibi İbn Teymiye’nin ve İbn Kayyım’ın da Necidli olması gerekmez mi? Oysa, İbn Teymiye Necidli olmak bir tarafa Arap bile değildir. Harran’da doğmuştur. Ebu Zehra, onun Kürt olabileceğini belirtir. İbn Kayyım ise, Şam’a 55 mil uzaklıkta bulunan Havran kasabasındandır.

Biz, kısaca Haricîler ve Şiîlerin kökenini ele alalım. Yaşar Kutluay, İslâm ve Yahudi Mezhepleri isimli değerli eserinde bu konu hakkında şöyle demiştir:

(...) Hicretin 36. yılı sonlarında, Müslümanlar bir kere daha (Cemel Vak'asından sonra) karşı karşıya geldiler ve Sıffîn Savaşı başladı. Girişilen uzlaştırma teşebbüsleri hiçbir sonuç vermedi, savaş uzun müddet devam etti. Ali b. Ebu Talib, son darbeyi vurup kesin sonuç almak için harekete geçtiği ve Muaviye ordusu bozulduğu bir sırada, galebenin an meselesi olduğu esnada, panik içinde olan Muaviye’nin imdadına Mısır fatihi ve eski valisi, kurnaz müdebbir Amr b. el-Âs yetişti ve meşhur tavsiyede bulundu: "Askerler mızraklarının ucuna Mushaf sahifelerini takarak karşı tarafı 'Allah’ın hükmüne' davet etmelidirler..."

"Harp hiledir" kaidesini kullanıyorlar ve buna Mushafı alet ediyorlardı. Ali b. Ebu Talib’in bu hileyi anlaması ve önem vermeyerek hareketine devam etmesi lâzımdır, nitekim o da öyle yapmaya kararlı idi. İşte bu anda Sebeiye’nin tekrar harekete geçtiğini görüyoruz: Muaviye’nin askerleri "Kitabullah ile hükme davet ederiz." diye bağırırlarken, daha sonra Haricî olan bir grup, yanına gelerek: "Ya Ali, davet olunduğun Allah’ın Kitabına uy, aksi hâlde seni düşmanlarına teslim ederiz; yahut da Osman’a yaptığımızı sana da yaparız." dediler. Zafer böylece bir an meselesi iken Ali kumandanlarını geri çekti ve mütareke yapıldı. (Taberî, Târihu’r-Rusûl ve’l-Mulûk, 1/3330.)

Savaştan önce olduğu gibi mütareke esnasında girişilen müzakerelerde de bir anlaşma zemini bulunamayınca işin "hakem"lere verilmesi kararlaştırıldı. Muaviye’yi temsil eden Amr b. el-Âs’a karşı Ebu Musa el-Eş'arî gönderilecekti. İşte bu sırada, Haricîlerden Hurkus b. Zuheyr ile Zur'at b. el-Burc’un, Ali b. Ebu Talib’e gelerek "Lâ hukme illâ lillah" sözünü ortaya attıklarını görüyoruz. Kendilerine Halife de aynı şekilde cevap verir: "Lâ hukme illâ lillah."

Hurkus b. Zuheyr şöyle devam eder: "Ettiğin hatadan dolayı tövbe et, kararından dön, bizimle beraber düşmanımıza çık, Rabbimize kavuşana kadar savaşalım." Ali şöyle cevap verir: "Ben bunu sizden daha önce istemiştim, fakat bana karşı geldiniz; artık aramızda yazışma oldu, şartlar ileri sürüp ahd ve misak verdik." Allah’ın verilen ahidlerin tutulması emrini hatırlatıp, verilen söze riayet edileceğini belirtince, Hurkus: "Bu yaptığın günahtır, tövbe edilmesi gerekir." şeklinde iddiasında ısrar eder. "Bu günah değil, ancak reyde acz ve fiilde zaaftır." cevabını alır. Bu sırada söze diğeri karışır: "Ya Ali, eğer Kitabullah’ta insanların hakemliğine gidersen seni katlederek Allah’ın rızasını kazanırım." tehdidinde bulunur. (Taberî, 1/3360.)

İslâm mezhepleri tarihi yönünden; Osman b. Affan’ın katline tekaddüm eden günlerden, Sıffîn’de tahkim meselesinin, yani tahkime dayanarak Haricîlerin ilk şekli olan el-Muhakkimetu’l-Ûlâ’nın zuhuruna kadarki devre çok önemlidir. Çünkü, bu iki yıldan biraz fazla zaman içerisinde İslâm’da en büyük iki tefrika hareketinin hem tohumları atılmış, hem yetişip neşvü nema bulmuşlardır. Bunlar Havaric ve Şiadır.

Kutluay, "Haricîler ve Şiîlerin Kökeni Konusu" başlığı altında şöyle devam eder:

Tarihte Haricîlerin zuhuru, Sıffîn Savaşı’nda hakem meselesinin ortaya atılışına bağlana gelmektedir. Sünnî kaynaklar, Ali b. Ebu Talib’in, karşı tarafın Mushaf sahifelerini mızraklara takarak sulh taarruzuna girişme hilesini anlayarak önem vermeyip savaşa devam ettiğini, kumandan el-Eşter’in nihaî zafere ulaşmasının an meselesi olduğu bir sırada savaşı terke zorlandığını, bundan başka, sonraları Haricî olanların başlangıçta hakem göndermek hususunda karşı koymak şöyle dursun, tazyikte bulunduklarını zikrederler. (Meselâ bak. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, 1/171; İbn Ebî Hadîd, Şerhu Nechu’l-Belâğa, 1/189; Ebu’l-Abbâs el-Muberred, el-Kâmil fi’l-Lugat ve’l-Edeb, 3/103-104.) Buna karşılık Haricîlere mensup tarihçiler, tahkime kendilerinin daima karşı koyduklarını, Ali’nin bunu kabul etmesi yüzünden huruç ettiklerini ileri sürerler. (Şimakhı, Siyer, Chronique d’Abau Zakaria içinde, 339; Emile Masqueray’dan naklen Ali Adib Salem, Political Theory and Institution of The Havarij, 16.)

Kaynakların zikrettiğimiz ifadelerine dayanarak, Haricîlerin kökeni hakkında iki görüş ileri sürülmektedir. Birinci görüşe göre (Bu görüşün temsilcileri olarak Goldziher ve Ahmed Emin’i gösterebiliriz. Bak. Ignaz Goldziher, Vorlesungen über den Islam, 142; Ahmed Emîn, Fecr el-İslâm, 259.) menşe tamamen siyasîdir, hakemleri kabul etmeyişlerinde başka sebep aramak yersizdir. (Bu görüş yanlış olmakla tavsif edilmektedir. Bak. Ali Adib Salem, age, 18.) İkinci görüşe göre ise menşe tamamen dinîdir; tahkimi reddederken dayanakları Kur'an’dır, Ali ile tefsir konusunda anlaşmazlığa düşmüşler, bu görüş ayrılığı mezhebin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. (Bak. Prof. William Thompson, The Secrets of Islam, The Muslim World, Vol. XXXIX. A. A. Salem, aralarında çok sayıda kurra olduğu hakkındaki rivayetlere dayanarak ayrılığın bu şekilde tefsir babındaki görüş farkından zuhur ettiğini ileri sürerek ikinci görüşü benimsemektedir. Gerek bu görüş, gerekse dayanakları hakkında bak. A Adib Salem, age, 18.)

Bu iki görüşten bazen birini, bazen diğerini kabul eden yazarlar, mezhebin daha sonraki gelişmelerini bu görüşün ışığı altında izlemektedirler. Haricîlerin genellikle bedevîler ve yarı bedevîlerden müteşekkil oldukları (H. A. R. Gibb, Muhammedanism, 120.), aralarına mevalînin katılmasının sonraları ve bilhassa İranlılardan olduğu (E. G. Browne, A Literary History of Persia, Vol. 1. 202.) hakkındaki görüşler hep bu temel üzerine bina edilmektedir.

Haricîlerin menşeini "tahkim"e bağlamak görüşü (Buna misal olarak bak. Mehmed Şerafeddin (Yaltkaya), İslâm’da İlk Fikrî Hareketler ve Dinî Mezhepler, Dârü’l-Fünûn İlâhiyat Fakültesi Mecmuası, Sayı XIV, 4.), kanaatimizce milel-nihal kitaplarının, bilhassa Şehristanî’nin tesiri altında ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki, bu konuda bir an için bu kitapları bırakarak genel tarih kitaplarına dönecek olursak, enteresan bir gerçekle karşılaşıyoruz:

Yukarıda gördüğümüz gibi, Abdullah b. Sebe’nin çeşitli şehirlerde giriştiği "Osman aleyhtarı" ve bir bakıma "Ali taraftarı" hareketi safha safha gözden geçirdiğimiz zaman, bazı dikkat çekici hususlar bulunduğunu tespit etmekteyiz. Meselâ, Sebeiye, Osman b. Affan’ın evini muhasara altına aldığı zaman, dört gurup hâlinde gelmiş olan Basralıların başında Hurkus b. Zuheyr’in bulunduğunu (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 7/174; Taberî, 1/2955.), Sıffîn’de, "Ya Ali, davet olunduğun Allah’ın Kitabına uy, aksi hâlde seni düşmanlarına teslim eder, yahut Osman’a yaptığımızı sana da yaparız." (İbn Kesîr, 7/273; Taberî, 1/3330.) diyerek ona savaşı kestirdikten sonra, tahkim konusunda cephe alarak, gelip onu, bundan dönmeye davet eden grubun içinde ve başında yine Hurkus b. Zuheyr’in bulunduğunu görmekteyiz.

İkinci misal olarak Şureyh b. Evfa’yı verebiliriz. Yukarıda Cemel Vak'ası’ndan bahsederken zikrettiğimiz Abdullah b. Sebe ile arkadaşlarının akdettikleri gizli toplantıda bulunarak, iki tarafı tutuşturup ceza görmekten kurtulma çareleri araştıran kimseler arasında tespit ettiğimiz Şureyh b. Evfa ile (İbn Kesîr, 7/288; Taberî, 1/3163.), tahkimi bahane ederek, Ali b. Ebu Talib’e cephe alan Haricîler arasında bulunan belli başlı reislerden olan ve Nehveran’da Ali b. Ebu Talib’e karşı savaşırken, kader arkadaşı Hurkus b. Zuheyr’le birlikte öldürülen Şureyh b. Evfa (Taberî, 1/3382.) aynı şahıstır.

Üçüncü misal olarak Ebu’l-Muzaffer el-İsferayinî’den bir pasaj nakledeceğiz: "...Haricîler başlarında Hurkus b. Zuheyr ve Abdullah b. Vehb er-Rasibî olduğu hâlde Nehrevan’da toplandılar. Ali b. Ebu Talib dört bin kişi ile üzerlerine yürüdü, savaşmaya başlamazdan önce nasihate girişti, şöyle konuştu:

-Ey kavim, bizden niçin ayrıldınız?

-Cemel günü senin yanında savaşıp onları bozguna uğrattık, yenilenlerin mallarını bize mubah kıldın, fakat kadın ve çocukları ile kendilerini kılmadın. Mallar helâl olur da kadın ve çocuklar nasıl olmaz, nasıl haram sayılır; ya ikisini de haram yahut ikisini de helâl kılmalıydın, öyle değil mi?

-Ben onların mallarını Basra’da Beytü’l-Mal’den aldıklarına karşılık olarak mubah kıldım. Kadın ve çocukların bir günahı yoktu. Onlar bize karşı savaşmamışlardı, Müslümandırlar, onlara dediğiniz hükmü nasıl uygularsınız? Uygulasanız bile, hanginiz Ümmu’l-Müminîn Aişe’yi hissesine almak isterdi?

Bunun üzerine sözü hakem konusuna getirip şöyle dediler:

-Sen adını "Emîre’l-Müminîn Ali b. Ebu Talib" yazdın, Muaviye buna itiraz etti. "Senin emîrliğini kabul etmiş olsaydık şimdi burada bulunmazdık." dedi, sen de bunun üzerine isminin başındaki sıfatını sildin, buna niçin rıza gösterdin?

-Ben vaktiyle Peygamber (s.a.v.)’in yaptığı gibi yaptım. O da Hudeybiye’de isminin başındaki "Resulullah" sıfatını sildirmiş ve bana "Ya Ali, bir gün sen de böyle yapacaksın." buyurmuştu. (Ebu’l-Muzaffer el-İsferâyînî, et-Tebsîr fi’d-Dîn, 26.)

Sıffîn’de tam bir taraf galip gelerek duruma hâkim olacağı sırada savaş durdurulmakta ve hemen akabinde işler yine çıkmaza girmekte ve burada da tıpkı Cemel’deki gibi, işler Sebeiye grubunun istediği yönde gelişmektedir. Abdullah b. Sebe de Sıffîn’de hazır mıydı? Burada da Cemel’de olduğu gibi bir gizli toplantı akdedilip plânlar yapılmış mıydı? Bu sorulara, elimizdeki kaynaklarla kesin cevap vermeye imkân yoktur, fakat işlerin gidişi ister istemez akla bu ihtimali getirmektedir.

Bu durumda Haricîlerin menşeini Sıffîn’den, hakem meselesinden öncelere götürerek Sebeiye’ye bağlamak gerekecektir ki, tarihî gerçek de budur. Birbirinin tamamen zıddı iki fırka olarak bilinen Haricîlik ile Şiîlik böylece menşede birbiri ile ayniyet göstermektedir.

