17 Ekim 2009 Cumartesi

Ebced ve Cifir Acaiplikleri

3. BÖLÜM

NUR RİSALELERİ’NDE EBCED VE CİFİR HESAPLARI


Bu bölümde, önce Nur Risaleleri’nde ebced ve cifir hesapları ile tefsir (!) edilen ayetler, daha sonra da tefsirleri verilmiştir. Ancak, bu tefsirlerin birçoğu da alınmamıştır. Hemen her Risalede bu hesaplar ile karşılaşmak mümkün olmakla birlikte, bunlar özellikle Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî’de, Şuâlar’da ve Tılsımlar Mecmûası’nda yoğun bir şekilde yer almaktadır.

Nur Risaleleri’nde ebced ve cifir hesaplarına tâbi tutulan ayetlerin hangi surede yer aldığı ve numaraları belirtilmemiş, bazen sadece ayetin yer aldığı surenin ismi verilmiştir. Bu ayetlerin numaraları tespit edilmiş; ayet ile ebcedî-cifrî tefsiri arasındaki bağlantının (?) takdir edilmesi için ayetin tamamının meali verilmiş, daha sonra da Nur Risaleleri’nden ilgili alıntı yapılmıştır.

Çoğu Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ilgili olan bu ayetlere Said Nursî ve talebeleri tarafından getirilen ebcedî yorumların -alt bölümlerin birindeki inceleme hariç- tek tek incelenmesi yoluna gidilmemiştir. Bölümün sonunda bir hadisin ebcedî yorumunun tenkidi yapılmış; bu, ebced-cifir hesaplarının ve bu yolla yapılan çıkarsamalardaki tutarlılığının (?) ortaya konması için yeterli görülmüştür.

Konuya ebcedin tanımı ile girilmiş, ebced hesabı ile ilgili bilgi verilmiştir. Verilen bu bilgi, tafsilâtlı telâkki edilebilir. Ancak, Said Nursî’nin en pervasız iddialarının dayanağı bu hesaptır ve yüce Kur'an’dan bu hesapla istihraç (!) ettiklerinin şakirtleri üzerinde büyük tesiri olmuştur. Bu nedenle, ebced hesabının ne olup ne olmadığının açıkça ortaya serilmesi gerekli görülmüştür. Daha sonra, Said Nursî ve talebelerinin ebced ve cifir hesapları için ileri sürdükleri deliller (?), tek tek ele alınıp incelenmiştir. Ebced ve cifir hesaplarının Nur Risaleleri’ndeki kullanımı hakkındaki kanaatimiz, alt bölümlerde derli toplu bir biçimde belirtilemediğinden bölüm sonuna bırakılmıştır.


3.1. NUR RİSALELERİ’NDE EBCED VE CİFİR HESAPLARINA
TÂBİ TUTULAN AYETLER

• "Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna (...)"

Ve müteaddit âyat-ı Kur'âniyede Sırât-ı Müstakîm kelimesi, bir mâna-yı remziyle Risalet-in-Nur’a mânaca ve cifirce îma etmesi remze yakın bir îma ile, Risalet-in-Nur şâkirdlerinin tâifesi, âhirzamanda o tâife-i kübra-i a’zamın ahirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def'aten birden ihtar edildi.

• "Elif, lâm, mîm. İşte bu Kitap, kendisinde şüphe yoktur; Allah’tan sakınanlar için bir rehberdir."

el-Kitâbu lâ raybe fîhi huden lilmuttekīn = Risale-i Nur’un mebde-i intişarı 1922-1921.

• "Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'an)den şüphe içindeyseniz, haydi onun (surelerinden birisi) gibi bir sure getirin! (Bunun için) Allah’tan başka şahitlerinizi de (yardıma) çağırın; eğer sözünüzde doğru kimseler iseniz."

Ve in kuntum fî raybin mimmâ nezzelnâ ‘alâ ‘abdinâ = 1372. (1372, "devr-i Nur’un başlangıç" tarihidir. )

Şems-i Kur'an’ın meydan okumasına bir zeyl olarak ondan lâ-yenfek bir inşiâ’ olan envar-ı nuriyenin bütün aktar-ı âleme okuyuşunu gösteriyor.

Fe'tû bisûratin min mislih = 1880. Son asırların tağut dalâletinin doğumu olup, onun temsil ettiği ruh-u dalâlete hazret-i Kur'an’ın ve ondan nebean eden Risale-i Nur meydan okumasını gösterir.

• "(Melekler de) demişlerdi ki: '(Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz (her şeyi) bilen, hakim olan ancak sensin."

Lâ ‘ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ = 974 Risâletu’n-Nûr = Aslı ile, yani lam-ı tarifle 976.

• "Rabbimiz, onlara kendi içlerinden, senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder! Her zaman üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin, sen!"

Meâl-i icmalîsi der ki: "Kur'an ve hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi mânevî kirlerden temizlendiriyor." Bu âyetin küllî ve umumî mânasında Risale-in-Nur kasdî bir surette dahil olduğuna iki kuvvetli emâre var. (...)

Âyetin makam-ı cifrîsi bin üçyüz iki ederek Risale-i Nur müellifinin Kur'an dersini aldığı tarihe tam tamına tevafuk ile remzen Kur'anın bâhir bir bürhanı olan Resâil-in-Nur’a bakar.

• "Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitabı ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik."

Bu âyetin külli ve umumî mânasında Risale-i Nur kasdî bir surette dahil olduğuna iki kuvvetli emâre var. (...)

Bin üçyüz otuzsekiz olduğundan hikmet-i Kur'aniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak bir surette gösterebilen ve gösteren Risale-in-Nur müellifi "Dâr-ül-Hikmet-il-İslâmiye"de hikmet-i Kur'aniyeyi müdafaa etmekle, hattâ İngilizin baş papazı sual ettiği ve altıyüz kelime ile cevap istediği altı sualine altı kelime ile cevap vermekle beraber inzivaya girip bütün gayretiyle Kur'ânın ilhâmâtından Risale-i Nur’un mes'elelerini iktisaba başladığı aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen bakar.

Kemâ erselnâ fîkum rasûlen minkum = 998-948 Risâletu’n-Nûr = 998-948.

• "Dinde zorlama yoktur. Hak yol, batıl yoldan ayrılmıştır. Tağutu inkâr eden ve Allah’a inanan, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah işitendir, bilendir."

Başta "lâ ikrâhe fi’d-dîni kad tebeyyene’r-rüşdü" cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücâhede-i dîniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, "Lâik Cumhuriyet"e döner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, îman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyîn ve tebeyyün eden bir nur Kur'an’dan çıkacak diye haber verip bir lem'a-i i’caz gösterir.

Hem, tâ "hâlidûn" kelimesine kadar Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o muvazeneler gibi bir emâredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı mânevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur’dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıncı, maddî kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.

(Bu ayet) makam-ı cifrî ve ebcedî hesabiyle Risalet-ün-Nur’un tahakkukuna ve tekemmülüne ve parlak fütuhatına mânen ve cifren tam tamına tetâbuku bir emâredir ki, Risaletu’n-Nur bu asırda, bu tarihte bir "Urvetül-Vuska"dır. Yâni, çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir "Hablullah"dır. "Ona elini atan yapışan necat bulur." diye mana-yı remziyle haber verir.

Risale-i Nur ise, iman-ı Billâhın Kur'ânî bürhanlarından bu zamanda en nuranîsi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk ettiğinden, bu "Urvetül-Vüska" külliyetinde hususî dahil olduğuna te'yiden makam-ı cifrîsi bin üçyüz kırkyedi ederek Risalet-ün-Nur intişarının fevkalâde parlaması tarihine tam tamına tevafukla bakar. Ve bu ondördüncü asırda Kur'anın i’caz-ı mânevisinden neş'et eden bir urvet-ül-vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risale-in-Nur olduğunu remzen bildirir.

• "Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tağuttur. (O ise) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalacaklardır."

Makam-ı cifrî ve ebcedî hesabiyle Risalet’ün-Nur’un ismine tam tamına tetâbuk eder.

"Allâhu veliyyullezîne âmenû" cümlesi hem mâna, hem cifr ile Risalet’ün-Nur’a bir remzi var. Şöyle ki:

Bu nüktenin bâki kısmı şimdilik yazdırılmadığının sebebi, bir derece dünyaya, siyâsete temasıdır. Biz de bakmaktan memnuuz.

• "Hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar."

Bu âyetin küllî ve umumî mânasına Risale-in-Nur kasdî bir surette dahil olduğuna iki kuvvetli emâre var. (...)

Âyet, bin üçyüz yirmiiki ederek makam-ı ebcedî ile Risale-in-Nur müellifinin doğrudan doğruya ulûm-u âliyeden başını kaldırıp hikmet-i Kur'aniyeye müteveccih olarak hâdim-ül-Kur'an vaziyetini aldığı tarihtir ki, bir sene sonra İstanbul’a gitmiş mânevî mücahedesine başlamış.

• "(Ey Muhammed!) Onları hidayete erdirmek, senin üzerine borç değildir; fakat Allah, dilediği kimseye hidayet eder. (...)"

Velâkinnallâhe yehdî men yeşâu = 598 Risâle-i Nûr = 598.

• "Kitabı sana indiren odur. O Kitabın bir kısmı muhkem ayetlerdir, bunlar Kitabın aslıdır; diğerleri ise, müteşabih ayetlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunan kimseler, fitne çıkarmak ve (heveslerine uygun) tevilini yapmak için müteşabih olan ayetlere tâbi olurlar. Oysa müteşabihin tevilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde yüksek dereceye erişmiş olanlar ise, 'biz ona inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır' derler. Bunu akıl sahiplerinden başkası düşünmez."