İbn Teymiye’nin de Haricîler hakkındaki görüşünü, kısaca aktarmak yerinde olacaktır. Kaidetü Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa’da "İlk Bid'at: Haricîlik ve Şiîlik" başlığı altında şöyle der:

Tirmizî, Ebu Ümame el-Bahilî’den, o da Resulullah (s.a.v.)’tan rivayet etmiştir. Haricîler hakkında buyurdular ki: "Şüphesiz onlar cehennemliklerin köpekleridir." (İbn Mâce, Mukaddime, 12; Ahmed İbn Hanbel, 4/355, 382) Sonra da: "O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır" (Âl-i İmrân, 3/106) ayetini okudular.

İmam Ahmed İbn Hanbel şöyle demiştir: "Haricîler hakkındaki hadisler on açıdan sahihtir." Müslim, onları Sahih’inde tahriç etmiştir. Buharî de bir kısmını tahriç etmiştir. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Onların namazı yanında kendi namazlarınızı, oruçları karşısında orucunuzu, Kur'an okuyuşları karşısında Kur'an okuyuşunuzu beğenmezsiniz. Kur'an okurlar, boğazlarından aşağı inmez. İslâmdan, okun fırlayıp çıktığı gibi çıkmışlardır." (Buhārî, Menâkıb, 25; Müslim, Zekât, 147, 148; Tirmizî, Fiten, 24) Bir rivayette de, "Ehl-i İslâm’ı öldürür, putperestlere ülfet ederler." (Buhārî, Enbiyâ, 6; Tevhîd, 23; Müslim, Zekât, 143; Ebû Dâvud, Sünnet, 31) buyurulmuştur.

Üstelik Haricîler, Müslümanları günahları sebebiyle ilk tekfir edenlerdir. Çıkardıkları bid'atlerde kendilerine karşı gelenleri de tekfir eder, kanlarını ve mallarını helâl sayarlar. Zaten, bu tutum bid'atçilerin özelliğidir, bir bid'at çıkarır, ona karşı gelenleri de tekfir ederler. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ise Kitaba ve Sünnete tâbi olur. Allah’a ve Resulüne itaat, hakka ittiba ve halka merhamet ederler.

İslâm’da ilk çıkan bid'at, Haricîlik ve Şiîlik bid'atidir. Müminlerin emîri Ali b. Ebu Talib (r.a.)’in halifeliği zamanında çıkmıştır. O, iki gruba da cezaî takibatta bulundu. Haricîler kendisine savaş açtılar, onları öldürdü. Şiîlerin ise gulât (aşırılar)ını ateşte yaktırdı. Abdullah b. Sebe’nin öldürülmesini istedi ise de Abdullah kaçtı. Kendisini (Hz. Ali’yi) Ebu Bekir ve Ömer’den üstün görenlerin dövülmesini emretti. Çok çeşitli vecihlerden kendisinden "Bu ümmetin, Peygamberinden sonra en hayırlıları Ebu Bekir ve Ömer’dir" (Buhārî, Fezâilü’l-Ashâb, 6. Hz. Ali’den, oğlu Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’nin rivayet ettiği hadis.) dediği rivayet edilmiştir. (...)

Vaktiyle, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kendileriyle muharebe edilmesini emrettiği, haktan uzaklaşmış bulunan Haricîler ile raşit halifelerden birisi olan Müminlerin emîri Hz. Ali b. Ebu Talib muharebe etmişti. Bu kimselerle çarpışmak gerektiği hususunda, gerek sahabenin ve tâbiunun ileri gelenleri, gerekse daha sonraki nesillerin imamları ittifak etmişlerdir. Ama, bu Haricîleri ne Ali b. Ebu Talib, ne Sa’d b. Ebu Vakkas, ne de bir başka sahabî tekfir etmiş, bilâkis kendileriyle çarpışmış olmakla beraber onları Müslüman saymışlardır. Ayrıca, Hz. Ali onlarla ancak haksız yere kan dökmeye ve Müslümanların mallarını yağmalamaya başladıkları zaman savaşmıştır. Ama, onlarla kâfir saydığı için değil, zulümlerini ve azgınlıklarını ortadan kaldırmak için çarpışmıştır. Bu sebeple de o, Haricîlerin esir edilen kadınlarına cariye, ele geçirilen mallarına da ganimet muamelesi yapmamıştı.

İbn Teymiye’nin Haricîler hakkındaki görüşleri özetle böyle. Şimdi de onun, Hz. Ali’nin kıymetini düşürüp, faziletlerini nasıl âdileştirdiğini (?) görelim:

Soru:

İki kişi anlaşmazlığa düştüler. Biri Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in Hz. Ali’den daha âlim ve fakih olduğunu söylerken, diğeri Hz. Ali’nin ikisinden daha âlim ve fakih olduğunu söylemiştir. Bunlardan hangisi doğrudur? "En büyük kadınız (doğru hüküm veren) Ali’dir" (Buhārî, Tefsîr Sûre 2, 7; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed İbn Hanbel, V/112) ve "Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır" hadisleri sahih midir? Sahih iseler, Ali’nin Ebu Bekir ve Ömer’den daha âlim ve fakih olduğuna işaret ediyor mu? Birisi "Hz. Ali’nin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den daha âlim ve fakih olduğunda Müslümanların icması vardır" iddiasında bulunursa, doğru mu söylemiş, yoksa hata mı etmiş olur?

Cevap:

Allah’a hamdolsun. Sözü dinlenir İslâm âlimlerinden hiçbiri Hz. Ali’nin Ebu Bekir ve Ömer’den daha âlim ve fakih olduğunu söylememiştir. Hatta, sadece Ebu Bekir’den de daha âlim ve fakih olduğunu söyleyen çıkmamıştır. Bu konuda icma olduğunu iddia eden kimse, insanların en cahili ve yalancısıdır. Aksine, Ebu Bekir’in Ali’den daha âlim olduğuna dair âlimlerin icması olduğunu birçok kişi belirtmiştir. Mansur İbn Abdülcebbar es-Sem'anî el-Mervezî bunlardandır. Şafiî’nin ashabından ve Ehl-i Sünnet imamlarından olan bu âlim Takvimu’l-Edille Ale’l-İmam adlı kitabında, Ebu Bekir’in Ali’den daha âlim olduğuna Ehl-i Sünnet âlimlerinin icması bulunduğunu belirtmiştir. Tanınmış herhangi bir imamın buna muhalefet ettiğini bilmiyorum.

Ebu Bekir nasıl daha âlim olmasın? Resulullah’ın yanında fetva veriyor, emir ve nehiy yapıyor, hüküm veriyor ve hitap ediyordu. Resulullah’la beraber halkı İslâm’a çağırmaya çıktığında da bunu yapıyordu. Hicret günü, Huneyn günü ve Resulullah’la beraber bulunduğu başka günlerde yine Ebu Bekir konuşuyor, Resulullah da dinleyip tasvip ediyor ve söylediklerini beğeniyordu. Bu mertebe başkasına nasip olmamıştır.

Resulullah ashaptan ilim, fıkıh ve rey sahiplerine danıştığında Ebu Bekir’e ve Ömer’e öncelik tanıyordu. Konuşmada ve ilimde ikisi ashabın diğerlerinden önce gelirlerdi. Bedir esirleri hakkındaki danışmasında olduğu gibi. Bu konuda ilk konuşan Ebu Bekir ve Ömer’dir. Başka konularda da böyledir.

Âlimlerin bir görüşüne göre, ikisinin görüşü hüccettir. İmam Ahmed’den gelen iki rivayetin biri de bu şekildedir. Ama, Osman ve Ali’nin görüşü için böyle değildir.

Sünen kitaplarında Resulullah’ın şöyle buyurduğu kaydedilir: "Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer’e uyunuz." (Tirmizî, Menâkıb, 16, 37; İbn Mâce, Mukaddime, 11) Başkası için böyle söylememiştir. Şöyle dediği de sabittir: "Benim ve benden sonra raşit halifelerin sünnetine sarılınız, azı dişlerinizle tutununuz, ortaya çıkan şeylerden sakınınız, şüphesiz her bid'at sapıklıktır." (Ebû Dâvud, Sünnet, 5; Tirmizî, İlim, 16; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16; Ahmed İbn Hanbel, IV/126, 127) Raşit halifelerin sünnetine uyulmasını emretmiştir. Bu da dört halifeyi kapsamaktadır. Ebu Bekir ve Ömer’e uyulmasını özellikle belirtmiştir. Fiillerinde ve Müslümanlara gösterdiği şeylerde kendisine uyulan kişinin mertebesi, sadece gösterdiği şeylerde kendisine uyulanın mertebesinden üstündür. Ashabın Resulullah’la beraber olduğu bir yolculukta Resulullah’ın şöyle buyurduğu kaydedilir: "İnsanlar Ebu Bekir ve Ömer’e itaat ederse, doğruyu bulurlar." (Müslim, Mesâcid, 311; Ahmed İbn Hanbel, V/298)

İbn Abbas’ın, Allah’ın Kitabıyla fetva verdiği bir konuda, orada hüküm bulamamışsa Resulullah’ın Sünnetiyle, orada da bulamamışsa Ebu Bekir ve Ömer’in görüşüyle fetva verdiği sabit olmuştur. Hz. Osman ve Hz. Ali’nin görüşüyle ise fetva vermemiştir. Ümmetin deryası, fakihi ve ashabın en âlimi olan İbn Abbas, Ebu Bekir ve Ömer’in görüşünü öne alıyor ve görüşleriyle fetva veriyordu. Resulullah’ın "Allah’ım, onu dinde fakih yap ve tevili ona öğret" (Buhārî, Vuzû, 10; Müslim, Fezâilus’-Sahâbe, 138; Ahmed İbn Hanbel, I/266, 314, 328, 335) buyurduğu sabittir.

Sonra Ebu Bekir ve Ömer’in Resulullah’a yakınlığı ve onunla beraberliği, başkalarının ona yakınlığından ve beraberliğinden fazladır. Özellikle Ebu Bekir’in yakınlığı ve beraberliği daha fazladır. Bütün gece onun yanında sohbet eder, Resulullah ona ilim, din ve Müslümanların maslahatlarından anlatırdı. Nitekim, Ebu Bekir İbn Şeybe rivayet ederek Ebu Muaviye’nin A’meş’ten, o da İbrahim’den, o da Alkame’den, Ömer’in şöyle dediğini kaydetmektedir: "Gece Resulullah Müslümanların bir işini Ebu Bekir’in yanında görüşüyor, ben de onunla beraber bulunuyordum."

Buharî ve Müslim, Abdurrahman İbn Ebu Bekir’den şunu rivayet etmektedirler: "Suffe ashabı fakir kimselerdi. Resulullah onlarla ilgili şöyle buyurdu: 'Yanında iki kişilik yiyeceği olan üç kişi götürsün, yanında dört kişilik yiyeceği olan beş veya altı kişi götürsün.' Ebu Bekir, üç kişi getirdi. Resulullah on kişi getirdi. Ebu Bekir akşam yemeğini Resulullah’ın yanında yedi ve yatsı namazı kılınıncaya kadar oturdu. Sonra bir daha geldi ve Resulullah uyuklayıncaya kadar oturdu. Gece geç vakitte evine geldi. Eşi ona: 'Niçin misafirlerine bakmadın?' dedi. O da: 'Yedirmedin mi?' deyince eşi, 'yemediler ve senin gelmeni beklediler' dedi. Yemek getirildi ve yenildi." Bir rivayette de: "Geceye kadar Resulullahla beraber sohbet ederdi." denilmektedir. (Buhārî, Mevâkit, 41, Menâkıb, 35; Müslim, Eşribe, 176; Ahmed İbn Hanbel, I/198)

Hicret yolculuğunda Resulullah’ın yol arkadaşı sadece Ebu Bekir’di. Bedir günü de çardakta Ebu Bekir’den başka kimse kalmadı. Resulullah şöyle buyurmuştu: "Sohbeti ve malıyla Ebu Bekir bize herkesten çok lütufta bulundu. İnsanlardan dost edinseydim Ebu Bekir’i edinirdim." (Buhārî, Salât, 80; Menâkıbiu’l-Ensâr, 45; Fezâilu’s-Sahâbe, 3, 5, Ferâiz, 9; Müslim, Mesâcid, 38, Fezâilu’s-Sahâbe, 27; Tirmizî, Menâkıb, 14-16, İbn Mâce, Mukaddime, 11) Sahih hadis kitaplarında bu, birçok yönden rivayet edilen en meşhur hadislerdendir.

Buharî ve Müslim, Ebu’d-Derda’dan rivayet ediyorlar: "Resulullah’ın yanında oturuyordum. O anda Ebu Bekir, dizi görünecek kadar eteğini çekerek (telâşla) çıkıp geldi. Resulullah: 'Arkadaşınız, birisiyle çekişmiş olacak' dedi. Ebu Bekir selâm verdi ve 'İbnu’l-Hattab’la aramızda bir durum (bir çekişme) oldu, acele davrandım, sonra pişman oldum ve bağışlamasını istedim, kabul etmedi. Onun için sana geldim.' dedi. Sonra Ömer de pişman olmuş, Ebu Bekir’in evine gitmiş, bulamayınca Resulullah’a çıkıp gelmişti. Resulullah yüzünü asmaya ve içerlemeye başladı. Öyle ki, Ebu Bekir sakındı ve iki defa: 'Ben haksızlık yaptım' dedi. Resulullah şöyle buyurdu: 'Allah, beni size gönderdi. Siz yalanladınız, Ebu Bekir ise tasdik etti, malı ve canı ile destekledi. Arkadaşımı bana bırakır mısınız?' dedi ve bunu üç defa tekrarladı. O olaydan sonra eziyet edilmedi." (Buhârî, Fezâilu Ashâbi’n-Nebî, 5)

Buharî ve Müslim’de İbn Abbas’tan şöyle bir rivayet yer almaktadır: "Ömer yatağına konuldu, kefenlendi ve kaldırılmadan önce halk ona dua etti, onu övdü ve namazını kıldı. Ben de aralarındaydım. Bir adam beni çok telâşlandırdı. Arkadan omuzlarımı tuttu. Dönüp baktığımda, Ali, Ömer’e rahmet diliyor ve şöyle diyordu: 'Ameliyle Allah’ın huzuruna çıkabilecek senden daha sevimli kişi geriye bırakmadın. Allah’a yemin olsun ki, Allah’ın seni iki arkadaşınla beraber kılacağını sanıyorum. Çünkü, çok zaman Resulullah’ın şöyle dediğini duyardım: 'Ben, Ebu Bekir ve Ömer geldik; Ebu Bekir ve Ömer’le girdik; Ebu Bekir ve Ömer’le çıktık.' Allah’ın seni onlarla beraber kılacağını sanıyorum (veya umuyorum).'"(Buhārî, Fezâilu’s-Sahâbe, 6; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 14; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed İbn Hanbel, I/112)

Buharî, Müslim ve diğer kitaplarda şöyle kaydedilmektedir: "Uhud günü Müslümanlar başarılı olamayınca, Ebu Süfyan: 'Muhammed aranızda mıdır?' dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Resulullah 'Ona cevap vermeyin!' dedi. 'Aranızda Ebu Bekir (İbn Ebu Kuhafe) var mıdır?' dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Resulullah 'Cevap vermeyiniz!' dedi. 'Aranızda Ömer (İbnu’l-Hattab) var mıdır?' dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Resulullah 'Cevap vermeyiniz!' dedi. Ebu Süfyan arkadaşlarına: 'Bunlardan kurtuldunuz.' dedi. Ömer dayanamayıp şöyle dedi: 'Yalan söylüyorsun ey Allah’ın düşmanı! Saydığın kişiler yaşıyor. Hoşlanmadıkların yaşıyor...'" Kâfirlerin lideri, o durumda sadece Resulullah’ı, Ebu Bekir’i ve Ömer’i soruyor. Çünkü, bunların Müslümanların liderleri olduğunu biliyor. Resulullah ve iki veziri...

Onun için Harun Reşid, Malik İbn Enes’ten Resulullah’ın hayatında Ebu Bekir ve Ömer’in yerini sormuş, o da şöyle demiştir: "Resulullah’ın hayatında onların yeri, vefatından sonra ikisinin yeri gibidir. Tam sevgi, kaynaşma, dostluk, ilim ve dinde çokça birlikte olmak ve beraber bulunmak, ikisinin başkalarından daha çok buna lâyık olmasını gerektirir. Onların durumunu bilen herkes için bu apaçıktır."

Hz. Ebu Bekir’e gelince; başkalarının âciz kaldığı ve kendisinin onlara açıkladığı birtakım fıkhî ve ilmî meselelerin üstesinden gelmiş ve nassa aykırı bir görüşü tespit edilememiştir. Bu da ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Başkalarının ise nassa aykırı birtakım görüşleri olmuştur. Çünkü, o nasslar kendisine ulaşmamıştır.

Hz. Ömer’in nasslara tevafuk ettiği yerler, Hz. Ali’nin tevafuk ettiklerinden fazladır. İlim meselelerini ve âlimlerin bu meseleler hakkındaki görüşlerini bilen kimseler bunu bilirler. Meselâ, kocası ölen kadının nafakasında olduğu gibi. Bu konuda başkasının değil, Ömer’in görüşü nassa uygun olmuştur. Başkasının bu konudaki görüşü ise, nasslara daha yakın olmuştur. Buharî ve Müslim’de Resulullah’ın şöyle dediği kaydedilmiştir:

"Sizden önceki milletlerde muhaddisler vardı. Ümmetimden böyle biri varsa, Ömer olur." (Buhārî, Fezâilu’s-Sahâbe, 6, Enbiyâ, 54; Ahmed İbn Hanbel, VI/55) Yine şöyle buyurduğu Buharî ve Müslim’de kaydedilmektedir: "'Rüyada gördüm ki, bana bir bardak süt veriliyor. Ondan içiyorum ve tırnaklarıma kadar kanıyorum, sonra artanı Ömer’e veriyorum.' 'Bunun sizce tevili nedir, ey Allah’ın Resulü?' denilince, 'ilimdir' buyurdu." (Buhārî, İlim, 22, Ta‘bir, 15; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 16; Dârimî, Rü'yâ, 13) Tirmizî’nin ve başkalarının rivayetinde: "Ben size Peygamber gönderilmeseydim, Ömer gönderilirdi." (Tirmizî, Menâkıb, 49) buyurduğu geçmektedir.

Yine Resulullah, İslâm’ın direği olan namazı kıldırmak için yerine Ebu Bekir’i görevlendirmiştir. Sonra, ibadet meseleleri içinde en girift olan hac menasikini yerine getirmekle de görevlendirmiş ve Resulullah haccetmeden önce, bu menasiki Ebu Bekir yerine getirmiştir. "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmesin ve Kâbe’yi kimse çıplak tavaf etmesin!" diye ilân etmiştir. Müşriklerle olan antlaşmaya son verildiğini bildirmek için arkasından Resulullah, Ali’yi göndermiştir. Ona yetiştiğinde Ebu Bekir: "Amir misin, memur musun?" demiş, o da "memur" cevabını vermişti. Böylece Ebu Bekir, Ali’yi amir yapmıştır. Hac, yolculuk ahkâmı ve başka şeylerde Resulullah Ali’ye, Ebu Bekir’e itaat etmesini emretmiştir. Bu da, Resulullah’ın Medine’de Ali’yi yerine bıraktığı Tebük gazvesinden sonra idi. Medine’de münafık, özürlü veya suçlu dışında, erkek olarak yalnızca Ali kalmıştı. Ali, Resulullah’a geldi ve: "Beni çoluk çocukla beraber mi bırakıyorsun?" dedi. Resulullah ona: "Musa’nın yerine Harun’un baktığı gibi benim yerime de sen bakmak istemiyor musun?" dedi. (İbn Mâce, Mukaddime, 11)

Şüphesiz Resulullah’ın Ali’yi savaşa götürmeyip Medine’de yerine (vekil) bırakması, derecesinin düşmesini gerektirmez. Çünkü, Musa da yerine Harun’u bırakmıştı. Resulullah her zaman yerine adamlar bırakırdı. Ama, Medine’de başka adamlar olurdu. Tebük gazvesinde ise Resulullah, bütün Müslüman erkekleri yanında götürmüş ve savaştan kimsenin geri kalmasına izin vermemişti. Çünkü, yol uzundu ve düşman büyüktü. Allah, Tevbe suresini bu savaş münasebetiyle indirmiştir.

Ebu Bekir’in sadakalarla ilgili talimatı en vecizi ve en kapsamlısıdır. Onun için bütün fakihler onunla amel etmiştir. Başkalarının bu konudaki talimatı ise, öncedir ve mensuhtur. Bu da Ebu Bekir’in nasih Sünneti daha iyi bildiğini gösterir. Buharî ve Müslim’de Ebu Said’den şöyle rivayet edilmektedir: "Ebu Bekir, Resulullah’ı hepimizden daha iyi biliyordu." (Buhārî, Salât, 80, Fezâilu Ashâbi’n-Nebî, 3, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; Tirmizî, Menâkıb, 15)

Ebu Bekir’in hilâfeti zamanında da, ashap bir meselede anlaşmazlığa düştüğünde, onu Ebu Bekir çözüme bağlar ve anlaşmazlık biterdi. Aralarında anlaşmazlığa düşüp de onun çözümüyle anlaşmazlığın ortadan kalkmadığı hiçbir mesele yoktur. Resulullah’ın vefatı, defnedilmesi, mirası, Üsame ordusunun gönderilmesi, zekât vermeyenlerle savaş gibi büyük meseleler buna örnek olarak gösterilebilir. Resulullah’ın halifesi ashabın arasında idi, onlara öğretiyor, doğruyu gösteriyor ve şüpheleri giderecek açıklama yapıyordu. Aralarında olduğu sürece ihtilâf etmiyorlardı.

Ondan sonra hiçbir kimse, onun ilim ve kemal derecesine erişememiştir. Birtakım meselelerde, meselâ dede ve kardeşlerin mirasında, haramda, üç talâk meselesinde ve Ebu Bekir zamanında ihtilâf etmedikleri bilinen meselelerde ihtilâf etmeleri gibi. Ashap; Ömer’in, Osman’ın ve Ali’nin birçok görüşlerine muhalefet ettikleri hâlde, Ebu Bekir’in fetva veya hüküm verdiği şeylerde ona muhalefet etmemişlerdir.

Ebu Bekir, Resulullah’ın halifesi oldu ve İslâm’ı egemen kıldı. İslâm’ın hiçbir yönünü aksatmadı. Mürtetlerden ve başkalarından muhaliflerin ve yan çizenlerin çokluğuna rağmen, insanları çıktıkları kapıdan tekrar İslâm’a sokmuştur. Halkın ilmi ve dini onunla en mükemmel bir şekilde gerçekleşti ve din tümüyle, önceden olduğu gibi egemen oldu. Ebu Bekir’i Resulullah’ın halifesi diye anarlardı. Ondan sonra Hz. Ömer’i ve diğerlerini "Emîru’l-müminîn" diye anmışlardır. Süheylî ve başka âlimler şöyle demiştir: "Üzülme, Allah bizimle beraberdir" (Tevbe, 9/40) sözü, lâfızda ve manada Ebu Bekir’de zahir olmuştur. "Muhammed, Allah’ın Resulü; Ebu Bekir, Allah Resulünün halifesi" derlerdi. Ebu Bekir’in vefatından sonra bu lâfzî bağlılık kesildi ve ondan sonra kimseye "Allah Resulünün halifesi" denilmedi.

Sonra, Hz. Ali bazı sünnetleri Ebu Bekir’den öğrenmiştir. Ebu Bekir ise böyle değildi. Yani, herhangi bir sünneti Hz. Ali’den öğrenmemiştir. Tövbe namazıyla ilgili olan ve Sünen kitaplarında bulunan meşhur hadiste Hz. Ali şöyle demiştir: "Resulullah’tan bir hadis işittiğimde, ondan Allah’ın dilediği kadar yararlanırdım. Başkası bir hadis naklettiğinde, ona yemin ettirirdim ve ancak yemin ederse kabul ederdim. Ebu Bekir bana Resulullah’ın şöyle dediğini nakletti -ki Ebu Bekir doğru söyledi-: Bir günah işledikten sonra güzelce abdest alıp iki rekât namaz kılan ve Allah’a istiğfar eden her Müslümanı Allah bağışlar."

Bunu gösteren şeylerden biri de, Ömer ve Ali ile beraber bulunmuş Alkame, el-Esved, Kadı Şüreyh ve başka Kûfe alimlerinin Hz. Ömer’in görüşünü Hz. Ali’nin görüşüne tercih etmişlerdir. Mekke’de, Medine’de ve Basra’da bulunan tâbiînde ise bu daha açık ve meşhurdur. Bilindiği gibi, Hz. Ali halifeliği boyunca Kûfe’de ikâmet ettiği için, orada onun ilmi ve fıkhı yaygınlaşmıştır. Onunla beraber bulunanlardan hiçbirinin fıkıhta, ilimde ve başka şeylerde onu Ebu Bekir ve Ömer’den önde tuttuğu bilinmemektedir. Aksine, onun yanında düşmanlarıyla savaşanlar diğer Müslümanların yaptığı gibi Ebu Bekir ve Ömer’i ondan önde tutmuşlardır. Ancak, Hz. Ali’nin kınadığı ve karşı çıktığı kişiler, bunun aksini yapmıştır ki, bunlar Hz. Ali zamanında çok az ve sönük kimselerdi. Bunlar üç gruptu:

Birincisi: Hz. Ali hakkında aşırı gidenler. Onun ilâh olduğunu iddia edenler gibi. Hz. Ali, bunları ateşte yakmıştır.

İkincisi: Ebu Bekir’e kötülükle dil uzatanlardır. Bunların başında Abdullah İbn Sebe vardı. Bu durumu Hz. Ali’ye ulaştığında onu öldürmek istemiş, ama İbn Sebe kaçmıştır.

Üçüncüsü: Ali’yi Ebu Bekir ve Ömer’den üstün tutanlardır. Bu konuda Hz. Ali şöyle demiştir: "Birinizin beni Ebu Bekir ve Ömer’den üstün tuttuğunu duyarsam, onu müfteri cezası ile cezalandırırım." Kûfe’de cami minberinde şöyle dediği de seksenden fazla yolla rivayet edilmiştir: "Peygamber’den sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir ve Ömer’dir." Buharî ve başka kitaplarda, bilhassa Hemedanlıların rivayetiyle Hz. Ali’nin şöyle dediği kaydedilmiştir: "Cennetin kapısında bir kapıcı olsaydım, Hemedan’a 'selâmetle gir' derdim."