Ehl-i dalâlet müteşabihat-ı Kur'aniyeyi yanlış te'vilât ile tahrifine ve şüpheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda, ilimde rüsuhu bulunan bir tâife o müteşabihat-ı Kur'aniyenin hakikî te'villerini beyan edip ve îman ederek şübehatı izâle eder. Bu küllî mânanın her asırda masadakları ve cüz'iyyatları var. Harb-i umumî vasıtasiyle, bin seneden beri Kur'an aleyhine teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def'eden Risale-in-Nur ve şâkirdleri göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından Risale-in-Nur ve şâkirdlerine remzen bakmakla beraber ulema-i müteahhirînin mezhebine göre "illallâhu"da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi bin üçyüz kırkdört ederek Resâil-in-Nur ve şâkirdlerinin meydan-ı mücahede-i mâneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor. Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir bürhanı olan Onuncu Söz’ün etrafa yayılması tarihine ve Kur'ânın kırk vecihle mucize olduğunu beyan eden Yirmibeşinci Söz’ün iştiharı hengâmına tam tamına tevafukla bakar. Eğer mezheb-i selef gibi "illâllahu"da vakıf olsa, o halde bin üçyüz altmış küsur ederek Risalet-ün-Nur şâkirdlerinin bundan onbeş-yirmi sene sonraki râsihane ve muhakkikane olan ilimlerine ve îmanlarına remzen bakar.

• "Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şahitlik ettiler. (O), azizdir, hakîmdir."

(...) şu azîm âyet-i kerimenin Risale-i Nur’a ve müellifine bir münasebet-i mâneviye ile işareti gösterildi. (...) Şöyle ki:

Bu kâinatta, vahdaniyet-i İlâhiyeyi cins ve ins ve ruhaniyete karşı kat'î bir surette gösterip isbat eden birinci, Kur'an-ı Azîmüşşan olduğu; bu asırda ikinci, üçüncü derecede kemâl-i adaletle ve sâdık ve musaddak hüccetlerle vahdâniyeti vâzıh ve bâhir bir surette, kâinat safahatında ins ve cinnin enzârına arzedip isbat eden Risale-i Nur; bütün tabakat-ı beşere hem medrese, hem mekteb, hem kışla, hem hakîm, hem hâkim olarak, en âmı avamdan en ehass-ı havassa kadar ders verip; tâlim ve terbiye etmesi bizce meşhûd olmasiyle, bu âyet-i kerimenin bir mevzuu, bir mâsadakı da Risale-i Nur olmasına şüphesiz bir kanaat veriliyor.

el-Azîzu’l-Hakîmu isimleriyle Cenâb-ı Hak (Celle Celâlühü) zâtını tavsif buyurup, ikinci derecede aynı isimlerin mazharı olan Risalet-ün-Nur şahs-ı mânevîsine işaret etmesi, Kur'an-ı Azîmüşşan’ın şe'nine yakışır bir keyfiyettedir. (...)

"Ulu’l-‘ilmi" makam-ı cifrîsi ikiyüz ondört olup, Risale-i Nur’un bir ismi olan "Bediüzzaman"ın (şeddeli "ze", lâm-ı aslî sayılır) makamı olan ikiyüz ondörde tam tamına tevafuku ve müellifinin hakikî ve dâimî ismi olan Molla Said’in makamı olan ikiyüz onbeşe bir tek farkla tevafuku, elbette bu kelime-i kudsiyenin her asra baktığı gibi, bu asra da medar-ı nazar bir ferdi Resâil-in-Nur olduğuna bir emare olduğu gibi, "ve ulu’l-‘ilmi kāimen bi’l-kısti" (okunmayan ikinci vav ve hemze sayılmaz) makamı olan altıyüzbir adediyle, Risale-i Nur’un beşyüz doksandokuz makamına ve Resâil-in-Nur makamına yalnız iki farkla, iki ismine tevafuku dahi bir emare olduğu ve "şehidallâhu ennehû lâ ilâhe illâ huve ve’l-melâiketu ve ulu’l-‘ilmi" cümle-i tevhidiye-i kudsiyenin makam-ı cifrîsi ve ebcedîsi olan bin üçyüz altmış adediyle (okunmayan iki hemze sayılmaz), tam tamına bu acib isyan, tuğyan ve temerrüd asrının ve garib küfran ve galeyan ve ilhad zamanının bu senesine ve bulunduğumuz bu tarihe tevafuku ve tetabuku elbette kuvvetli bir emaredir ki; bu ve mâsadakları, her zamandan ziyade bu şehâdete muhtaç bu asrın bu vaktinde bulunacaktır. Ve şimdilik o şehâdeti te'sirli bir surette isbat eden Resâil-in-Nur o efraddan birisi ve hususî medar-ı nazar olduğuna pek çok emareler ve işaretler ve beşâretler vardır.

• "Allah katında din, şüphesiz İslâm’dır. Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlık sebebiyle ihtilâfa düşmüşlerdir. Allah’ın ayetlerini inkâr eden bilsin ki, Allah hesabı çabuk görendir. Eğer seninle münakaşaya girerlerse, (onlara) de ki: 'Ben, bana tâbi olanlarla birlikte Allah’a teslim oldum.' Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere (cahil müşriklere) de de ki: 'Siz de (Allah’a) teslim oldunuz mu?' Eğer teslim olmuşlarsa (İslâm’a girmişlerse), gerçekten doğru yolu bulmuşlardır. Yok yüz çevirirlerse, sana düşen duyurup bildirme (tebliğ)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir."

İnne’d-Dîne ‘indallâhi’l-İslâm = 549; Resâili’n-Nûr = 548, lam-ı târifsiz 549.

• "Yoksa siz, Allah, içinizden cihada katılanları belli etmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?"

ve lemmâ ya’lemi’llâhu’llezî câhedî minkum = Arefe-i veladet 1254-1253 (sene-i şemsiye-i hicriye ile) Tarih-i veladet 1323-1293 (sene-i kameriye-i hicriye ile).

• "Fakat, içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilen(ler)e inanırlar. O namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve ahiret gününe inananlar var ya, işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz."

Makam-ı ebcedîsi bin üçyüz kırkdört etmekle her asra baktığı gibi bu asra da hususî remzen bakar. Ve ilm-i hakikatta râsihane çalışan ve kuvvetli îman eden bir tâifeye işaret eder. Ve çok âyetlerin ehemmiyetle gösterdikleri bu bin üçyüz kırkdörtte Risalet-ün-Nur ve şâkirdlerinden daha ziyade bu vazifeyi müşkil şerait içinde sebatkârane yapan zahirde görülmüyor. Demek bu âyet onları dahi daire-i harîmine hususî dahil ediyor.

• "Ey insanlar! Size Rabbinizden bir burhan (açık ve kesin bir delil) geldi ve size apaçık bir nur indirdik."

O kudsî bürhan-ı İlâhînin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir bürhanı olan Resail-in-Nur’a dahi ikinci cümlesi olan: "enzelnâ ileykum nûran mubînen" adedi, iki tenvin vakıfta iki "elif" sayılmak cihetiyle beşyüz doksansekiz ederek aynen tam tamına Resail-in-Nur’a ve Risale-in-Nur adedine tevafuk ile o semavî bürhan-ı kudsînin yerde bir bürhanı, Resâil-in-Nur olduğunu remzen haber veriyor.

• "Ey inananlar, namaz kılmaya kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın! Başlarınızı meshedin! İki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın! Eğer cünüp iseniz temizlenin! Hasta iseniz, yahut yolculukta iseniz, yahut biriniz abdest bozmaktan geldiyse, yahut kadınlara dokunduysanız ve su da bulamadıysanız, temiz bir toprağa yönelip onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin! Allah, size bir güçlük çıkarmak istemiyor; fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye de üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor."

"Ve in küntüm merzâ" cümlesi, binbeşyüz küsur olan makam-ı cifrîsiyle; ehl-i dalâlet tarafından aşılanan mânevî hastalıkların kısm-ı âzamı, Risalet-in-Nur’un Kur'anî ilaçlariyle izale edilebilir diye işaret etmekle beraber, maatteessüf ikiyüz sene kadar dünyanın ömrü bâki kalmışsa, bir fıkra-i dâlle dahi devam edeceğine imâ ediyor. "feteyemmemû sa‘îden" cümlesi, mâna-yı işarîsinde, ikinci emarenin birinci noktasında "Sin" harfi "Sad" harfinin altında gizlenmesi ve "Sad" görünmesinin iki sebebi var:

Birisi: Said, tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır; tâ ki Risalet-ün-Nur’u bulandırmasın, te'sirini kırmasın.

İkincisi: Şimdiki bataklığa ve mânevî tâûna sukutun sebebi ise; terakki fikrinden neş'et ettiği cihetle, onların hatâlarını gösterip, suud ve terakki, müslüman için ancak İslâmiyette ve îmanlı olmakta olduğuna işaret etmekdir.

Ma’nâ-yı zahirisiyle diyor ki; "Su bulamadığınız vakit temiz toprak ile teyemmüm ediniz" der ve ma’na-yı işarisiyle diyor ki; "bin üçyüz elli yedide (1357) ma’nevî âb-ı hayat menbaları kapatıldığı zamanda temiz toprağa kast ve teveccüh ediniz. Onda bir menba-ı hayat ve bir ma’den-i nur bulursunuz." Bu âyetin şu işareti hususi bir surette Risale-i Nur’a bakmasına iki emare var:

Birincisi: Bu âyetin makam-ı ebcedi ve cifrisi, bin üçyüz elliyedi (1357) ederek o tarihlerde medrese ve irşadgahların seddiyle ve ehl-i ilim sarıklarının açılmasıyla ve ma’nevi susuzluk başladığı hengamda Risale-i Nur hakâik-i îmaniye cihetinde on beş senede kazanılan imân-ı tahkikiyi onbeş haftada belki tam müstaidlere onbeş saatte sarsılmayacak derecede iman-ı tahkikiyi kazandırması kavi bir emaredir ki; şu işaret ona hususi bakar.

İkinci emare: Sad ve sin, birbirine tam kardeş olması ve bir kelimede birbirinin yerine geçmesi münasebetiyle bu âyetteki "sa‘îden" kelimesindeki sad, sin okunsa Risale-i Nur’un tercümanını göstermesi, hem bu cümlenin birinci mukaddimesi olan "ev lâmestumu’n-nisâe" fıkrasının işaretiyle kadınların çıplak bacak olarak erkeklere karışmak ve Risale-i Nur’un, şiddetli taarruzlar içinde tesettür lehinde kuvveti mukavemeti zamanına, şeddeli nun iki nun olmak üzere makam-ı cifrisi bin üçyüz kırkyedi (1347) adediyle parmak basması "ev ‘alâ seferin" fıkrasının işaretiyle umumi harblerin asrında her millet seferberlik vaziyetinde bulunması ve (...) lâtif ve kuvvetli bir emaredir ki; âyetin işareti, bu asra ve Risale-i Nur’a bir hususiyeti var ve remzen ona bakar.