Süfyan es-Sevrî’nin Münzir es-Sevrî’den -ikisi de Hemedanlıdır- rivayetiyle Buharî, Muhammed İbn Kesir’den rivayet etmiştir. Bize Süfyan-ı Sevrî, ona Cami İbn Seddad, ona Ebu Ya’lâ Münzir es-Sevrî, Muhammed İbn el-Hanefiyye’den nakletmiş ve şöyle demiştir: Babama, "Resulullah’tan sonra insanların en hayırlısı kimdir?" dedim. "Oğlum, bilmiyor musun?" dedi. "Hayır" dedim. "Ebu Bekir" dedi. "Sonra kim?" dedim. "Ömer" dedi. (Buhārî, Fezâilu’s-Sahâbe, 5; İbn Mâce, Ahkâm, 37)

Bunu çekinmediği oğluna ve yakınlarına söylüyor ve kendisini onlardan üstün tutanları cezalandırıyor. Alçakgönüllü bir kişinin, hakkı söyleyen herkesi cezalandırması yahut ona müfteri demesi caiz değildir. Faziletlerin en başında ilim gelir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu?" (Zümer, 39/9) Bunun delilleri ve âlimlerin bu konuda söyledikleri çoktur.

"Kadı olarak en üstününüz Ali’dir" sözünü altı hadis kitabı sahiplerinden, meşhur müsned sahiplerinden hiçbiri, ne Ahmed İbn Hanbel, ne başkası, sahih veya zayıf bir senetle rivayet eden olmamıştır. Sadece yalancılıkla bilinen bir yoldan rivayet edilmektedir. Yalnız, Hz. Ömer şöyle demiştir: "En iyi okuyanımız Übey, en iyi kadımız Ali’dir." Bunu da Ebu Bekir’in vefatından sonra söylemiştir.

Tirmizî’de ve başkasında Resulullah’ın şöyle buyurduğu kaydedilir: "Ümmetimden haramı ve helâlı en iyi bilen Muaz İbn Cebel’dir, feraizi de en iyi Zeyd İbn Sabit bilir." (İbn Mâce, Mukaddime, 11) Hadiste Ali’nin adı geçmemektedir. Hz. Ali’nin adının geçtiği hadiste ise, zayıf olmakla birlikte, helâli ve haramı en iyi Muaz İbn Cebel’in feraizi de en iyi Zeyd İbn Sabit’in bildiği kaydedilmektedir. Bu hadis sahih kabul edilse bile, helâli ve haramı en iyi bilenin ilminin, kaza (yargı)yı en iyi bilenden daha âlim olduğu ifade edilmektedir. Çünkü yargı, anlaşmazlıkları dış görünüşleriyle çözümlemedir. Hâlbuki, meselelerin iç yüzü zahirine aykırı olabilir. Nitekim, Resulullah şöyle buyurmuştur: "Bana muhakeme olunuyorsunuz. Olabilir ki, biriniz delilini diğerinden daha iyi ortaya koyabilir. Ben ancak duyduğuma göre hükmederim. Kimin lehine kardeşinin hakkından bir şey hükmedersem, onu almasın. (Çünkü, bu durumda) ona ancak ateşten bir parça vermiş oluyorum." (Buhārî, Şehâdât, 27, Ahkâm, 30, Hilye, 10; Müslim, Akdiyye, 4; Ebû Dâvud, Akdiyye, 7; Tirmizi, Ahkâm, 11; Nesâî, Kudât, 13, 33; İbn Mâce, Ahkâm, 5) Resulullah, yargısının haramı helâl etmeyeceğini, Müslümanın başkasının hakkından lehine hükmedilen bir şeyi almasının haram olduğunu belirtmiştir. Helâli ve haramı bilmek, zahiri ve bâtını kapsar. Onun helâlini ve haramını bilen, dini en iyi bilen olur.

Kaza (yargı) iki türlüdür:

Birincisi: Hasım olan iki tarafın bir şeyi kabul etmemeleri durumunda hüküm vermektir. Bir taraf, bir şeyi iddia ederken diğer tarafın onu yalanlaması gibi. Bu durumda delil ve ona benzer şeylere bakılarak hüküm verilir.

İkincisi: Arada inkâr edilen bir şey hakkında değil, tasdik edilen, ama her iki tarafa ne düşeceği bilinmeyen bir şey hakkında hüküm vermektir. Miras taksiminde iki tarafın ihtilâf etmesi ya da eşlerden her birinin diğeri üzerindeki hakkı veya iki ortaktan her birine düşecek miktar konusunda ihtilâf etmeleri gibi.

Bu kısım helâl ve haram konularındandır. İkisinin de söylediği şeylere razı olacakları biri fetva verirse, bu onlara yeterli olup, aralarında hüküm verecek başkasına ihtiyaçları kalmaz. Sadece karşılıklı olarak bir şeyi kabul etmemeleri durumunda hüküm verecek birine muhtaç olurlar. Bu da genellikle haksızlık durumunda veya unutma hâlinde olur. Helâl ve haram bilgisine ise, salih ve facir herkes muhtaçtır. Ama, yargıya taallûk eden şeylere ancak salih kişilerden azınlık muhtaç olur.

Bunun için Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’e insanlar arasında hüküm vermesini emredince, Hz. Ömer bir yıl beklemiş, karşısına herhangi bir konuda muhakeme olacak iki kişi çıkmamıştır. Resulullah’ın verdiği bu türden hükümler sayılacak olursa, ancak on kadar olduğu görülür. Bu nerede, helâl ve haram hakkında buyurduğu nerede?! Çünkü, helâl ve haram İslâm dininin temel taşlarından biri olup, avam ve havas herkesin bilmeye muhtaç olduğu bir husustur.

"Hüküm vermeyi (kaza) en iyi bileniniz Ali’dir." hadisi sahih kabul edilip delil olacaksa, "Helâl ve haramı en iyi bileniniz Muaz’dır." hadisi, hadis âlimlerinin ittifakıyla sahih olmaya daha yakındır. Bunun senedi, ondan daha sahih ve delâleti daha açık olduğuna göre, Hz. Ali’nin Muaz’dan daha âlim olduğu konusunda delil olarak bunu kabul eden kimsenin cahil olduğu anlaşılır. Bu böyleyken, Muaz’dan daha üstün olan Hz. Ebu Bekir ve Ömer’den daha âlim olduğuna dair nasıl hüccet olarak kabul edilebilir? Kaldı ki, Muaz’ın ve Zeyd’in anıldığı hadisi bazıları "zayıf" sayarken, bazıları da "hasen" kabul etmektedir. Hz. Ali’nin anıldığı hadis ise, "zayıf"tır.

(...) Bazı bilgisizlerin, Hz. Ali’nin Resulullah’ın naaşının yıkandığı sudan içtiği, bunun da kendisine evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini kazandırdığına ilişkin söyledikleri sözler ise, çok saçma bir yalandır. Zira, ölünün yıkandığı suyu içmek meşru değildir ve Ali de bunu içmemiştir. Böyle bir şey ilim kazandırsaydı, orada bulunan herkes bu sudan içerdi. İlim ehlinden hiçbir kimse böyle bir şeyi rivayet etmemiştir.

Ali’nin Ebu Bekir’den, Ömer’den ve başkalarından ayrı olarak gizli (bâtın) bir ilme sahip olduğu iddiası da, mülhit Bâtınîlerin ve onlardan daha kâfir benzerlerinin iftirasıdır. Hatta, onlarda Hristiyanlarda ve Yahudilerde bile bulunmayan küfür bulunmaktadır. Hz. Ali’nin peygamberliğine ve ulûhiyetine inananlar, Resulullah’tan daha âlim ve bâtında Resulullah’ın muallimi olduğuna ve ancak aşırı küfür ve ilhat ehlinin söyleyeceği benzeri iddialara inananlar gibi. Allahu a‘lem.

Resulullah’ın Hz. Ali’ye: "Sen bendensin, ben de sendenim." (Tirmizî, Menâkıb,62), "Senin benim yanımdaki yerin, Harun’un Musa’nın yanındaki yeri gibidir." (Buhārî, Fezâilu Ashâbi’n-Nebî, 9; Tirmizî, Menâkıb, 20) sözleriyle "Bayrağı Allah’ı ve Resulünü seven birine vereceğim." (Buhārî, Cihâd, 102; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 32; Tirmizî, Menâkıb, 20), "Ben kimin mevlâsı isem, Ali’de onun mevlâsıdır. Allah’ım, ona dost olanının dostu, düşman olanın düşmanı ol..." (Tirmizî, Menâkıb, 19), "Ehlibeytim konusunda size Allah’ı hatırlatırım." (Tirmizî, Menâkıb, 31) gibi sözleri ve yüce Allah’ın "Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden dua edelim de, Allah’ın lânetinin yalancılar üzerine olmasını dileyelim!" (Âl-i İmrân, 3/61), "İnsanın üzerinden, henüz kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun bir zaman gelip geçmiştir." (İnsân, 76/1), "İşte şunlar, Rableri konusunda çekişen iki hasım taraftır. İnkâr edenler için ateşten giysiler biçildi, başlarının üstünden de kaynar su dökülür." (Hacc, 22/19) ayetleri karşısında Sünnete bağlı olduğu hâlde, üç raşit halifenin Hz. Ali’ye üstünlükleri konusunda şüpheye düşenin durumu Şeyhülislâm’a soruldu.

Cevap:

Her şeyden önce şu husus bilinmeli ki, üstün kabul edilen kişi, kendisinden üstün tutulduğu kişide bulunmayan hasletlere sahip olmalı ki, üstünlük söz konusu olsun. İki kişi eşit seviyede olur, fakat biri diğerinden farklı iyi birtakım özelliklere sahip bulunursa, bu farklılıklarından dolayı ondan üstün olur. Ortak meziyetler birinin diğerine üstünlüğünü gerektirmez.

Durum böyle olunca, Hz. Ebu Bekir’in temayüz ettiği ve bu hususlarda kimsenin ona ortak bulunmadığı birtakım meziyetleri vardır. Hz. Ali’nin meziyetleri ise, ortak meziyetlerdir. Nitekim, Resulullah: "Şayet yeryüzü halkından bir dost edinseydim Ebu Bekir’i edinirdim." (Ahmed İbn Hanbel, I/377; Tirmizî, Menâkıb, 14; İbn Mâce, Mukaddime, 11), "Ebu Bekir’in kapısı hariç mescide açılan her kapı kapatılsın." (Buhārî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 2), "Arkadaşlığı ve malı hususunda bana en cömert davranan Ebu Bekir’dir" (Buhārî, Salât, 80, Fezâilu Ashâbi’n-Nebî, 3; Tirmizî, Menâkıb, 15; Ahmed İbn Hanbel, III/18) buyurmuştur. Hz. Ebu Bekir’deki şu üç haslete başka hiç kimse sahip değildir:

1. Arkadaşlığı ve malı hususunda hiç kimse, Resulullah’a Hz. Ebu Bekir’den mukaddem değildir.

2. "Ebu Bekir’in kapısı hariç..." sözü, bu hususu sadece Ebu Bekir’e tahsis etmektedir. Bazı yalancılar, Hz. Ali hakkında da bu rivayete benzer bir rivayet uydurmak istemişlerdir. Ne var ki, uydurma rivayet sahih rivayete karşı koyamaz.

3. "Şayet yeryüzünde bir dost edinseydim..." Şayet dostluğu mümkün olsaydı, beşerden, başka hiçbirinin bunu hak etmeyeceğine dair bir hükümdür. Başkası Ebu Bekir’den üstün olsaydı, bunu hak eden o olurdu.

Yine hastalığı süresince mescitte imamlık yapmasını emretmesi, Sünneti ikame edip cahiliyetin izlerini yok etmesi için onu Medine’nin haç emîri olarak tayin etmesi de, onun özel meziyetlerindendir. Aynı şekilde (Hz. Aişe’ye): "Babanı ve kardeşini çağır ki, Ebu Bekir için bir vasiyet yazıyım." (Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 11) şeklindeki sahih hadisle benzeri pek çok hadis, sahabe arasında ona denk birinin bulunmadığını beyan etmektedir.

Resulullah’ın Hz. Ali’ye: "Sen bendensin, ben de sendenim." demesine gelince; bunu başkalarına da, meselâ Selman’a ve Eş'arîlere de söylemiştir. Ayrıca, yüce Allah’ın: "Sizden olduklarına dair Allah’a yemin ediyorlar. Oysa, onlar sizden değiller." (Tevbe, 9/56) ayetiyle Resulullah’ın: "Bizi aldatan, bizden değildir. Bize silâh çeken, bizden değildir." (Müslim, Îmân, 164; Ebû Dâvud, Büyu‘, 50; Tirmizî, Büyu‘, 72; İbn Mâce, Ticârât, 36) hadisi, bu büyük günahları işlemeyenlerin bizden olduğunu ifade etmektedir. Kısacası, her kâmil mümin Peygamberdendir ve Peygamber de ondandır. Aynı şekilde, Resulullah’ın Hz. Hamza’nın kızına: "Sen bizdensin, biz de sendeniz." demesi, Zeyd’e: "Sen kardeşimizsin ve azatlımızsın." (Buhārî, Sulh, 6, Fezâilu Ashâbi’n-Nebî, 17; Ahmed İbn Hanbel, I/108) demesi, bunlara has şeyler değildir. Aksine, bütün azatlıları bu durumdadır.

"Bayrağı Allah’ı ve Resulünü seven birine vereceğim..." hadisi de bu durumdadır. Hz. Ali’nin faziletiyle ilgili rivayetlerin en sahihi de budur. Ancak, bazı yalancılar bu rivayete: "Ebu Bekir ve Ömer bayrağı aldılar, ama kaçtılar." sözlerini ilâve etmişlerdir. Hâlbuki Hz. Ömer’in: "Ancak o gün komutanlığı sevdim" (Buhārî, Cihâd, 102; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 32; Tirmizî, Menâkıb, 29) dediği sahih rivayetle sabittir. Aslında hadis, Hz. Ali hakkında ileri giden Nasibe’ye reddiyedir ve bu, Hz. Ali’ye has bir durum değildir. Aksine, her kâmil mümin, Allah’ı ve Resulünü sever ve onlar da onu severler. Yüce Allah: "Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki, o onları sever, onlar da onu severler." (Mâide, 5/54) buyurmaktadır. Bu ayette söz konusu edilenler, mürtetlerle savaşanlardır ki, onların imamı Ebu Bekir’dir. Sahih rivayette bir sahabenin Resulullah’a: "İnsanlar arasında en çok sevdiğin kimdir?" sorusuna Resulullah’ın: "Aişe’dir" cevabını verdiği, "Ya erkeklerden?" sorusuna da: "Onun babasıdır" dediği nakledilmektedir. (Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 33; Ahmed İbn Hanbel, II/384) Bu da, Hz. Ebu Bekir’in üstünlük delillerinden biridir.

"Yanımdaki yerinin, Harun’un Musa’nın yanındaki yeri gibi olmasını istemez misin?" hadisine gelince; Resulullah Tebük gazvesinde çıktığında Medine’de yerine Ali’yi bırakınca bu sözü söylemiştir. Hatta, kendisine buğzettiği için onu Medine’de bıraktığı dedikodusu da olmuştur. Resulullah, savaşa çıktığında Müslümanlardan birini Medine’de bırakırdı. Medine’de bu işi yürütecek müminler mevcuttu. Ancak, Tebük gazvesinde, özrü bulunanlar hariç hiç kimseye Medine’de kalma izni vermedi. Sadece özrü bulunanlarla emre itaat etmeyenler kaldılar. İşte bu sebeple, Tebük gazvesine çıktığında yerine bırakacağı kimsenin görünürde durumu zayıftı. Yine bu sebepledir ki, münafıklar Hz. Ali hakkında ileri geri konuşmuşlardı. Resulullah da Hz. Ali’ye, kendisini Medine’de bırakıyorsa bunun, yanındaki değerinin eksikliğinden kaynaklanmadığını, nitekim risalette ortağı olduğu hâlde Hz. Musa’nın Hz. Harun’u yerine baksın diye bıraktığını açıklamış ve "Buna rızan yok mu?" demiştir. Bilindiği gibi, daha önce başkalarına da bu görevi vermiştir. Dolayısıyla onlar da aynı durumdaydılar. Eğer, Tebük gazvesindeki bu görevlendirme, diğerlerinden daha önemli olsaydı, Hz. Ali’nin kendisi de elbette bunu anlardı ve Hz. Peygamber’in peşinden ağlamazdı.

Hicretin dokuzuncu yılında Resulullah’ın Hz. Ebu Bekir’i Hz. Ali’ye de emîr tayin etmesi, bu söylediklerimizi teyit etmektedir. Antlaşmaların son bulduğunu bildirmek üzere Hz. Ali’yi göndermesi, ona has durumlardan değildir. Çünkü, âdet gereği anlaşmalara son vermek ve anlaşma akdetmek ancak ehlibeytinden biri tarafından gerçekleştirilecekti. Ehlibeytinden başka herhangi biri de, bu görevi yerine getirebilirdi. Ancak, Haşimoğulları’nın en faziletlisinin Hz. Ali olduğunu burada belirtelim. Bu sebeple, sair Haşimoğulları’na takdim edilmesi onun bir hakkıdır.

Sonuç olarak: "Buna razı değil misin?" hadisinden sonra Hz. Ebu Bekir’in tayin edilmesi, Hz. Ali’nin her yönden Hz. Harun menzilesinde olmadığına delildir. Bu sebeple, her ne kadar Resulullah, Medine’de onu yerine emîr bırakmasını Hz. Harun’a benzetmişse de, bu, ona has bir durum değildir.

Kaldı ki, Resulullah esirlerle ilgili görüşlerini belirtirlerken Ebu Bekir’i, Hz. İbrahim’e ve İsa’ya; Ömer’i de Hz. Nuh’a ve Musa’ya benzetmiştir. Bu benzetmeler, Ali’yi Hz. Harun’a benzetmekten çok daha önemlidir. Bu, hiçbir zaman Ebu Bekir ile Ömer’in o peygamberlerin menzilesinde olmalarını da gerektirmez. Bir şey başka birine bazı yönlerden benzediğinde onu, o şeye benzetmek hem Kur'an’da, hem Sünnette, hem de Arap dilinde çok rastlanan bir durumdur.

"Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım, ona dost olanın dostu ol..." hadisine gelince; Tirmizî dışında diğer temel hadis kitaplarında böyle bir rivayet yoktur. Hem, Tirmizî’de de hadisin sadece "Kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." (Tirmizî, Menâkıb, 19) kısmı mevcuttur. Buna ilâve olan kısım, hadisten değildir. Nitekim, İmam Ahmed’e bu ilâve sorulmuş, "Kûfelilerin ilâvesidir" karşılığını vermiştir. Bu ilâvenin uydurma olduğu birkaç vecihle sabittir:

Hak, Peygamber hariç her zaman belli bir kimsenin yanında olmaz. Eğer böyle olsaydı, onun her dediğine uymak vacip olurdu. Sahabenin ve etbaının nassa aykırılığına inandıklarından dolayı, bazı meselelerde ona muhalefet ettikleri, bilinen bir gerçektir. Meselâ, hamile olduğu hâlde kocası ölen kadınla ilgili görüşü bu hususlardandır.

"Allah’ım ona yardım edene yardım et..." sözü vakıaya aykırıdır. Sıffin vak'asında ondan yana savaşanlar galip gelmemişlerdir. Onun yanında savaşmayan bazı kimseler de mağlubiyete uğramamışlardır. Meselâ, Irak’ı fetheden Sa’d, onunla birlikte savaşmamıştır. Hatta, kendisiyle savaşan Muaviye taraftarları ve Ümeyyeoğulları birçok küffar beldesini fethetmişler ve Allah onlara yardımda bulunmuştur.

"Allah’ım ona dost olana dost; düşmanlık edene de düşman ol." sözü de aynı şekildedir. İslâm’ın temeline aykırıdır. Çünkü, Kur'an-ı Kerim birbirleriyle savaşsalar ve birbirlerine haksızlık etseler bile müminlerin kardeş olduklarını söylemektedir. Aslında, "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." hadisine tan eden hadis ehli vardır. Meselâ, Buharî ve başkaları onu tenkit etmiştir. Bazı hadis ehli ise, onun hadis olduğunu söylemişlerdir. Ama, eğer Resulullah böyle bir şey söylemişse, bundan özel bir dostluk anlaşılmaz, aksine müşterek bir dostluk anlaşılır. O da, müminler arasındaki iman dostluğudur. Müvalât (dostluk), düşmanlığın zıddıdır. Şüphesiz, başkalarına karşı müminlere müvalât gereklidir. Böylece, hadiste Nasibeye reddiye vardır.

"Hz. Ali’nin namaz kılarken yüzüğünü sadaka olarak verdiğini" ifade eden hadise gelince; bu hadisin uydurma olduğu konusunda hadis ehli ittifak etmiştir. Uydurma olduğu birkaç vecihle sabit olup, bu vecihler başka yerlerde etraflıca anlatılmıştır.

Gadir-i Hum günü: "Ehlibeytim konusunda size Allah’ı hatırlatırım." hadisine gelince; bu tavsiye sadece Hz. Ali’ye has değildir. Ehlibeytin hepsi bu konuda eşittir. Bu vasiyete en uzak olanlar ise, Rafızîlerdir. Çünkü, onlar Hz. Abbas’a ve zürriyetine, hatta ehlibeytin büyük çoğunluğuna düşmanlık beslerler ve onlara karşı kâfirlere yardım ederler.

"Mübahele" ayetine gelince; yine Hz. Ali’ye has bir şey değildir. Aksine; Hz. Ali’yi, Fatıma’yı ve iki çocukları (Hasan ve Hüseyin)nı çağırmıştır. Bunu yapması ise, ümmetin en faziletlileri olmaları sebebiyle değil, ehlibeytin havassı olmaları sebebiyledir. Nitekim, bu durum abâ ile ilgili şu hadisten açıkça anlaşılmaktadır: "Allah’ım! Bunlar ehlibeytimdir, onlardan pisliği (ricsi) gider ve onları tertemiz kıl." (Tirmizî, Menâkıb, 60; Ahmed İbn Hanbel, I/331)

Resulullah, onlara dua etmiş ve duayı onlara tahsis etmiştir. "el-Enfüsü" kelimesiyle tek nev' kastedilir. Meselâ, "İnanan erkekler ve kadınlar, kendi nefisleri hakkında en güzel zanda bulundular" (Nûr, 24/12) ve "Nefislerinizi öldürün" (Bakara, 2/54) ayetlerinde anlatılan budur.

"Sen bendensin, ben de sendenim." hadisine gelince, bundan Hz. Ali’nin Peygamber’in zatından olduğunun kastedilmediği açıktır. Ama, Hz. Ali’nin ehlibeyt içerisinde en üstünü olduğunda da şüphe yoktur. Onun öyle akrabalık ve iman meziyeti var ki, diğer ehlibeytte bu meziyet o kadar yoktur. Böylece, Hz. Ali mübahele kapsamına girmiş oluyor. Ancak bu, ehlibeytten olmayanlar arasında ondan daha faziletli birinin, ondan daha faziletli olmasına engel değildir. Çünkü, mübahele sadece akrabalar çerçevesinde vaki olmuştur.

"İşte şunlar, Rableri konusunda çekişen iki hasım taraftır. İnkâr edenler için ateşten giysiler biçildi, başlarının üstünden de kaynar su dökülür." (Hacc, 22/19) ayeti de sadece Hz. Ali hakkında değildir. Hz. Ali, Hamza, Ubeyde ve hatta Bedir savaşına katılan bütün Müslümanlar bunda müşterektir.

"İnsanın üzerinden, henüz kendisi anılmaya değer bir şey..." (İnsân, 76/1) suresine gelince; bu surenin; Hz. Ali, Fatıma ve iki çocukları hakkında indiğini söylemek, tamamen yalandır. Çünkü, bu sure Mekkîdir ve Hasan’la Hüseyin Medine’de doğmuşlardır. Bu görüşün doğruluğunu kabul etsek bile; miskin, yetim ve esire yedirenin, sahabenin en faziletlisi olduğuna ilişkin bir işaret yoktur. Aksine ayet, bu işi yapan herkes hakkında ortaktır. Her kim bunu yaparsa, sevap kazanır. Kaldı ki, Allah’a iman, namazı vaktinde kılmak ve Allah yolunda cihat etmek bundan çok daha faziletlidir.

İbn Teymiye’ye: "Başkasını Ali’ye üstün tutmam." diyen ve Hz. Ali’nin ismi anıldığında sadece ona salât ve selâm getiren kimsenin durumu soruldu, sadece ona salât ve selâm getirmek caiz midir?

Cevap:

Peygamber hariç hiç kimseye, ne Ebu Bekir’e, ne Ömer’e, ne Osman’a, ne Ali’ye salât ve selâmı tahsis etmek doğru değildir. Bunu yapan, bid'at ihdas etmiş olur. Ya hepsine salât ve selâm getirecektir, ya da hiçbirine.

"Başkasını Ali’ye üstün tutmam" diyen ise, hatalıdır ve şer'î delillere aykırı bir tavır içerisindedir. Allahu a‘lem.

İbn Teymiye, ezcümle şöyle demektedir:

(...) Bu nedenle, Resulullah’ın siretinden, Sünnetinden ve ahlâkından haberdar olan hiç kimse buna (Hz. Ebu Bekir’in üstünlüğüne) karşı çıkmaz. Karşı çıkan, ya da tereddüt eden, bazı konularda bilgi sahibi olsa da Peygamber (s.a.v.) hakkında yeterli bilgiye sahip değildir. En azından, birçok yalan rivayete muhatap olmuştur ve bunların hakikatini bilmemektedir. Ancak bu gibi sebeplerden tereddüde düşmüş veya Ebu Bekir’den başkasını ona tercih etmiştir. Oysa, havastan ilim ehli bu rivayetlerin uydurma olduğunu bilmektedir.

Bu husus, başkaları şüphelense ya da reddetse bile Resulullah’ın Sünnetini bilenlerce zorunlu olarak bilinen diğer durumlar gibidir. (...)

Said Nursî, İbn Kayyım el-Cevziyye’yi de aynı şekilde itham etmiştir. Biz, el-Cevziyye’nin bir kitabından birkaç satır nakledeceğiz ki, ne ve kim hakkında olursa olsun uydurma rivayetlere aynı tavrı takındıkları görülsün.