(...) işte Risalet-ün-Nur’un kahramanı, işte Kur'an’da (Said) ve Hadiste (Seyyid) diye söylenen mübarek Üstadımız (Said Nursi)

Madem ki Kur'an sana Said (sîn ile) demiş... Elbette sen saidsin hem ismin ve hem resmin saiddir.

Madem ki, Kur'an sana Said (sâd ile) demiş... Elbette hem için temiz ve tahir, hem de dışın.

• "Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu size açıklayan, çoğundan da vazgeçen Peygamberimiz size gelmiştir. Ayrıca size, Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap da gelmiştir. Allah, o Kitapla rızasına uygun hareket edenleri selâmet yollarına iletir; onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola sevk eder."

Evet, bu asırda mânâ-yı işârî tabakasından tam şu ayetin kudsî mefhumuna bir ferd Risale-i Nur olduğuna kim insaf ile baksa, tasdik edecek; Risale-i Nur bir ferdi olduğuna mânevî münasebet kavidir. Madem bu âyetin makam-ı cifrisi bin üçyüz altmışaltıdır, eğer meddeler, okunmayan hemzeler sayılmazsa altmışikidir; ve madem Risale-i Nur, Kur'an-ı Mübîn nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübîndir; ve madem zahiren ondan daha ileri o vazifeyi ağır şerait altında yapanları görmüyoruz; ve madem âyetler sair kelamlar gibi cüz'î bir mânâya münhasır olamaz; ve madem dalâlet-i zimnî ve işârî ile kaideten mefhum-u kelâmda dahil oluyor: (...) elbette âyetin delâlet-i zımnî eli Risale-i Nur’a kuvvetli karinelerle işareti kat'îdir, şüphe edilmemek gerektir.

• "Allah’ı, onun Elçisini ve müminleri dost edinen (bilsin ki), galip gelecek olanlar yalnızca Allah’ın taraftarlarıdır."

Âyet, oniki seneden beri en acınacak mağlubiyetimiz zamanında dahi, cifir ve ebced hesabiyle galibiyetimize aynı tarihiyle müjde ediyor.

• "Ölüyken dirilttiğimiz, insanlar arasında kendisiyle yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan çıkmayan kimse gibi olur mu? İşte, kâfirlere yapmış oldukları şeyler böyle cazip gösterilmiştir."

Bu âyetin remzi lâtifdir. Çünkü hem kuvvetli münâsebet-i mâneviye ile, hem cifirle efrad-ı kesiresi içinde hususî bir surette Risale-i Nur ve müellifine bakıyor. Şöyle ki, "meyten" kelimesi tenvin "nun" sayılmak cihetiyle beşyüz ederek "Said-ün-Nursî" adedi olan beşyüze tevafukla, işaret ediyor ki, "Said-ün-Nursî dahi meyyit hükmünde idi. Risalet-ün-Nur ile ihya edildi, onunla hayat buldu." Evet "eve men kâne meyten feahyeynâhu ve ce‘alnâ lehû nûran" deki tenvin "nun"durlar. Bin üçyüz otuzdört eder ki, o aynı zamanda (Arabî tarihle) Said umumî harpte maddî ve dehşetli bir mevtten dahi hârika bir tarzda kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen mânevî ve şiddetli bir ölümden necat bulması ve Kur'anın âb-ı hayatiyle taze bir hayata girmesi tarihidir. Bu tevafuk-u mânevî ve muvafakat-ı cifriye delâlet derecesinde bir işarettir. Hem (...) bin ikiyüz doksandört eder ki, velâdetinin ve hayatının birinci senesidir. Demek bu cümle ile hayat-ı maddiyesine, evvelki cümle ile de hayat-ı mâneviyesine işâret eder.

Elhâsıl: Bu âyet müteaddit ve çok tabakalarından bir işarî tabakadan hem Risalet-ün-Nur’a, hem müellifine, hem bu ondördüncü asrın ibtidasına, hem ibtidasındaki Risalet-ün-Nur’un mebde’ine remzen, belki işâreten, belki delâleten bakar.

(...) Bu âyette işaret ve beşaret-i Kur'aniyede ifade eder ki; Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan îmanlarını kurtarıyorlar ve îmanla kabre giriyorlar ve cennete gidecekler diye müjde veriyor.

• "De ki: 'Rabbim, beni dosdoğru yola iletti. Dosdoğru dine, Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine. O, (Allah’a) ortak koşanlardan değildi.'"

Şu âyet-i meşhure küllî mânasının bu asırda muvafık ve münasip bir ferdi Risalet-ün-Nur olduğu gibi, cifirle "sırâtin müstakīmin" kelimesi, "sırâtin"deki tenvin "nun" sayılmak cihetiyle Risalet-ün-Nur adedi olan dokuzyüz doksansekize iki sırlı fark ile baktığı gibi (yâni mertebesine işaret için iki fark var. Risale-i Nur vahiy değil, ilham ve istihracdır), "hedânî rabbî ilâ sırâtin müstakīmin" cümlesinin makam-ı ebcedîsi ile bin üçyüz onaltı ederek Risale-i Nur müellifinin tedrisiyle istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu en hararetli tarihi olan bin üçyüz onaltı adedine tam tamına tevafuk eder.

• "Hatırlayın; hani siz sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf olup, insanların sizi yakalayıp tutmasından korkuyordunuz. İşte o, şükredesiniz diye sizi barındırdı, sizi yardımıyla destekledi ve size temiz şeylerden rızklar verdi."

İz entum kalîlun = 1362 Denizli cihad-ı ekberi = 1362.

Fe âvâkum ve eyyedekum binasrihî = 598 Resâili’n-Nûr = 598.

• "Eğer yüz çevirirlerse, de ki: 'Allah bana yeter. Ondan başka ilâh yoktur. O, büyük arşın Rabbidir.'"

Makam-ı cifrîsi şeddeli "lâm"lar birer "lâm" şeddeli "kâf" bir "kâf" sayılmak cihetiyle bin üçyüz yirmidokuz ederek, harb-i umumînin başlangıcı zamanında Resail-in-Nur’un başlangıcı olan İşarat-ül-İ’caz tefsirinin tarih-i te'lifine tam tamına tevafuk eder.

• "Elif, lâm, râ. İşte bunlar, hikmetli Kitabın ayetleridir."

Hem Yûnus, hem Yûsuf, hem Ra’d, hem Hicr, hem Şuarâ, hem Kasas, hem Lukman Sûrelerinin başlarında bulunan "tilke âyâtü’l-kitâbi" ilân-ı kudsîsidir. Cifrîsi ise bin üçyüz onaltı veya onyedi ederek Resail-in-Nur müellifi bir inkılâb-ı fikrî ile ulûm-u mütenevviayı Kur'ânın hakaikına çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam tamına tevafuku münasebet-i mâneviyesinin kuvvetine istinaden deriz:

O tevafuk remzeder ki: Bu asırda Resail-in-Nur denilen otuzüç adet Söz ve otuzüç adet Mektup ve otuzbir adet Lem'alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübindeki âyetlerin âyetleridir. Yâni hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-ı îmaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir. Ve "tilke" kelime-i kudsiyesinin işaret-i hissisiyle gözlere dahi görünecek derecede zâhir olduğunu ifade eden böyle işarete lâyık delilleridir diye remzen Resail-in-Nur’u bir işarî mânasının küllî dairesine hususî ve medar-ı nazar bir ferdi olarak dahil ediyor.

Elhasıl: Nasılki bu âyette bulunan işarî mâna yedi surede yedi işaret hükmünde olup delâlet, belki sarahat derecesine çıkıyor.

• "İsyan edenler cehennemdedirler. Orada, onların (ıstıraptan ileri gelen) ağlayışlı bir nefes alıp verişleri vardır."

Bu âyet dahi, Risale-i Nur’un muarızlarına ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebdeine ve faaliyet devresine ve müntehasına cifir ile, tevafuk ile işaret eder...

• "Mutlu olanlara gelince, onlar da cennette olup, Rabbinin dilemesi dışında, gökler ve yer durduğu sürece, kesintisiz bir ihsan olarak orada daimîdirler."

Makam-ı cifrîsi bin üçyüz elliiki olmakla tam tamına Resail-in-Nur şâkirdlerinin en me'yusiyetli ve musibetli zamanları olan bin üçyüz elliiki tarihine tam tamına tevafukla o acınacak hallerinde kudsî ve semavî bir teselli, bir beşarettir.

(...) "fefi’l-cenneti hālidîne" makam-ı cifrîsi olan bin üçyüz kırkdokuz adediyle, bin üçyüz kırkdokuz tarihinden beşaretle remzen haber verir. Ve o tarihte bulunan Kur'an hizmetkârlarından bir tâifenin ashab-ı cennet ve ehl-i saadet olduğunu mâna-yı işarîsiyle ve tevafuk-u cifrî ile ihbar eder ve bu tarihte Risale-i Nur şâkirdleri Kur'an hesabına fevkalâde hizmetleri ve tenevvürleri ve çok mühim risalelerin te'lifleri ve başlarına gelen şimdiki musibetin, düşmanları tarafından bir beşaret-i Kur'aniye en evvel onlara baktığını gösterir.

(...) bildirildi ki; bu âyet ve fıkra Risale-i Nur’un mesleğine ve şakirdlerine tam tamına ma’nen cifirce bakıyor.

• "Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; (sen de) ve seninle beraber tövbe edenler de (hep doğru olun), aşırı gitmeyin! Zira o, yaptıklarınızı görmektedir."