O, Menarü’l-Münif’te şöyle der:

Şu hadisler de, kendilerini Sünnet âlimi sanan birtakım cahillerin Hz. Ebu Bekir’in fazileti hakkında uydurduklarıdır:

"Allah, kıyamet günü insanların hepsine birden; Ebu Bekir’e ise hususî olarak tecelli eder."
"Allah’ın kalbime boşalttığı her şeyi Ebu Bekir’in kalbine boşalttım."

"Resulullah, cenneti arzulayınca Ebu Bekir’in ak saçlarını öperdi."

"Ben ve Ebu Bekir yarış atı gibiyiz."

"Allah, ruhları seçtiğinde Ebu Bekir’in ruhunu seçti."

"Ömer dedi ki: Resulullah ile Ebu Bekir konuşuyorlardı. Ben, aralarında dil bilmez zenci gibi kaldım."

"Nuh’un kavmi arasındaki ömrü kadar size Ömer’in faziletlerini anlatsaydım, yine de bitmezdi. Ömer ise, Ebu Bekir’in iyiliklerinden sadece birisidir."

"Ebu Bekir, sizi orucunun ve namazının çokluğu yüzünden geçmedi. O, sizi gönlünde yerleşen bir şeyle geçti."

Rafızîlerin Hz. Ali’nin faziletine dair uydurduklarına gelince; bunlar sayılamayacak kadar çoktur. Hafız Ebu Ya‘lâ el-Halil, el-İrşad adlı eserinde der ki: Rafızîler Hz. Ali ile ehlibeytin faziletine dair üç yüz bin kadar hadis uydurmuşlardır.

Bu söz, uzak bir ihtimal değildir. Çünkü, sen Rafızîlerin yanında bulunan uydurmaları saymaya kalkacak olsan, mutlaka neticeyi Ebu Ya’lâ’nın dediği gibi bulacaksın. (...)

Sünnet ehli, ancak sahih hadisleri kabul eder, hakikatini anlamaya çalışır. Uydurma rivayetleri ise, tereddütsüz reddeder ve dinini asla bunların üzerine kurmaz.

Ebced ve cifir hesaplarıyla Kur'an’ın ve Peygamber’in; Celcelûtiye vb. uydurmalarla Hz. Ali’nin; kasideleriyle Abdülkadir Geylânî’nin; kendisini, risalelerini ve talebelerini alkışladığını iddia eden birinin, bu zırvaları kabul etmeyip tenkit edenlere "Vehhabî" damgası vurması garip değildir.

Merhum Mehmed Akif’in şu sözleri ile konuyu bitirelim:

Acaba şu şayiayı çıkaranlar bir adamın alnına "Vehhabî" damgasını yapıştırmak ne demek olduğunu biliyorlar mı?

Vehhabîlik bir mezheb-i mahsusun ismi olmakla beraber Arabistan’ın birçok yerlerinde dinsiz tanınan yahut öyle tanıtılmak istenilen adamlara verilir bir payedir. Lehte söylenen sözlere inanmamak lâkin aleyhte söylenenlere derhâl iman etmek insanlarda cibillî bir hasisa olduğu için, meselâ ben bugün çıkar da Allah’tan korkmadan en akidesi pak bir adam hakkında "İyidir ama dinsiz olmasa!..." dersem az zaman sonra zavallıyı bütün aşiret halkı baştan başa mülhit tanırlar, acaba bu adam ilhadı mucip olacak ne yapmış, ne söylemiş demeyi hatırlarına bile getirmezler!

Müslümanlıkta en güç bir şey varsa o da, bir adama dinsiz payesini vermekten ibaret olduğu hâlde fazlını, irfanını, ikbalini, şöhretini çekemediğimiz yahut tarz-ı tefekkürünü kendi meşrebimize muvafık görmediğimiz kimseleri bu hasbî rütbe ile nazardan düşürmek nedense bize pek kolay geliyor.

(...) En garibi şurasıdır ki, bütün aktar-ı İslâmiyede "Vehhabîlik" unvanı ile teşhir edilen adamların kısm-ı azamı Müslümanlığı, Müslümanları müdafaaya vakf-ı hayat etmiş olan ekâbir-i ümmettir, fedekâran-ı millettir!

Bir yabancı aramıza girse dese ki:

-Ey cemaat-ı Müslimîn filân filân zatlar, sizin en âkiliniz, en âliminiz, en fazılınız olduktan başka ebna-yı milletin saadetine çalışmış olmak itibariyle en hayırhâhınız, en hamiyetlinizdir. Siz bunları Vehhabîlikle, masonlukla itham ediyorsunuz yani Müslümanlıktan çıkarıyorsunuz. Demek, sizin dininiz akıl ile, ilim ile, fazl ile, hamiyet ile kabil-i telif olamayacak!

Bu söze karşı ne diyebileceğiz? (...)

Cihan-ı İslâm hakikaten bîkes, cidden garip. Biz bu ekâbir-i ümmeti rahmetle, hürmetle anmalıyız ki, geriden gelenler aramızda bir yad-ı cemil bırakabilmek ümidinden mahrum kalarak mücahededen vazgeçmesinler.

Üç-beş sene evvel bir frenk bana demişti ki:

"Erbab-ı fen ve san'atın kıymetini takdir edemiyorsunuz, mazursunuz; lâkin erbab-ı sa‘y ü hizmeti takdir etmiyorsunuz! İşte bu kabahatiniz afvolunmaz..."



4.6.5. ŞİÎLERİN HADİS UYDURMADAKİ YERİ

Talât Koçyiğit, Hadîs Tarihi’nde şöyle der:

Hadis vaz'ının çok erken bir devirde başladığını söylemek zorundayız. Çünkü İslâm âlemi, yarım asırlık bir devri henüz tamamlamadan büyük bir badireye sürüklenmiş ve bu badirede üçüncü halife Osman İbn Affan şehit edilmiştir. Onun şehadetiyle İslâm’ın binası sarsılmış, inanç ve iman duvarlarında tamiri gayri kabil çatlaklar meydana gelmiştir. Osman’ın katlinden sonra Müslümanlar Ali İbn Ebu Talib’e bey'at etmiş olmakla beraber, vukubulan yeni hadiseler, anlaşmazlıkları bir kat daha artırmıştır. Çünkü bir taraftan Ali’ye bey'at edilirken, diğer taraftan Osman’ın ölümünden mes'ul olduğu gerekçesiyle yine Ali’den onun "dem"i talep edilmiştir. Bu olaylar, Müslüman saflarında büyük bölünmelere sebep olmuş, bir taraftan Hicaz ve Iraklıların takviye ettikleri Ali karargâhı teşekkül ederken, diğer taraftan Şam ve Mısır halkının desteklediği Muaviye karargâhı diğerinin karşısında cephe almıştır. Bu bölünme, Müslümanlar arasında şiddetli çarpışmalara sebep olmuş, iş tahkimle bir neticeye ulaşmış olmakla beraber, yeni yeni siyasî fırkaların zuhur etmesine yol açmıştır. Bu fırkaların zuhuru ise, bir takım itikadî mezhepleri peşlerinden sürüklemiştir. ez-Zehebî, Müslümanlar arasındaki bu bölünmeye bahis konusu ederek şöyle der: "Sahabe, diğerlerine nispetle aralarında en az fitne olan kimselerdi. Nübüvvetten itibaren geçen her asırda, bir evvelkine nispetle daha fazla ihtilâf ve tefrika zuhur ediyordu. Bu sebeple, Osman’ın hilâfetinde zahir bir bid'at vuku bulmamıştı. Fakat onun katledilmesi üzerine, birbirine karşı iki bid'at zuhur etti. Biri Ali’yi tekfir eden Havaric, diğeri de, onun imametini, ismetini yahut nübüvvetini veya ulûhiyetini iddia eden Rafıza bid'ati idi. Sahabe asrının sonlarına doğru, İbnu’z-Zubeyr ve Abdulmelik’in imaretleri sırasında Murcie ve Kaderiyye bid'atleri vuku buldu. Tâbiun asrının başlarında, Emevî hilâfetinin sonlarına doğru Cehmiyye ve Muşebbihe Mumessile bid'atleri zuhur etti. Sahabe devrinde bunların hiç biri olmamıştı." (ez-Zehebî, el-Muntekā min Minhâci’s-Sunne, 386.)

ez-Zehebî tarafından özetlenen bu ihtilâfların zuhurunda ve gelişip büyümesinde, İslâm’ın Arap Yarımadasını aşıp şarkta ve garpta çok geniş ülkelere yayılmasının tesiri büyük olmuştur. Çünkü bu ülkelerde Müslümanlar, değişik din ve mezheplerde bir çok değişik milletlerle karşılaşmışlar ve onların büyük derecede tesiri altında kalmışlardır. Kur'an-ı Kerim’de, Yahudiler, Nasranîler, Sabiîler, Mecusîler ve müşrikler olarak isimleri geçen (Bak. Hacc, 22/17) bu değişik din mensuplarından bir çoğu, İslâm’ı kabul etmiş olmakla beraber zihinlerinden ilk dinlerinin bazı inanç kalıntılarını atamamışlar ve İslâm’ı bu inançların tesiri altında anlamak zorunda kalmışlardır. Bunlardan bir kısmı ise, çeşitli sebeplerle İslâm’ı zoraki kabul etmişler, fakat hükümranlıklarına son veren bu dine karşı içlerindeki devamlı kin hissinden kendilerini sıyıramamışlar, fırsat buldukça onu inanç ve itikat yönünden yıkma gayretlerine girmişlerdir. Nitekim Halife Osman İbn Affan’ın öldürülmesiyle başlayan ihtilâfların çıkışında aslen Yahudi olan Abdullah İbn Sebe’nin büyük rol oynadığı tarihî bir gerçektir. et-Taberî’nin kaydettiğine göre İbn Sebe, San'a ehlinden olup, anası siyahî bir köle idi. Osman zamanında Müslüman olmuş, Müslümanlar arasına girerek onları sapıklaştırmaya çalışmıştır. İşe önce Hicaz’dan başlayan İbn Sebe, oradan Basra’ya, sonra da Şam’a gelerek faaliyetine devam etmiştir. Ancak buralarda emellerini tam manasıyla gerçekleştiremeyip Muaviye tarafından Şam’dan çıkarılınca Mısır’a gelmiştir. Burada, İsa’nın bir gün yeryüzüne tekrar döneceğinin iddia edildiği, hâlbuki Muhammed’in son peygamber olduğu ve İsa’ya nispetle onun yeryüzüne dönmeye daha çok hakkı bulunduğu, her peygamberin bir vasisi olduğu, Muhammed’in vasisinin de Ali’den başkası olamayacağı gibi fikirleri yaymaya başlamıştır. (et-Taberî, Tarih, 3/378.)

İbn Sebe, İslâm itikadını yıkmak için ona tamamıyla zıt fikirler yaymaya çalışırken, siyasî havayı da bulandırmayı ihmal etmemiş ve esasen böyle bir hava içerisinde kendi fikirlerinin daha kolay yayılabileceğine büyük bir imanla bağlanmıştır. Ona göre, madem ki Ali Peygamber’in vasisidir; o hâlde Peygamber’den sonra imamet, hilâfet veya devlet reisliği herkesten ziyade Ali’nin hakkıdır; Osman bu hakkı ondan gasp etmiştir. Binaenaleyh Müslümanların hemen harekete geçip bu hakkı sahibine iade etmeleri gerekir. Böyle bir hareket el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyi ani’l-munker hükmünün de bir gereğidir. (Aynı yer.)

İbn Sebe, fikirlerini yayabilmek için siyasî havadan büyük bir maharetle istifade etmiştir. Bazı meşhur sahabîlerin Kûfe, Basra ve Mısır gibi vilâyetlerden azledilerek onların yerine halifenin yakınlarının getirilmesi, İbn Sebe için kaçırılmaz bir fırsat olmuştur. Zaten insan, tabiatı itibarıyla bu çeşit azil ve tayinleri hoş karşılamaz; içerisini nereden geldiğini pek anlayamadığı bir hoşnutsuzluğun kapladığını hisseder. İnsanlık tarihi, bu tarz idarenin yarattığı çeşitli hadiselerle doludur. Osman İbn Affan’ın yakınlarının işbaşına getirilmesi de böyle bir hoşnutsuzluk yaratmış olabilir. Fakat bu hoşnutsuzluğun, halifenin öldürülmesine varacak, Müslümanların, sarsıntısı asırlar boyu devam ederek büyük hadiselerle tefrikaya düşmelerine sebep olacak dereceye gelebileceğini kabul etmek gerçekten güçtür. Nitekim Osman İbn Affan da, muarızlarının bu konudaki iddialarını reddetmek için "Ben, Resulullah’ın (s.a.v.), kendi kabilesinden ve kendi cinsinden vazifelendirdiği kimselerden başkasına vazife vermedim." demiştir. (ez-Zehebî, el-Muntekā min Minhâci’s-Sunne, 383.) Ebu Bekir ve Ömer İbnu’l-Hattab da aynı yolu tutmuşlardır. Ebu Bekir, Şam’ın fethinde Yezid İbn Ebu Sufyan’ı oraya vali tayin etmiş, Ömer ise, onu yine aynı yerde bir müddet tutmuş, sonra onun kardeşi Muaviye İbn Ebu Sufyan’ı görevlendirmiştir. Bu tayinler, Emevî sülâlesinin devlet işlerinde vazife almalarının bir mahzuru bulunmadığını gösterir. Akrabaların tayin edilmesi işine gelince, bunda da herhangi bir garabet olmaması gerekir. Eğer Osman’ın öldürülmesindeki sebep bu olsaydı, ondan sonra hilâfet makamına geçen Ali İbn Ebu Talib’in aynı siyaseti takip etmemesi, yani kendi akrabalarına devlet işlerinde vazife vermemesi gerekirdi. Fakat görüyoruz ki, Ali de, baba ve ana tarafından olan akrabalarını idarî işlerde kullanmış, hatta bu konuda Osman’dan da ileri gitmiştir. Meselâ amcası çocukları Abdullah İbn Abbas ile Ubeydullah İbn Abbas’ı, Kusem İbn Abbas ve Sumame İbn Abbas’ı, kız kardeşi Ummu Hanî’nin oğlu Ca’de’yi muhtelif vazifelere tayin etmiş ve daha garibi -Şiîlerin ileri sürdüklerine göre- imamet ve hilâfet müessesesini, oğulları Hasan’a ve Huseyn’e miras olarak bırakmıştır. (Aynı eser, 382.) Fakat şurası muhakkaktır ki, İbn Sebe, bunun gibi siyasî ve idarî hadiseleri büyük bir ustalıkla istismar etmesini bilmiş ve Osman İbn Affan’ın öldürülmesiyle neticelenen ayaklanmanın çıkışında hissesine düşen büyük rolü oynamıştır.

Osman İbn Affan’ın öldürülmesi, Müslümanlar arasında büyük bir endişe uyandırmıştır. Ali İbn Ebu Talib’e bey'at edilmekle beraber bu endişe canlılığını muhafaza etmiş ve Ali’den bir devlet reisi olarak katillerin cezalandırılması istenmiştir. Ancak Kûfe’yi devletin merkezi yapan ve oraya yerleşen Ali, bu istek karşısında çeşitli sebeplerden dolayı hareketsiz kalınca, başta Hazreti Peygamber’in zevcesi Aişe olmak üzere, Talha, Zubeyr ve diğer vilâyetlerden gelen bazı sahabîler, katillerin cezalandırılmasını sağlamak için Mekke’de bir toplantı yapmışlar, Basra halkının da yardımlarını sağlamak maksadıyla oraya hareket etmeye karar vermişlerdir. Bundan sonraki hadiseler sür'atle gelişmiştir. Ali İbn Ebu Talib, Basra civarında Hazreti Aişe ile bir anlaşma zemini hazırlar gibi olmuşsa da, neticede, kendi taraftarlarıyla Aişe taraftarları arasında tarihin meşhur Cemel harbinin çıkmasını önleyememiştir (H. 36). Bu harpte Aişe, Talha ve Zubeyr gibi iki büyük yardımcısını şehit vererek geri dönmek zorunda kalmıştır. Ancak iş, bununla sona ermemiştir. O zamana kadar Ali’ye bey'at etmemiş olan Şam valisi Muaviye, Osman’ın katilleri cezalandırılmadıkça bey'at etmeyeceğini açıklamış ve Ali’ye karşı cephe almakta ısrar etmiştir. Bu ısrar ise, Ali ile Muaviye kuvvetlerinin Sıffîn mevkiinde karşı karşıya gelmelerine yol açmıştır (H. 37). Tahkim hadisesiyle neticelenen Sıffîn harbi de, bilindiği gibi, Ali’nin hilâfet makamından hâl’i ve Muaviye’nin nasbı ile sonuçlanmış; fakat daha mühimmi, Kur'an-ı Kerim yerine insanları hakem olarak kabul ettiğinden dolayı, Ali’yi şiddetle suçlayan kendi taraftarlarından büyük bir grubun Ali’den ayrılmalarına ve Havaric adı altında hilâfet makamını daima meşgul eden korkunç bir kuvvet olarak tarih sahnesine çıkmalarına yol açmıştır.

Havaric fırkası bu suretle ortaya çıkarken, Muaviye’nin hilâfetini tanımayan ve Ali’ye sadık kalan Şia fırkası, Ali’nin bir Haricî tarafından öldürülmesinden sonra (H. 40) da oğlu Hasan’a bey'at etmiş, hatta Hasan’ın bir müddet sonra hilâfetten vazgeçip bütün işleri Muaviye’ye devretmesi bile, onların Irak’a hâkim bir kuvvet olarak hayatiyetlerini devam ettirmelerine engel olmamıştır.

İşte, kısaca özetlemeye çalıştığımız bu siyasî ihtilâflar ve bu ihtilâfların neticesi olarak ortaya çıkan Şia ve Havaric fırkaları, hadis vaz'ının başlamasında başlıca amil olmuşlardır; çünkü her fırka, kendi siyasî görüşlerinin doğruluğuna halkı inandırabilmek için bu görüşleri teyit edecek dinî nasslara şiddetle ihtiyaç duymuşlardır. Ne var ki, bu nassları Kur'an içinde ve hadisler arasında bulamadıkları zaman, yeni hadisler imal etmekten başka çıkar yol görememişlerdir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, Haricîler hadis vaz'ında Şiîler kadar ileri gitmemişlerdir; çünkü itikatlarınca murtekibu’l-kebire (büyük günah sahibi) kâfirdir; yalan söylemek kebiredendir; binaenaleyh yalancı kâfir sayılır. Bu itikadın onları hadis uydurmaktan alıkoyacağına hiç şüphe yoktur. Filhakika Haricîlerin hadis uydurduklarını gösteren açık bir delil bulunmadığı gibi, lehlerinde vaki olan şahadetler de onları bu konuda temize çıkarmaktadır. Meselâ İbn Teymiye, Şia ile Havaric arasında bir mukayese yapar ve şöyle der: "Cerh ve ta’dil kitaplarını gözden geçirenler, en fazla yalan uyduranların Şiîler olduklarını açıkça görürler. Haricîler ise, dinden uzaklaşmış olmalarına rağmen, halk arasında en sadık kimselerdir ve hatta hadislerinin en sahih hadisler olduğu bile söylenir." (ez-Zehebî, el-Muntekā min Minhâci’s-Sunne, 22.) Yine İbn Teymiye’nin bir Rafızîye karşı ileri sürdüğü itirazda şöyle dediğini görürüz: "Biz biliyoruz ki, Havaric sizden daha şerdir; bununla beraber onlara yalancılık isnat etmeye dilimiz varmaz. Onları tecrübe ettik ve doğruyu arayan kimseler olduklarını gördük." (Aynı eser, 480.)

Şiaya gelince, İslâm tarihinde ilk defa ortaya çıkan büyük siyasî bir fırka olması dolayısıyla, yalnız Ali taraftarlarını değil, aynı zamanda o devre kadar sür'atle genişleyen İslâm hâkimiyetinden korkuya ve dehşete düşmüş yabancı unsurları da bünyesinde toplamış bulunuyordu. Bunlar İslâm aleyhine teksif ettikleri emellerini, zulme uğramış olan Ali ve evlâdı veya ehl-i beyt adına tahakkuk ettirmek yolunu tutmuşlardı. Ali taraftarlığı yahut sevgisi, bu emellerin gerçekleştirilmesi için elverişli bir perde olmuştu.

Ali İbn Ebu Talib’in devletin merkezini Hicaz’dan Kûfe’ye nakletmesi, Irak’ın bir Şia merkezi hâline gelmesini sağlamış, aynı zamanda, İslâm inanç ve itikadının, Irak’ta hâkim eski Fürs inanç ve itikadıyla karışarak yeni bir Şia akaidinin doğmasına yol açmıştır. Fürsler, verasetle intikal eden hükümdarlık idaresine alışıktılar; İslâmiyetin getirdiği hür seçim sistemini bilmiyorlardı. Bu alışkanlığın, Irak’a hâkim olan Şia üzerindeki en büyük tesiri, Peygamber’den sonra imamet ve hilâfetin Ali’ye geçmesi görüşü üzerinde tecelli etti. Keza Fürslere göre hükümdar mukaddes bir varlıktı; bu görüş, Şia arasında Ali ve evlâtları hakkında ortaya çıktı. Nitekim Şiaya göre imama itaat vaciptir; çünkü bu Allah’a itaat demektir. (Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm, 271.) Keza Şianın bazı kollarında görülen ve Ali’nin nübüvvet ve hatta ulûhiyetini ortaya koyan inançlar da aynı tesirin neticelerinden başka bir şey değildir. (el-Bağdâdî, el-Fark beyne’l-firak, 18, 152.)

Bu çeşit İslâm dışı inançlarla ortaya çıkan ve Irak’a hâkim olan Şianın, İslâm devleti içerisinde varlığını koruyabilmesi için, inanç ve itikadını İslâmî göstermek istemesi tabiîdir. Bu ise, inançlarının Kur'an-ı Kerim’e ve Hazreti Peygamber’in hadislerine uygunluğunu ispat etmekle mümkün olur. Eğer Kur'an içerisinde görüşlerine uygun bir hüküm bulabilirlerse, bu, onlar için elbette büyük bir kazanç olmak icap eder. Fakat böyle bir hüküm bulunamazsa, yeni bir Kur'an ayeti icat etmek mümkün olmadığına göre, bunu hadis üzerinde denemekten başka çıkar yol yoktur. Nitekim Şia, İslâm dışı görüşlerini teyit edebilmek için, ne Kur'an-ı Kerim’de ve ne de Hazreti Peygamber’in hadisleri arasında bir nass bulabilmiş, fakat zaman zaman uydurup halk arasında yaydıkları uydurma hadislerle görüşlerini takviye etmeye çalışmışlardır.

Şianın hadis vaz'ındaki önderliği, meşhur Şiî imamlardan İbn Ebu’l-Hadid tarafından da açık bir dille itiraf edilmiş ve şöyle denilmiştir: "Bil ki, fezail ile ilgili yalan hadislerin aslı Şia cihetinden gelmiştir. Onları hadis vaz'ına sevkeden amil, hasımlarının düşmanlığı idi... Ne zaman ki Bekriye Şianın bu faaliyetini gördü, onlar da kendi imamları hakkında Şianın hadislerine mukabil başka hadisler vazettiler." (Şerhu Nechi’l-Belâğa, 3/26-27.)

Şia, hadis vaz'ını bir meslek hâline getirdikten sonra, merkez ittihaz ettikleri Irak’ın, uydurma hadislerin beşiği hâline gelmiş olacağını tahmin etmek güç değildir. Nitekim Medineliler, bu sebepten Iraklıların rivayet ettikleri hadisleri ihtiyatla karşılamışlar, daha doğrusu onlardan "tevakkî" etmişlerdir. (ez-Zehebî, el-Muntekā min Minhâci’s-Sunne, 88.) Yine bu sebepten, meşhur imam Malik İbn Enes, Irak ehlinin hadislerini ehl-i kitabın hadisleri ayarında görmüş, "onları tasdik de etmeyiniz tekzip de" diyerek bu ülkede rivayet edilen hadislerden korunmak gerektiğini hatırlatmıştır. (Aynı yer.) Aynı İmamın nazarında Irak bir "daru’z-zarb" idi; para basar gibi burada hadis imal ediliyor ve piyasaya sürülüyordu. Malik İbn Enes bunu ifade etmek için "Iraklılar gece basarlar, gündüz harcarlar" demiştir. (Aynı yer.)

Şia tarafından vazedilen hadislerin büyük bir kısmı, Ali’nin menakıbi ile ilgili olduğu gibi, bazıları da Muaviye ve Emevî sülâlesini, Ali’ye tekaddüm eden diğer üç halifeyi ve bazı sahabîleri zemmetmek gayesini güdüyordu. Fakat her şeyden önce üzerinde durdukları husus, Hazreti Peygamber’in kendisinden sonra hilâfeti Ali İbn Ebu Talib’e vasiyet ettiğini ispat edebilmekti. Bu konuda pek çok hadis uydurmuşlardır. Misal olmak üzere bunlardan bazılarını zikretmekte fayda vardır:

"Selman’dan rivayet edilmiştir: Hazreti Peygamber’e vasisinin kim olduğunu sordum. Buyurdu ki: Vasim, sırdaşım, ehlim içinde halifem ve kendimden sonra bıraktığım en hayırlı insan Ali’dir." (es-Suyûtî, el-Leâli’l-Masnûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevzûa, 1/358.)

"Ebu Bureyde babasından rivayet etmiştir: Her nebinin bir vasisi vardım. Benim vasim ve varisim de Ali’dir." (Aynı eser, 1/359.)

Enes İbn Malik’ten rivayet edilmiştir: Hazreti Peygamber devrinde bir yıldız kaymıştı. Allah’ın Elçisi buyurdu ki: Şu yıldıza bakın; kimin evine düşerse, o, benden sonraki halifemdir. Baktık: Yıldız Ali İbn Ebu Talib’in evine düştü..." (Aynı eser, 1/357.)

Ali İbn Ebu Talib’in hilâfet ve imametini, uydurdukları hadislerle ispat etmeye çalışan Şiîler, onun faziletine dair de bir çok hadis uydurmuşlardır. Misal olarak bunlardan da birkaç hadis zikredebiliriz:

"İbn Mesud’dan rivayet edilmiştir: Ali’ye bakmak ibadettir." (Aynı eser, 1/343.)

"İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir: Ben ilmin şehriyim; Ali de bu şehrin kapısıdır. İlim isteyen kapıya gelsin." (Aynı eser, 1/329.)