Makam-ı cifrîsi bin üçyüz üç ederek... hem "Sûre-i Şûrâ"nın ikinci sahifesinde "vestekim kemâ umirte" ise, bin üçyüz dokuz ederek o tarihte umum muhatapları içinde birisine hususan Kur'an hesabına iltifat edip istikâmetle emreder ki, birinci tarih ise, Resâil-in-Nur müellifinin Risale-i Nur’u netice veren ulûmun tahsiline başladığı tarihtir. Ve ikinci âyetin tarihi ise, o müellifin hârika bir surette pek az bir zamanda ilimce tekamül etmesi, tahsilden tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde onbeş senede medresece okunan yüz kitaptan ziyade okuduğu ve o zamanın o mühitte en meşhur ulemasının yanında o üç ayın mahsulü onbeş senesinin mahsulü kadar netice verdiği çok mükerrer imtihanlarla ve hangi ilimden olursa olsun her suale karşı cevab-ı savab vermekle isbat ettiği aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen Risale-i Nur’un istikâmetine bir işarettir...

(...) fâ-yı atf hariç olarak "istekim kemâ umirte" makam-ı ebcedîsi bin üçyüz ikidir. Demek "istekim" deki emr-i has içinde bulunan hitâb-ı âmmın hadsiz müstakim efradları içinde, o bin üçyüz iki tarihinde bir ferdin bir cihette istikamet emrinin imtisali bir hususiyet kazanacak. Demek ondördüncü asırda Kur'an’dan iktibas edip, istikametsiz sakim yollar içinde sırat-ı müstakîmi gösterecek asârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dahil ediyor.

(...) o ni’mete bir şükür olarak derim ki; O bin üçyüz iki (1302) tarihi ise, -arabî tarih itibariyle olsa- Kur'an okumaya başladığım aynı tarihe tevafuk eder. Ve -rumî tarihi hesabiyle- ilme başladığım tarihe tevafuk eder. Öyle ise, o îma edilen ferd olabiliriz.

• "Elif, lâm, râ. (Bu), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp güçlü ve övgüye lâyık olan (Allah)ın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz Kitaptır."

Şu âyetin dört-beş cümlesinde dört-beş îma var. Mecmuu bir işaret hükmüne geçer.

Birincisi: "ile’n-nûri biizni rabbihim" cümlesi ifade eder ki: "Kitab-ı Mübîn vasıtasiyle, ondördüncü asırdaki zulümattan, insanlar biiznillah Kur'andan gelen bir nura çıkarlar." Bu meâl ve hususan nur lâfzı, Resail-in-Nur’a mutabık olduğu gibi, makam-ı cifrîsi şeddeli "nun" iki "nun" olmak üzere bin üçyüz otuzsekiz veya dokuz ederek harb-i umumî zulmatında te'lif edilen Resail-in-Nur’un Fâtihası olan İşârât-ül-İ’caz Tefsiri, o zulmetler içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki Nur kelimesi Risale-i Nur’daki Nur lâfzına îma ile bakıyor.

İkincisi: "ilâ sırâti’l-‘azîzi’l-hamîdi" cümlesi evvelki cümledeki Nur’u târif ederek der: O Nur Cenab-ı Hakkın İzzet ve Mahmudiyetini gösteren yoldur. Bu cümlenin makam-ı ebcedîsi beşyüz kırksekiz veya elli olarak Resail-in-Nur’un şeddeli "nun" bir "nun" olmak üzere adedi olan beşyüz kırksekize tam tamına tevafuk eder. Eğer okunmayan iki "elif" sayılsa, mertebesine işaret eden iki farkla yine tam tamına tevafuk eder. (...)

Üçüncüsü: "min’ez-zulumâti" kelimesindeki "ez-zulumâti" ın adedi bin üçyüz yetmişiki ederek bu asrın zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini, o zulmetlerin içinde bir Nur daima tenvire çalışacağına îma ile Risale-i Nur’un tenvirine remzen bakar.

Dördüncüsü: "lituhrice’n-nâsi" cümlesi diyor ki: "Bin üçyüz kırkbeşte Kur'andan gelen bir Nur ile insanlar karanlıklardan ışıklara çıkarılacak." Bu meâl ise, bin üçyüz kırkbeşte fevkalâde tenvire başlayan Resâil-in-Nur’a tam tamına cifirce, hem meâlce muvafık ve mutabık olmakla Risale-i Nur’un makbuliyetine îma, belki remzediyor.

Beşincisi: "ileyke" kelimesi Kur'ana has baktığı için hariç olmak üzere, "elif lâm râ kitâbun enzelnâhu" cümlesinin makamı Risalet-ün-Nur’un birinci ismine tam tamına tevafuk etmesi Risalet-ün-Nur Kitab-ı Münzelin tam bir tefsiri mânası olduğunu ve ondan yabanî olmadığını remzen ifade eder.

• "Onlar (kâfirler), dünya hayatını ahirete tercih ederler. Allah’ın yoluna engel olurlar ve onun eğrilmesini isterler. İşte onlar, uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir."

Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebet-i mâneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur’un mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine îmâen bakar. (...)

• "Biz, her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. O, azizdir, hikmet sahibidir."

Hattâ dördüncü âyette Risale-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder. (...)

Makam-ı cifrîsiyle ve baştaki âyetin işaretleri karinesiyle, risalet ve nübüvvetin her asırda verâset naibleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mâna-yı remzî cihetinde vazife-i irsiyetini yapan Risale-i Nur’u, efradı içine hususî bir iltifatla dahil edip lisan-ı Kur'an olan Arabî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor.

• "Musa’yı ayetlerimizle göndermiş ve 'Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve Allah’ın günlerini onlara hatırlat; zira bunda, her sabreden ve her şükreden için deliller vardır!' diye de emretmiştik."

Makam-ı cifrîsi, şeddeliler birer sayılmak cihetinde bin üçyüz elli bir ederek Risale-i Nur’un şimdilik beyanına izin olmayan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evâmir-i Kur'aniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk-u cifrî ve muvafakat-ı mâneviye karinesiyle ve kıssadan hisse almak münasebet-i mefhumiye remzi ile Risale-i Nur’a imâen bakar. Daha yazılacak çok gaybî işaretler var fakat izin verilmedi şimdilik kaldı.

• "Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir."

"Kelimeten tayyibeten" kelimesi (tenvinler sayılır, şedde sayılmaz) bin onbirdir. (1011) Risalet-ün-Nur’iyyenin makamına üç farkla tevafuku ve "kelimeten tayyibeten" mübarek, güzel söz mâ’nasıyla Risalet-ün-Nur’un güzel sözlerine tetabuku "keşeceratin tayyibetin" şedde ve tenvinler sayılmazsa bin üçyüz kırkdört (1344) ederek tam tamına Risalet-ün-Nur’un zuhur ve intişarına ve yükselmesinin tarihine muvafakatı ve mâ’naca bir îma, belki bir remz, belki bir işarettir ki, kelimat-ı tayyibe olan Risalet-ün-Nur’un güzel sözleri bu âyetin bu asırda bir medar-ı nazarıdır.

• "Kötü sözün durumu da gövdesi yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma imkânı) olmayan kötü bir ağaca benzer."

Bu âyet Risale-i Nur’un muarızlarının pis mesleklerine ma’nen bakması yukarıdaki îmâyı te'yid eder.

• "Andolsun, sana tekrarlanan yedi (ayet)yi ve bu büyük Kur'an’ı verdik."

(...) Bu âyet, "seb'al-mesânî" nuruna mazhar bir âyinesi olan Risale-i Nur’a cifirce dahi işaret eder. Çünkü makam-ı ebcedîsi bin üçyüz otuzbeş adediyle Risale-in-Nur’un Fâtihası olan İşârât-ül-İ’caz tefsirinin Fâtiha sûresiyle Elbakara sûresinin başına ait kısmı bakmakla intişar tarihi olan bin üçyüz otuzbeş veya altıya tevafukla remzî bir perdeden ona baktığına bir emâredir.

• "Biz Kur'an’dan müminlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama bu, zalimlerin ziyanını artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz."

Şu âyet-i azîme sarihan asr-ı saadette nüzûl-u Kur'ana baktığı gibi sair asırlara dahi mâna-yı işârîsiyle bakar, ve Kur'anın semasından ilhamî bir sûrette gelen şifadar nurlara işâret eder. İşte doğrudan doğruya tabib-i kulûb olan Kur'an-ı Hakîmin feyzinden ve ziyasından iktibas olunan Risalet-ün-Nur, benim çok tecrübelerimle umum mânevî dertlerine şifa olduğu gibi Resâil-in-Nur şâkirdleri dahi tecrübeleriyle beni tasdik ediyorlar. Demek Resâil-in-Nur bu âyetin mâna-yı işârîsinde dahildir. Ve bu duhulüne bir emâre olarak "mâ huve şifâun ve rahmetun li’l-mu'minîn" in makam-ı cifrîsi bin üçyüz otuzdokuz ederek aynı tarihte Kur'andan ilham olunan Resail-in-Nur bu asrın mânevî ve müthiş hastalıklarına şifa olmakla meydana çıkmaya başlamasından, bu âyet ona hususî remzettiğine bana kanaat veriyor. Ben kendi kanaatımı yazdım, kanaata itiraz edilmez.

• "(...) De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, elçi olan bir insandan başka neyim?"

Kul subhâne rabbî hel kuntu illâ beşeran rasûlen = 1879 Sevgilimizin (Said Nursî’nin) besmele-i hayatı 1879.

• "Orada, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini bulmuşlardı."

Ve ‘allemnâhu min ledunnâ ‘ilmen = 598 Resâili’n-Nûr = 598

• "Biz seni âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik."

Âyetin veraset-i Ahmediye (A.S.M.) cihetinde mâna-yı işarî noktasında bu asırda o Rahmete’n-lil-âlemînin bir âyinesi ve hakikat-ı Kur'aniyenin bir hakiki tefsiri olan Risale-i Nur, o küllî rahmetin bir cilvesi bir nümunesidir. Hakikat-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) bir kısım evsafını, mâna-yı mecazî ile cüz'i bir varisine verilebilir (...).

• "Allah, inananları savunur. Allah, hiçbir haini ve nankörü sevmez."

Âyet, (şeddeler sayılsa ve meddeler sayılmazsa) makam-ı cifrî ve ebcedisi binüçyüzaltmışiki (1362) eder ki, tam tamına bu senenin hicrî aynı tarihine ve bizim mü'min kardaşlarımızı müdafaaya azmettiğimiz aynı zamana, hem mânâsı, hem makamı tevafuk ediyor. "Elhamdulillah, dedim. Benim müdafaama ihtiyaç bırakmıyor." Sonra hatırıma geldi ki: "Netice ne olacak?" diye merak ettim, gördüm; (...) aleyhimize ihzar edilen dehşetli bir hücûm karşısında, mahfuziyetimize te'minat ile teselli veriyor.

• "Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun bir örneği, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. Işık bir cam içindedir, cam ise, doğuya da batıya da ait olmayan mübarek, ateş değmese bile yağı neredeyse ışık verecek olan bir zeytin ağacından yakılan, sanki inci bir yıldız gibidir. Nur üzerine nurdur. Allah, dilediğini nuruna hidayet eder. Allah, böyle misalleri insanlar için verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir."

Şu âyet-i Nuriyenin manaca çok tabakatı ve vücuh-u kesiresi vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işârî ve remzî bir vechi mânaca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risâle-in-Nur ve Risâlet-ün-Nur’a dört-beş cümlesiyle on cihetten bakıyor. Ve o tabakalardan ve o vecihlerden bir tabaka ve bir perde dahi mu’cizane elektrikten haber veriyor:

Risale-i Nur’a bakan Birinci cümlesi: "meselu nûrihî kemişkâtin fîhâ misbâhun" dur. Yâni: Nur-u İlahînin veya Nur-u Kur'ânînin veya Nur-u Muhammedînin (A.S.M.) misâli şu "mişkâtin fîhâ misbâhun" dur. Makam-ı cifrisi dokuzyüz doksansekiz olarak aynen Risâlet-ün-Nur, -"şeddeli nun" iki nun sayılmak cihetiyle- tam tamına tevâfukla ona işaret eder.

İkinci Cümlesi: "ez-zücâcetu keennehâ kevkebun durriyyun yûkadu"dur. (...) Bu cümle-i âyetin makamı, beşyüz kırkaltı edip, Risâle-i Nur’un adedi olan beşyüz kırksekize gayet cüz'î ve sırlı iki fark ile tevâfuk noktasından işaret ettiği gibi, remzî bir mânasiyle tam bakıyor.

Üçüncü Cümlesi: "min şeceratin"dir. Eğer "min şeceratin"deki "te" vakıflarda gibi "he" sayılsa beşyüz doksan sekiz ederek tam tamına Resâil-in-Nur ve Risâle-in-Nur adedi olan beşyüz doksansekize tevâfukla beraber "min furkānin hakîmin" in adedine yine sırlı bir tek farkla tevâfuk-u remzî ile, hem Resâil-in-Nur’u efradına dahil eder, hem yine Risale-in-Nur’un şecere-i mübareki Furkan-ı Hakîm olduğunu gösterir. Eğer "min şeceratin" deki "te", "te" kalsa, o vakit makam-ı cifrisi dokuzyüz doksanüç eder, tevafuka zarar vermiyen cüz'î ve sırlı beş farkla Risâlet-ün-Nur adedi olan dokuzyüz doksansekize tevâfukla mânasının dahi muvafakatine binaen ona işaret eder.

Dördüncü Cümlesi: "nûrun ‘alâ nûrin yehdillâhu linûrihi" dir ki, dokuzyüz doksandokuz ederek sırlı bir tek farkla Risalet-ün-Nur adedi olan dokuzyüz doksansekize tevafukla mânasının kuvvetli münasebetine binaen işaret derecesinde remzeder.

Beşinci Cümlesi: "men yeşâu" cümlesi gayet cüz'î bir farkla Risalet-ün-Nur müellifinin ismiyle meşhur bir lâkabına tevafukla mânası gibi bakıyor. Eğer "yeşâu" daki mukadder zamir izhar edilirse "men yeşâuhu" olur. Tam tamına tevafuk eder. Bu âyet nasılki Risale-in-Nur’a ismiyle bakıyor, öyle de tarih-i te'lifine ve tekemmülüne tam tamına tevafukla remzen bakıyor:

"kemişkâtin fîhâ misbâhun el-misbâhu fî zücâcetin" cümlesi "kemişkâtin" deki tenvin vakıf yeri olmadığından nun sayılmak ve "fî zücâcetin" vakıf yeri olduğundan "te" "he" olmak cihetiyle bin üçyüz kırkdokuz ederek, Resâil-in-Nur’un en nuranî cüzlerinin te'lifi hengamı ve tekemmül zamanı olan bin üçyüz kırk dokuz tercihine tam tamına tevafuk eder. (...)

Hem meselâ: "yukâdu zeytuhâ yudîu velev lem temseshu nârun nûrun" cümlesi, mâna-yı remziyle diyor ki: "Onüçüncü ve ondördüncü asırda semavî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır." Yâni, bin ikiyüz seksen tarihine yakındır. İşte, bu cümle ile nasılki elektriğin hilâf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini remzen beyan eder. Aynen öyle de: Mânevî bir elektrik olan Resâil-in-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder. Muhakkik bir âlim olabilir. Hem işaret eder ki; Resâil-in-Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur. Evet bu cümlenin bu mu’cizane üç işarâtı elektrik ve Resâil-in-Nur hakkında hak olduğu gibi, müellif hakkında dahi ayn-ı hakikattır. Tarihçe-i hayatını okuyanlar ve hemşehrileri bilirler ki, "izhar" kitabından sonraki medrese usulünce onbeş sene ders almakla okunan kitapları Resâil-in-Nur müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş. Hem, nasılki bu cümlenin mânevî münasebet cihetinde kuvvetli ve letâfetli işareti var; öyle de cifrî ve ebcedî tevafukiyle hem elektriğin zaman-ı zuhurunun kurbiyetini, hem Resâil-in-Nur’un meydana çıkması, hem de müellifinin velâdetini remzen haber veriyor.

• "Şehrin öbür yakasından bir adam koşarak gelip dedi ki: 'Ey Musa, ileri gelen bazı kimseler, seni öldürme konusunda aralarında görüşmektedirler! Hemen çık; gerçekten ben, sana öğüt verenlerdenim.'"

Ve câe min aksa’l-Medîneti raculun yes'â kāle = Nur tercümanına aksâ-yı şarktan, Rus esaretinden firar edip İstanbul’a gelmesi tarihidir.

• "Ama, bizim uğrumuzda cihat edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, iyilik edenlerle beraberdir."

Bu âyet kuvvetli münasebet-i mâneviyesiyle beraber cifirce bin üçyüz kırkdört eder ki, o tarihte Risale-i Nur’un şâkirdleri gibi bu âyetin mânasına daha ziyade mazhar olanlar zahiren görülmüyor. Demek bu âyet, mânasının müteaddit tabakalarından işârî bir tabakadan ve remzî bir perdeden Kur'an’ın parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’a bakıyor ve en evvel nâzil olan "Sûre-i Alâk" da "innel-insâne leyatğâ" âyeti mânasiyle ve makam-ı cifrisiyle ifade ediyor ki: Bin üçyüz kırkdörtte nev'i insan içinde Fir'avunane emsalsiz bir tuğyan, bir inkâr çıkacak. "vellezîne câhedû fînâ" âyeti ise, o tuğyana karşı mücahede edenleri senâ ediyor. (...) Eğer "lenehdiyennehum" deki şeddeli "nun" bir "nun" sayılsa, bin ikiyüz doksan dört eder ki Risâlet-ün-Nur müellifinin besmele-i hayatıdır ve tarih-i velâdetinin birinci senesidir. Eğer şeddeli lâm iki "lâm" ve "nun" bir sayılsa, o vakit bin üçyüz yirmidörtte hürriyetin ilânı hengâmında mücahede-i mâneviye ile tezâhür eden Risâle-in-Nur müellifinin görünmesi tarihidir.

Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehum subulenâ = Mevlid-i mübarek-i Üstad 1293.

• "Biz, senden önce kendi kavimlerine peygamberler gönderdik de, onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Böylece biz, suçlu günahkârlardan intikam aldık. Müminlere yardım etmek ise, üzerimizde bir haktır."

Ve kâne hakkan ‘aleynâ nasru’l-mu'minîne = 1001 Risaletu’n-Nûr = 998.

• "Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin! Sabah ve akşam onu tesbih edin! Karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size mağfiret eden ve rahmet dileyen Allah ve melekleridir. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir. Ona kavuştukları gün meleklerin onlara temennileri 'selâm'dır. Allah, onlar için kusursuz bir mükâfat hazırlamıştır. Ey Peygamber, biz seni; şahit, müjdeci, uyarıcı, kendi izniyle Allah’a davet edici ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderdik. Müminlere Allah’tan kendileri için büyük bir lütuf bulunduğunu müjdele."

Bu âyetlerde Risale-i Nur’a îma ve remz belki işâretler var, diye hissettim. (...)

Şöyle ki:

"liyuhricekum mine’z-zulumâti ile’n-nûri ve kâne bi’l-mu'minîne rahîmen" cümlesi, mana-yı işârîsiyle: "Bin üçyüz yetmişe kadar tecavüz eden en karanlık bir zulmetten sizi, ey ehl-i iman vel-Kur'an, Kur'an’dan gelen nurlara ve îmanın ışıklarına çıkaran ve isminde Nur ve mânasında rahîmiyet bulunan ve ism-i Nur ve ism-i Rahîm’in mazharı olan, bir lem'a-i Kur'âniyeye ve bu asrımıza bakıp îmâ ediyor.

"innâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiran" cümlesi, şedde sayılmaz ve âhirki tenvin vakftır, (elif sayılır) makam-ı cifrîsi, bin üçyüz yirmiüç tarihini gösterir. O tarihte, merkez-i hilâfette, dehşetli bir inkılâbın mebde'-i infılâkı içinde, ye'se düşen ehl-i imana müjde verip, İslâmiyetin hakkaniyetine ve kuvvetine kuvvetli şehâdet eden ve verâset-i Nübüvvet noktasında dâvette bulunan hakikî bir şâhide işaret eder. "ve nezîran ve dâiyen ilallâhi" cümlesi, (tenvinler) vakf olmadığından sayılırlar. Makam-ı cifrisî, bin ikiyüz ellialtı tarihini göstermekle, bu asırda ve bu zamandaki İslâmiyetin inhisafını, bir asır evvel izhar eden mukaddematına bakarak "ve dâiyen ilallâhi" kelimesi Risale-i Nur’un bir ismi olan, Bediüzzaman’ın, yüzdoksan bir (191) adedine tam tamına tevafukla ima eder ki: Risale-i Nur dahi o inhisar içinde bir "dâiyen ilallâhi"dir. Yalnız (dâiyen) kelimesi de, Risale-i Nur’un tercümanı olan Said ismine, üç harf ile ittihad ve üç fark ile tevafuk eder.