"Ali İbn Ebu Talib’ten rivayet edilmiştir: Sen ve şian cennettedir." (Aynı eser, 1/379.)

"Ebu Said el-Hudrî’den rivayet edilmiştir: Kıyamet günü gelince Allah bana ve Ali’ye diyecektir ki: Sizi sevenleri cennete, size düşman olanları da cehenneme sokun." (Aynı eser, 1/381.)

Şiîler, Ali İbn Ebu Talib hakkında uydurmuş oldukları bu çeşit hadislerle onun değerini yüceltmek ve dolayısıyla hilâfet ve imamet meselesinde ona diğer halifelerden önce mutlak bir hak tanımak ve bunu ispat etmek gayesini gütmüşlerdir. İbn Teymiye’nin de dediği gibi, aslında, Ali’nin faziletleri sayılamayacak kadar çoktur; fakat Şia bunlarla iktifa etmemiş, onun için akla hayale gelmedik faziletler düzmüşler ve bunları Hazreti Peygamber’e söyleterek en büyük cürmü işlemişlerdir. (ez-Zehebî, el-Muntekā min Minhâci’s-Sunne, 480.) Bu bakımdan Şiîleri hadis tarihinde ilk vaz (uydurma) kapısını açan mezhep olarak kabul etmemek ve yukarıda zikri geçen Nechu’l-Belâğa şarihi İbn Ebu’l-Hadid’e hak vermemek mümkün değildir. Ne var ki Şia, bu kapıyı açmakla beraber, vaz işi yalnız onlara münhasır kalmamış, diğer mezhepler de kendi görüşlerini ve inançlarını aynı yoldan yaymaya başlamışlardır. Bu faaliyet tabiatıyla uzun müddet devam etmiştir. Ancak İslâm dininin en mühim kaynağı olan hadislerin büyük bir tehlike ile karşı karşıya geldiğini daha başlangıçta fark eden hadisçiler, hadis vaz'ına karşı ilk ve en mühim tedbir olarak, hadis aldıkları ravilerin kimliklerini, hâl ve meşreplerini araştırmaya ve onlara, rivayet ettikleri hadisleri kimlerden aldıklarını sormaya başlamışlardır. Aynı zamanda sıhhatini tespit ettikleri hadisleri, daha sistemli bir şekilde büyük hacimli kitaplarda toplamak suretiyle, onların daha emin bir şekilde muhafaza edilmelerini sağlamışlardır. Bu faaliyet neticesinde, bir taraftan hadisin rivayet ve tahammül kaidelerini, ravilerin şartlarını cerh ve ta’dilin hükümlerini tespit eden yeni bir ilim teşekkül etmeye başlarken, diğer taraftan her Müslümanın güvenle başvurabileceği sahih hadis kitapları telifine hız verilmiştir. Hicretin ikinci asrı, bu faaliyetlerin yoğunluk kazandığı bir asır olarak görülür.

Yaşar Kandemir de Mevzû Hadisler adlı eserinde şöyle der:

İslâmda tedavisi mümkün olmayan büyük ihtilâf ve tefrikaların çıkmasında en büyük rolü oynamış olan Yahudi Abdullah b. Sebe (v. 40/660 civarı), tarih sahnesinde çoğu zaman müfrit bir Şiî kisvesine bürünmüş olarak görünür. Onun bu hüviyeti, fitnenin başlamasıyla ortaya çıkan siyasî fırkalardan hangisinin, geniş çapta hadis imali hareketine ilk olarak başladığını tespit etmede faydalı olacaktır.

Siyasî partilerin her şeyden önce, etrafına toplandıkları başkanlarının üstün taraflarını anlatarak propagandaya başladıkları bilinen bir husustur. Bunun yanında ileri gelen Şiî imamlarından İbn Ebu’l-Hadid (v. 655/1257)’in "Şunu bil ki, fezail ile ilgili uydurma hadisler, ilk defa Şia tarafından ortaya konmuştur. Onlar, önce Hz. Ali hakkında muhtelif hadisler uydururlar." demiş olduğu dikkate alınırsa, bu hareketin Şiîler tarafından başlatılmış olduğu kolayca tahmin edilebilir. İbn Sebe’nin, daha Hz. Osman’ın sağlığında, Hz. Ali adına harekete geçmiş olması da bu düşünüşe büyük çapta imkân vermektedir.

Prensipleri Peygamber sözünün otoritesine dayandırılmış davaların daha çok yaşama ve taraftar toplama şansına sahip olacağını bilen İbn Sebe, İslâm’a taban tabana zıt birtakım iddialarla ortaya çıkmaktan çekinmemişti. Makrizî (v. 845/1441)’nin de söylediği gibi bu meşhur Yahudi dönmesi, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’in vasîsi ve halifesi olduğunu, öldükten sonra dünyaya tekrar döneceğini veya öldürülmeyip hâlâ yaşamakta olduğunu, onda ilâhî bir taraf bulunduğunu, bulutta gizlendiğini ve gök gürültüsünün onun sesi olup şimşeğin de ona kamçı vazifesi gördüğünü ileri sürüyordu.

Bu iddialardan ilki olan, Hz. Ali’nin vesayeti meselesi, her şeyden önce ilk iki halifenin olduğu kadar, Hz. Osman’ın da bu makama haksız bir surette geldiğini veya daha sonra hilâfet iddiasında bulunacak olanların tezlerinde isabetsiz olduklarını söyleyebilmek için ortaya konmuştur. Bu habere göre Hz. Peygamber, Veda Haccı’ndan yüz binden fazla ashap ile birlikte dönerken Gadiru Humm’da bir müddet duruyor ve Hz. Ali’nin elini tutarak onlara hitaben "Ali, benim vasim, kardeşim ve benden sonraki halifemdir. Onun sözlerini dinleyiniz ve itaat ediniz." diyor. Fakat, iddiaya göre, sahabîler bu hadisi kasten gizleyerek Hz. Ebu Bekir’i halife seçiyorlar.

Batıl fırkaların en yalancısı olarak bilinen Şianın, bizzat Hz. Peygamber tarafından Hz. Ali’nin halife tayin edildiğine inandırmak için sebeb-i nüzul dahi uydurmak suretiyle iddialarını Kur'an ayetiyle ispata gayret sarf ettikleri de olmuştur. Abdullah b. Abbas’ın rivayet ettiğini söyledikleri bu uydurma hadise göre Hz. Peygamber, miractan döndüğü gecenin sabahında, müşahede ettiği harikulâde hâlleri halka anlatırken Mekke üzerine bir yıldızın düştüğü görülüyor. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bu yıldız kimin evine düşmüşse, o, benden sonraki halifemdir, buyuruyor. Yıldızın Hz. Ali’nin evine düştüğü anlaşılınca, Hz. Peygamber’in hissî davrandığını ifade etmek kastıyla Mekkeliler: "Muhammed yanıldı ve doğru yoldan saptı. Ehlibeytine kapılarak amcasının oğlunun tarafını tuttu." diyorlar. Bunun üzerine derhâl: "...sizin arkadaşınız yanılmadı, sapmadı, aldanmadı. O arzu ile söz söylemez..." diye başlayan Necm suresinin ilk ayetleri nazil oluyor. Bu suretle Hz. Peygamber’in, kendinden sonraki ilk halifenin Hz. Ali olacağını söylemekle yanılmadığı anlaşılıyor, üstelik Hz. Ali’nin hilâfeti Kur'an ayetiyle de tevsik edilmiş oluyordu.

Şiî kılıklı Sebeîlerin, Hz. Ali hakkında uydurdukları ölçüsüz birçok sözün arasında, Peygamber’den sonra gelecek bir nebi olduğunu, Selman-ı Farisî diliyle rivayet ettikleri de olmuştur. Onların bu ölçüsüzce uydurmalarına temas eden Goldziher, "Alici hevesat taraftarlarının kasıtlı faaliyeti, fırka hadisleri icadında, sabit bir mukaddes metin tefsirinde olduğundan daha da kayıtsız faaliyette bulunduğu serbest bir saha bulabilmiştir." diyor. Bu serbesti iledir ki, Hz. Ali’ye bir taraftan bu imtiyazları bol bol verirken, diğer taraftan onu Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile mukayese cihetine giderek Peygamber diliyle onları tahkir etmek istemişlerdir. Mutedil bir Şiî âlimi olarak bilinen İbn Ebu’l-Hadid (v. 655/1257)’in "Hz. Ali’nin insanların en faziletlisi olduğuna inanmaktayız. Bununla beraber onun fazileti hakkında uydurulmuş bazı haberler de mevcuttur" diye itiraf ettiği sözler, Hz. Ali’yi, Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’den üstün sayan Mufaddile grubunun bu bapta ne kadar ileri gittiğini tahmine imkân vermektedir. Kûfe minberinden bizzat Hz. Ali’nin "Benim Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den üstün olduğumu iddia eden birini elime geçirirsem, ona, müfteriye tatbik edilen had cezasını veririm." demiş olmasına rağmen, "Aliyyun hayru’l-beşer men ebâ fekad kefer" (Ali, insanların en faziletlisidir, bunu kabul etmeyen kâfirdir) gibi kafiyeli birtakım uydurmalarla inatlarında ısrar etmişlerdir.

Taraftarlarına moral takviyesi yapmak veya daha fazla taraftar kazanmak maksadıyla Şiîlerin faziletlerini ifade eden hadislere elbette ihtiyaç vardı. Bu sebeple piyasaya Hz. Ali taraftarlarının nail olacakları lütufları beyan eden sözde hadisler sürülmeye başlandı. Kıyamet gününde Hz. Ali’yi sevenlerin hemen Cennete, sevmeyenlerin derhâl Cehenneme gönderileceğini, o dehşetli günde Şiîlere küçük-büyük günahlarının hesabını sormak bir tarafa, onların seyyiatının dahi hasenata tedbil edileceğini, hatta Allah Tealâ’ya isyan bile etmiş olsa, Hz. Ali’yi sevmesi sebebiyle kimsenin azap görmeyeceğini müjdeleyen kutsî hadisler imal edildi. (...)



4.6.6. NUR RİSALELERİ’NİN İMAN, KUR'AN VE HZ. ALİ İLE
ÖZDEŞLEŞTİRİLMESİ

Ayet ve hadislerin, Hz. Ali’ye isnat edilen kasidelerin, velî kullara izafe edilen çeşitli sözlerin... Nur Risaleleri’ndeki ebcedî ve cifrî tefsirlerin amacı ve sonucu aşağıdaki hükümlere varabilmektir:

Demek bize ilişen, doğrudan doğruya îmana tecavüz eder.

Evet muhakememiz şahsımla alâkadar olmaktan ziyade, RİSALE-İ NURUN muhâkemesidir. Risale-i Nur ise, Kur'an-ı Mu’ciz-ül-Beyanın semavî ve kudsî hakaikının tereşşuhatı olmak hasebiyle, o yüksek eserlerdeki kıymet, doğrudan doğruya Kur'ana âittir. Şu halde, muhakeme de Kur'anın muhakemesidir.

(...) Risale-i Nur’a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur'an’a bağlanmış ve Kur'an dahi arş-ı a’zamla bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün.

Risale-i Nur, Kur'ân’ın malıdır. Kur'ân-ı Hakîm’den süzülmüştür. Kur'an ise, Arşı Ferşle bağlayan bir zincir-i nûranidir... Kimin haddi var ki ona el uzatsın.

Risale-i Nur’un arkasında otuzüç âyât-ı Kur'aniye işârâtı ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh’in üç kerâmât-ı gaybiye ile ihbârâtı ve Gavs-ı A’zâm’ın sarahate yakın şehâdeti var. Ona hücûm, bunlara hücûmdur.

Bütün beşeriyet, Kur'âna ve dolayısiyle asrımızda onun mânevî i’cazını ispat ve beyan eden Risale-i Nur’a muhtaçtır.

Evet bu asırdaki insanları saadete kavuşturacak eser ancak Risale-i Nur’dur. Bu hüküm Nur Risalelerini okuyanların kat'i bir hükmüdür. (...) Nasıl Kur'an-ı Kerim’e sarılanların dünya ve âhiretleri mamur olursa; O’nun parlak ve yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okuyup amel edenler de hakiki saadete erişeceklerdir.



4.6.7. NURCULAR KABRE İMANLA GİRERLER, CENNETLİKTİRLER (?)

(...) işaret ve beşaret-i Kur'aniyede ifade eder ki: "Risale-i Nur dâiresi içine girenler, tehlikede olan îmanlarını kurtarıyorlar ve îmanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler." diye müjde verirler.

Evet, Risale-i Nur’un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkakası, her şeyin fevkindedir; Başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.

Birinci Neticesi: Sadakat ve kanaatla Risale-i Nur dairesine giren, îmanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.

(...) kerametkârane ve takdirkârane İmam-ı Ali’nin (R.A.) üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i Gavs-ı Âzam’daki (K.S.) tahsinkârâne ve teşvikkârâne beşareti ve Kur'an-ı Mu’ciz-ül-Beyan’ın kuvvetli işaretle o hâlis şâkirdler ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek kat'î isbat ederler.

İşârât-ı Kur'aniye’nin, yirmialtıncı âyetinin fefi’l-cenneti hâlidîne sırrıyle, "Risale-i Nur talebeleri, îman ile kabre gireceklerdir" tebşîratının (...)