"biiznihî ve sirâcen munîran" bin üçyüz otuz (1330) ederek Risale-i Nur’un fatihası olan İşârât-ül İ’câz tefsirinin zuhûruna tevafuku ve "biiznihi"deki melfûz "yâ" sayılsa bin üçyüz kırk (1340) edip Risale-i Nur’un zuhuruna tetâbuku ve birinci tenvin vakf olmadığından "nun" sayılsa binüçyüz seksen (1380) ederek Risale-i Nur’un o tarihte inşâallah küre-i arzı ışıklandıracak bir sirac-ı nûrâni olacağına remz-i Kur'anîdir.

Yalnız "sirâcen munîran" kelimesi ise, tam tamına Risale-i Nur’un bir ismi olan "Sirâcü’n-nur"a lâfzan ve mânen ve cifren tevafukla bakar. (...)

Ve çekinmeyerek deriz:

"ve beşşiri’l-mu'mimîne bienne lehum minallâhi" cümlesi, (şedde sayılmak) cihetiyle, makam-ı cifrîsiyle bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihini göstermekle, bu asrımızın, tam bulunduğumuz bu senesine bakarak ehl-i îmana bir büyük ihsanı var diye, mâna-yı remziyle haber veriyor.

Biz bakıyoruz, bu zamanda en büyük ihsan imanı kurtarmaktır... ve görüyoruz, imanı hârika bürhanlarla kurtaran -başta- Risale-i Nur’dur.

Demek bu zamanda nisbeten bir "fadlen kebîran" de odur. Bu işareti kuvvetlendiren şudur: "fadlen kebîran" daki "fadlen" kelimesi, dokuzyüz altmış (960) edip, Risale-i Nur’un bu ismi, izafeden tavsif tarzına geçmekle, Risalet-ün-Nuriye olup, dokuzyüz altmışiki (962) adedine mânidar iki farkla tevafuku, onun başına remzen ve îmaen parmak basmasıdır.

İnnâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiran = 1372 İkinci tenvinle. (...) Devr-i Nur’un başlangıcı olan 1372 tarihinin miladi karşılığı olan 1953-1954 rakamları da gerek Kur'an-ı Kerim’de ve gerek Ehadis’in adedi beyanlarında kesretle mezkurdur.

• "(Bu) Kitabın indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah tarafındandır."

Hem Sûre-i Zümer, hem Sûre-i Câsiye, hem Sûre-i Ahkaf’ın başlarında bulunan bu âyetler dahi yirmiikincideki âyetler gibi Risalet-ün-Nur’un ismine ve zâtına, hem te'lif ve intişarına bir mâna-yı remziyle bakıyorlar.

• "Hā, mîm. (Bu), Rahman’dan, Rahîm’den indirilmiştir."

Bu âyetin mâna-yı işarîsi, Resail-in-Nur ile münasebeti çok kuvvetlidir. (...) Hem şu âyet nasılki Resail-in-Nur’un te'lif ve tekemmül tarihine tevafukla parmak basıyor... Öyle de, "tenzîlun" kelimesiyle -vakf mahalli olmadığından tenvin "nun" sayılmak cihetiyle- makamı beşyüz kırkyedi olarak Sözlerin ikinci ve üçüncü ismi olan Resail-in-Nur ve Risale-i Nurun adedi olan beşyüz kırksekiz veya kırkdokuza şeddeli "nun" bir "nun" sayılmak cihetiyle pek cüz'î ve sırlı bir veya iki farkla tevafuk ederek remzen ona bakar, dairesine alır. (...) Birinci vecihde tam tamına Resail-in-Nur’un te'lifce bir derece tekemmülü ve fevkalâde ehemmiyet kesbetmesi ve fırtınalara tutulması ve şâkirdleri kudsî bir teselliye muhtaç oldukları Arabî tarihiyle şu: Bin üçyüz ellibeş ve ellidört tarihine, hem otuzbir adet Lem'alardan ibaret olan "Otuzbirinci Mektup"un te'lif zamanına, hem O Mektubun "Otuzbirinci Lem'a"sının vakt-i zuhuruna ve O lem'adan Birinci Şuâ’nın te'lifine ve O şuâ’ın yirmidokuz makamında otuzüç adet âyatın Risale-i Nur’a işaretleri istihraç edildiği hengamına ve yirmibeşinci âyetin Risale-i Nur’a îmaları yazıldığı şu zamana, şu dakikaya, şu hale tam tamına tevafuku ise, Kur'anın i’caz-ı mânevîyesine yakışıyor.

• "Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve 'Ben Müslümanım' diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?"

Makam-ı cifrîsi (...) olmak üzere binüçyüz yirmisekiz eder ki: O müthiş tarihte bir tâife ayağa kalkıp Cenab-ı Hakk’a halkı da’vet edeceğine işâret eder ki; o tarihte böyle bir da’vet ve Kur'an’ın tahsinine lâyık olacak güzel söz ise şimdilik Sözler namındaki Risâle-i Nur’un da’vet edici cüzleri başta görünüyor. "ahsenu kavlen" kelime-i kudsiyesinin tarihçesi daha ziyade güzel sözlü kim olabilir der. Demek birisi o tarihte gâyet güzel sözleriyle çıkacak. Sözlerin güzelliğiyle halkı teshir edecek. Bu hassa ise, bu zamanda Risâle-i Nur’un Sözler namında belâgatça ve hüsn-ü cemâlce ve te'sir ve teshîrce yüksek bir mertebede bulunan kelimâtları ve kuvvetli sözlerinde bulunur. Demek bu âyet mâna-yı işarisiyle de Risâle-i Nur’u tahsin eder.

• "Eğer biz onu, yabancı (dilde) bir Kur'an yapsaydık derlerdi ki: 'Ayetleri (anlayacağımız biçimde) açıklanmalı değil miydi? Arab’a yabancı söz mü (geliyor)?' De ki: Bu Kur'an, iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin kulaklarında bir ağırlık vardır. Kur'an, onlara karşı bir körlüktür. Sanki onlara uzak bir yerden sesleniyor."

Şu şifalı âyet çok zamandır benim dertlerimin şifası ve ilacı olduğu gibi Eczahane-i Kübra-yı İlâhiyye olan Kur'an-ı Hakîmin tiryakî ilaçlarından, Risale-in-Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki bin mânevî dertlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resail-in-Nur şâkirdleri dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkil ve zendeka hastalığına mübtela olanlardan çokları onunla şifalarını buldular.

İşte her derde şifa olan Kur'anın ilaçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resail-in-Nur dahi bu şifadar âyetin bir medar-ı nazarı olduğuna kuvvetli bir emare şudur ki: Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üçyüz kırkaltı adedi Resâil-in-Nur’un bin üçyüz kırkaltıda şifadarane etrafa intişarının tarihine ve Mu’cizat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm namında olan Risale-i harikanın zaman-ı te'lifine tam tamına tevafukudur. Şu tevafuk hem münasebet-i mâneviyeyi te'yid ve onunla teeyyüd eder, hem remizden işaret derecesine çıkarıyor.

• "Ey iman edenler, seslerinizi Peygamber’in sesi üzerine yükseltmeyin! Farkına varmadan amellerinizin boşa gitmemesi için, birbirinize karşı bağırarak konuştuğunuz gibi, Peygamber’e karşı da bağırarak konuşmayın! "

"Savti’n-Nebiyyi" 599, "Resâili’n-Nûri" 599’dur. Bu ayet-i kerimeye göre, Risale-i Nur’un sadâ-yı Muhammed (A.S.M.) dan başka bir şey olmadığı ve sair her nev'i beyanların onun fevkine yükseltilmemesi ihtar olunmaktadır.

• "Ey iman edenler, zannın çoğundan sakının; çünkü zannın bazısı günahtır. Birbirinizin gizlisini araştırmayın! Kimse kimseyi gıybet etmesin; içinizden biri, hiç ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiksindiniz değil mi? Allah’tan sakının! Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir."

Kur'anın bir tek âyetinin bir tek işâreti, ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i’caziyeyi tevafuk suretiyle gösterdiğini mânevi bir ihtarla gördüm. Şu âyet-i kerimenin makam-ı cifrisi, şedde ve tenvin sayılmazsa bin üçyüz ellibirdir. "meyten" aslı "meyyiten" olmasından, bin üçyüz altmışbir ederek bu tarihte umûr-u azimeden bir dehşetli gıybeti, şu âyetin mâna-yı işârî külliyetinde dahil ediyor. Ve umûr-u azîmeden böyle acib bir gıybet, aynı tarihte, aynı senede vukua geldi. Şöyle ki:

(...) yüz arkadaşiyle taht-ı tevkife alınan bir adam, yüzer emare ve karinelere istinaden inayet-i İlâhiyyeden geldiğinden kat'î bir kanaatı ile işarât-ı Kur'aniyeden bir müjdeyi hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına teselli niyetiyle beyan ettiği için gıybet ve fena tâbiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle îmanlarını kurtaran masum şâkirdlerini ondan tenfir edip şüpheler vermek, güya ortalıkta medar-ı inkâr bir şey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi yalnız o bîçârenin mevhum bir hatâsını sekiz senede seksen müdakkiklerin nazarında saklanan ve sathî ve inadî nazarına göre bir içtihadî yanlışını görüyor zanniyle zemmetmek, elbette bu asırda, bu memlekette, Kur'an-ı Mu’ciz-ül-Beyanın kasden işaretine medar olabilir azîm bir hâdisedir. Bence Kur'anın nasılki her sûre ve bâzan bir âyet ve bazan bir kelime bir mu’cize olur; öyle de: Bu âyetin tek bir işareti, ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i’câziyedir. Bu âyetin bu işareti, bu asırda Risale-i Nur şâkirdlerinin hakkındaki gıybete baktığına üç emare var:

Birincisi: "Birinci Şuâ" olan "İşarât-ı Kur'aniye" Risalesinde Risale-i Nur’a ve tercümanına işaret eden (...) gayet kuvvetli karinelerle "meyten" kelime-i kudsiyesi, cifir ve ebced hesabiyle ve üç cihet-i mânâsiyle Said-ün-Nursî’ye tevafuk etmesidir.

İkinci Emare: "eyuhibbu ehadikum" ilâ âhir âyetinin mâkam-ı cifrîsi ve riyazîsi bin üçyüz altmışbir etmesidir. Aynı tarihte o acîb hâdise oldu.

Üçüncü Emare: (...) Bu âyet, karşımda kendini gösterip temessül eyledi. Mânen bana "bak" dedi. Ben de baktım, birden tesbihat içinde gördüm ki; bin üçyüz ellibirden, tâ bin üçyüz altmışbir tarihini gösterdi. Hâlimize baktım. Perde altında ellibirden tâ altmışbire kadar, Risale-i Nur meded beklediği İstanbul afâkında bir nevi taarruz bulunmuş ve altmışbirde birden patlamasıdır.

• "Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret! Zira sen, bizim gözümüz önündesin. Kalkarken de Rabbini hamd ile tesbih et!"

Hizbü’l Ekber-i Kur'an’ı açtım. Birden bu ayet-i kerime karşıma çıktı. "Bana bak" dedi. Ben de baktım, üç kuvvetli emare ile bana ve bize teselli veriyor. Şimdi başımıza gelen bu musibeti hiçe indirdi. (...)

Birinci emare: Şeddeler sayılır, hesab-ı ebced ile binüçyüzaltmışiki ederek bu sene arabi aynı tarihe tevafuk edip manasıyla der: "Sabreyle, başına gelen kazayı Rabbaniye teslim ol. Sen inayet gözü altındasın. Merak etme. Gecelerde tesbihat ve tahmidata devam eyle."

İkinci emare: Bu ayetin manasını tam tamına hakkımda me'mûlümün çok fevkinde aynen müşahede ettim.

Üçüncü emare: Beyanına şimdilik lüzum olmadığından yazdırılmadı.

• "Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve Peygamberine iman edin ki; size rahmetinden iki kat versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve günahlarınızı bağışlasın! Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir."

Lillâhilhamd Risale-i Nur bu kudsî ve küllî mânasının parlak bir ferdi olduğu gibi "nûran" deki tenvin "nun" sayılmak cihetiyle bin üçyüz onsekiz adediyle Resail-in-Nur müellifi tedristen, te'lif vazifesine ve mücahidane seyahata başladığı zamanın beş sene evvelki zamanına ve çok âyetlerin işaret ettikleri bin üçyüz onaltı tarihindeki mühim bir inkılab-ı nuriyeye başladığı aynı tarihtir. İşte şu nurlu âyet, hem mânaca, hem cifirce tevafuku ise, umum vücuhu ayn-ı şuur olan Kur'an’ı Mu’ciz-ül-beyan’da elbette ittifakî ve tesadüfî olamaz.

• "(...) Asıl kurtuluşa erenler, şüphesiz Allah taraftarlarıdır."

(...) Ve şu asırda hizb-i Kur'anînin hadsiz efradından Resâil-in-Nur şâkirdleri tezahür ettiklerinden bu âyetin küllî mânasında hususî dahil olmalarına bir emare olarak makam-ı cifrîsi bin üçyüzelli adedi ile Resail-in-Nur şakirdlerinin zahirî mağlûbiyetleri ve bir sene sonra mahbusiyetleri içinde mânevî galebeleri ve metanetleri ve haklarında yapılan müthiş imha plânını akîm bırakan ihlâsları ve kuvve-i mâneviyeleri tezahür etmesinin Rumî tarihi olan bin üçyüz elli ve ellibir ve elliiki adedine tam tamına tevafuku elbette şefkatkârane, teselliyetdârâne bir remz-i Kur'anîdir.

• "Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar; Allah ise, kâfirler hoş görmeseler de, nurunu tamamlayacaktır."

Bu âyetteki "nûrullâhi biefvâhihim vallâhu mutimmu nûrihî" cümlesinin makam-ı cifrîsi, bin üçyüz onaltı veya yedidir. Ve bu tarih ise: Sâbıkan yirmibirinci âyetin hâtimesinde zikredilen inkılâb-ı fitrî sadedinde: Avrupa’nın bir müstemlekât nâzırı, Kur'anın nurunu söndürmesine çalışması tarihine ve Resail-in-Nur müellifi dahi ona karşı o inkılâb-ı fikrî sayesinde o nuru parlatmaya çalışması aynı tarihe (...) bil’ittifak muvafakatları elbette remizden, işaretten, delâletten ziyade bir sarahattir ki: Risale-i Nur ve Nur-u İlâhînin bir lem'ası olacağını ve düşmanları tarafından gelen şübehat zulümatını dağıtacağını mâna-yı işarîsiyle müjdeliyor.

• "Müşrikler hoş görmeseler de, dinini, bütün dinlere üstün kılmak için, Resulünü hidayet ve hak dinle gönderen odur."

(...) bi’l-Hudâ ve Dîni’l-Hakki = 359 Sa‘îd Bedî‘u’z-Zaman = 359.

• "Ey iman edenler, Allah’a yürekten tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Allah; Peygamber’i ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı günde, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. (O gün) onların nuru, önlerinden ve sağ yanlarından koşar. Derler ki: Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Doğrusu, senin her şeye gücün yeter."

"yekūlûne rabbenâ etmim lenâ nûranâ" cifirce bin üçyüz yirmialtı ederek o tarihteki hürriyet inkılâbından neş'et eden fırtınaların hengâmında her şeyi sarsan o fırtınaların ve harplerin zulümatından kurtulmak için nur arayan mü'minler içinde, Resail-in-Nur şâkirdleri az bir zaman sonra tezahür ettiklerinden bu âyetin efrad-ı kesiresinden bu asırda bir masadakı onlar olduğuna bir emâredir. "vağfirlenâ" cümlesi bin üçyüz altmışa bakıyor. Demek bundan beş-altı sene sonra istiğfar devresidir. Resail-in-Nur şâkirdleri o zamanda istiğfar dersini vereceğini remzen bir îmâdır.

"vağfirlenâ" cümlesi tamtamına vavsız binüçyüzaltmışiki eder. Bu senenin aynı tarihine tevafuk eder. Bizi çok istiğfara davet eder. Ve emreder ki: Nurunuz tamam olsun. Ve Risale-i Nur noksan kalmasın.

• "Belki Rabbimiz, bize bunun yerine daha iyisini verir. Biz Rabbimize yönelir, ondan umarız."

Şu âyetin (...) Resail-in-Nur şâkirdlerine hususî remzettiğine bir emaresi şudur ki: Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üçyüz kırkbeşte ehemmiyetli risaleler te'lif ile beraber, fevkalâde hadiseler vukua gelmeğe hazırlandılar... ve o Resail-in-Nur’un merkez-i intişarı olan Barla karyesinde ziyade sıkıntı müellifine verildi. Ve hususî küçük mescidine ilişildiği zaman Resail-in-Nur şâkirdleri kuvvetli bir ümid ve rica ile müslümanların kuvve-i mâneviyelerini takviye ettiler. Bu âyetin birden külfetsiz hatıra geleni bu kadardır. Yoksa esrarı çoktur. Tekellüf olmasın diye kısa kestim.

• "Ey örtüsüne bürünen!"

Yâ eyyuhe’l-Muzzemmil = 233 Kürdî = 234.

• "Ey bürünüp örtünen!"

Yâ eyyuhe’l-Muddessir = 1316 (...) Nitekim hamule-i envarın kendisine tevdiini ve vazife-i mukaddese ile tavzifi tarihi olan 1316’nın miladi karşılığı bulunan 1900 tarihi; yani, yirminci asrın mebdei, gerek Kur'an-ı Kerim’in gerek Ehadis-i Nebeviye’nin pek ziyade itibarına mazhar olarak birçok yerlerinde mezkurdur.

• "Bu öğüt, şerefli ve tertemiz elçiler eliyle yazılmış, şerefi büyük, yüce ve temiz sahifelerdedir."

(...) Risale-i Nur’un nâşir ve kâtiblerine mânâ-yı işarî ile bakıyor.

• "Allah tarafından (gönderilmiş) tertemiz sahifeler okuyan bir elçidir. Onlarda dosdoğru yazılmış hükümler vardır."

Risale-i Nur’un eczalarına ve suhuflarına ve kitablarına mânâ-yı işarîyle bakıyor. Fakat cifir hesabiyle, bin üçyüz altmış küsurdan sonra bu parlak vaziyeti gösterecekler diye icmâlen fehmettik.

• Asr suresinin ebcedî tefsiri için bak. Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 52-54, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar/Karadağ’ın Bir Meyvesi; Kastamonu Lâhikası, 231, Yirmiyedinci Mektubdan/Risale-i Nur Şâkirdleri Tarafından Sorulan Suale Cevabdır.

• Fîl suresinin ebcedî tefsiri için bak. Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 54-57, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar/Birden Kalbe Gelen Bir Nükte-i İ’caziyedir.

• Kevser suresinin ebcedî tefsiri için bak. Kastamonu Lâhikası, 83-84, Yirmiyedinci Mektubdan/Azîz Kardeşlerim!

• Felak suresinin ebcedî tefsiri için bak. Müdâfaalar, 346-348, Afyon Müdâfâsı/Sanıklardan Bilahare Yakalanmış Olduğundan, Bilirkişilere Tedkike Gönderilemeyen Sair Eserler ve Mektublardaki Suç Mevzuu Olan Yazıların Hulâsaları; Şuâlar, 231-233, Onbirinci Şuâ/Meyve Risalesi/Hâtime; Âsâ-yı Mûsa, 77, Onbirinci Mes'elenin Hâtimesi.












































3.2. EBCED

3.2.1. EBCEDİN TANIMI

Ebced, Arap alfabesindeki harflerin kolay öğretilmesi ve bellekte kalması için düzenlenmiş sözcüklerin ilkidir. Tümü sekiz sözcüktür. Bunlar, harflerin bitiştirilme biçimini ve sırasını gösterirler.

Ebced, sekiz sözcükten ilkinin söylenişi ve adı olduğu gibi, bu sözcüklerin tümünün de adıdır. Böylece alfabe (elifba) anlamına da gelmektedir.

Ebcede abcad, ebiced, ebicad, abucad da denmektedir. Şarih’e göre asıl adı ebucad’dı. Harfleri tekrarlamamak için kısalttılar. Huruf-ı ebicad sözü de bundan gelir.

Ebced’i meydana getiren sözcükler şunlardır:

ﻎﻆﺿ ﺫﺨﺛ ﺖﺷﺭﻗ ﺹﻓﻌﺴ ﻥﻣﻟﻛ ﻰﻃﺣ ﺯﻭﻫ ﺪﺟﺑﺍ
żaẓaġ sehaz ḳaraşet se‘afaṣ kelemen huttî hevvez ebced
8 7 6 5 4 3 2 1

Son sözcük "żaẓaġlen" biçiminde de yazılmaktadır. Batı Müslümanları son dört sözcüğü "żaġaş, sehaz, ḳaraset, se‘afaż" biçiminde düzenlemişlerdir.

Bu sekiz sözcük içinde 28 harf bulunmaktadır. Buna göre ebced alfabesinin düzeni şöyledir:

ﻍ ﻅ ﺽ ﺫ ﺥ ﺚ ﺖ ﺵ ﺭ ﻕ ﺺ ﻒ ﻉ ﺲ ﻥ ﻢ ﻞ ﻚ ﻯ ﻂ ﺡ ﺯ ﻭ ﻫ ﺪ ﺝ ﺐ ﺍ

Arapların başka iki alfabe düzeni daha bulunmaktadır. Epey eski bir devirde, bugün de kullanılan bir diğer sistemin esası şudur: Aynı yazı şeklinde olan harfler bir araya getirilmiş ve her grubun ilk harfinden sonra o harfe benzeyen diğer harfler sıralanmıştır. Yalnız "ha, vav ve ya" harfleri sona bırakılmıştır:

ﻯ ﻭ ﻫ ﺵ ﺲ ﻕ ﻒ ﻍ ﻉ ﺽ ﺺ ﻥ ﻢ ﻞ ﻚ ﻅ ﻂ ﺯ ﺭ ﺫ ﺪ ﺥ ﺡ ﺝ ﺚ ﺖ ﺐ ﺍ

Ortada mevcut bu iki alfabe tertibi yanında, bazı âlimlerin yalnız fonetik fizyolojisi prensiplerine göre tanzim edilmiş bir alfabe sistemi daha vardır; bu sistemde gırtlak sesleri ile arka damak sesleri başta gelir ve ağız önünden çıkarılan sesler ile dudak sesleri sona bırakılmıştır. Aşağıdaki sıra el-Halil’in Kitabu’l-Ayn’daki sıradır:

ﻯ ﺍ ﻮ ﻡ ﺏ ﻑ ﻥ ﻞ ﺭ ﺚ ﺬ ﻅ ﺖ ﺪ ﻂ ﺯ ﺲ ﺽ ﺹ ﺶ ﺝ ﻙ ﻕ ﻍ ﺥ ﻫ ﺡ ﻉ

Bu sıra el-Ezherî’nin Tehzib ve İbn Sida’nın Muhkem’inde de aynıdır.

Arapçanın bu üç alfabesinden ikincisine düzen veren ilke, harflerin şekil benzerliğidir. Üçüncüsü ise, ses fizyolojisi ilkelerine göre düzenlenmiştir. Böylece bu iki alfabedeki sıranın nedeni bellidir.

Peki, ebced alfabesindeki sıranın nedeni nedir? Bu soruya yanıt olarak şu açıklamalar yapılmıştır:

1) Bazılarına göre; 6 Medyen hükümdarı Arap harflerini, kendi adlarına göre tertip etmişlerdir. Bunların isimleri ebcedin ilk altı sözcüğüdür. Sonra diğer iki sözcük bu alfabeye eklendi.

2) Bir rivayete göre; ebcedin ilk 6 kelimesi, 6 şeytanın adıdır ve onların adları, Arap harflerinin sırasına temel olmuştur.

3) Ebceddeki sözcükler, haftanın günlerinin adıdır. Harflerin sırası da gün adlarındaki sıraya göre düzenlenmiştir.

Dördüncü açıklama olarak, İmam Şevkânî’nin bahsettiği bir uydurma hadisi gösterebiliriz:

"Her şeyin bir sebebi vardır. Ama, bunu herkes anlayıp fark edemez. Ebu Cad’ın acayip bir sözü vardır. Ebu Cad; Âdem’in itaati kabul etmemesi (ﻰﺒﺃ), ağaçtan yemeyi sevip arzulamasıdır (ّﺩﺠ). Hevvez; gökte yere düşmesidir (ﻯﻮﻫ). Huttî; günahlarının üzerinden alınmasıdır (ﺖﻄﺤ). Kelemen; ağaçtan yemesi (ﻞﻜﺃ) ve (Allah’ın) ona iyilik edip tevbesini kabul etmesidir (ّﻥﻣ). Se‘afas; Âdem’in Rabbine asi olması (ﻰﺻﻋ), (Allah’ın da) onu nimetten sıkıntılı bir yaşama çıkarmasıdır. Karaşet; günahını itiraf etmesi (ﺭﻗﺃ) ve cezadan kurtulmasıdır."

Bu açıklamalardan birinci ve ikincisi boş inandan başka bir şey değildir. Üçüncüsü ise gerçeğe tam olarak uymamaktadır. Bütün bunlar, ebcedi Araplara mal etmek için uydurulmuş, belge kimliği bulunmayan zorlamalardır.

Bu söylentilerde, özellikle ilk altı sözcük üzerinde durulmuştur. Cumanın Arapça karşılığı ise ebceddeki yedinci sözcük olan sehaz değil, arûbe’dir.

Dördüncüsü için de Şevkânî, şöyle der:

İbn Cerir, bu sözü Tefsir’inde sonuna kadar rivayet etmiştir. Derim ki: Bu söz öyle yalanlardandır ki, cahillerin en cahili ve iftiracıların en çirkininden başka hiçbir kimseden sâdır olmaz. İbn Abbas’ın, onun ayarındakilerin ve onlardan sonra gelenlerin bu gibi sözleri söylemelerine imkân yoktur. Bu sözü aldanarak, batıl olduğunu bilmeden kitabında rivayet eden biri de, bunu uydurandan daha cahildir.

Fevaid’i tahkik eden el-Yemanî, Şevkânî’nin bu sözünü aşırı bulur ve der ki:

İbn Cerir, (bu uydurma söz hakkında) sükût etmemiş, bilâkis (Suyutî’nin) el-Leâlî’de de aynen açıklandığı gibi bunun çok düşük bir söz olduğunu belirtmiştir.

Ebcedin bu söylentilere bağlanmasını yeterli bulmayan ve ebced sözcüklerinin yabancı kökenli olduklarını açıkça söyleyen el-Müberred, es-Sifarî gibi anlayışlı Arap dil bilginleri de vardır.

Ebced alfabesinin tertibinde harflerin vaziyeti, yalnız sâmitleri nazar-ı itibara alınmak şartı ile, İbranî ve Aramî dillerindekinin aynıdır. Diğer deliller ile beraber, bu da gösterir ki, alfabe Araplara Nebatîler vasıtasıyla gelmiştir. Arapçaya has olan 6 harf, sıranın sonuna konulmuştur. Bu iki kelimeye "katılan, ek ve arkasından gelen" manasında "revadif" denilir. Yalnız başlarına hiçbir manaları olmayan ve sadece hafızanın işini kolaylaştıran bu 8 kelimeden başka, harflerin sırası, bu harflerin adetlerini göstermekte kullanılmaları bakımından da İbranî ve Aramî dillerindekinin aynıdır.

Bu harfler ile yapılacak hesabın tertibinde de Süryanîlere uymakla beraber Araplar, kendilerinin ilâve ettikleri her harfi, bir öncekine 100 ilâve ederek hesaba kattılar. Meselâ (s) 500, (h) 600... oldu. Son harf olan (ġ) da 1000’e tekabül etmiş oldu.

Arap alfabesinin İbranî-Aramî menşei şüphe götürmez; mamafih, diğer Samî dilleri bilmeyen, ayrıca kuvvetli bir itimad-ı nefs ile ve millî bir gururla meşbu Araplar, an'ane ile intikal etmiş ve onlarca anlaşılması güç olan ebced kelimeleri için, başka izah tarzları aramışlardır.

Özet olarak şunları söyleyebiliriz:

Araplar, eski ulusların alfabelerini meydana getiren 22 harfe değin ilk altı sözcüğü hazır bulmuşlardır. Onların ebceddeki tek payı, eski alfabelerde bulunmayan ve kendi dillerine özgü olan 6 harfi, hazır buldukları bu alfabeye eklemiş olmalarıdır. Araplar, ses çıktılarına ve şekil benzerliklerine göre düzenledikleri öteki iki alfabe yanında, ebcedi de korumuşlar ve sayı değerleriyle de, rakam olarak kullana gelmişlerdir.


3.2.2. EBCED HESABI

Bugün İslâm dünyasını dolaşan biri, doğu beldelerinde ve Mısır’dan sonrası hariç Batı ülkelerinde sayıların çok az değişimle şu şekilde kullanıldığını görecektir:

۰ ۱ ۲ ۳ ٤ ٥ ٦ ٧ ٨ ٩

Bu sayılar, Hint menşelidir; bu yüzden Arapçada Hint sayıları (el-erkām el-Hindiyye) olarak anılır.

Ancak Kuzey Afrika’da sayılar, Batılıların Arap sayıları dediği şekillerle aynıdır; bu şekiller şimdi doğu beldelerinde kullanılan sayıların tarihî münasebetlerini ortaya koymaktadır.

Aslında Müslümanlar, Hint sayılarını ve 2./8. yüzyılın başlarında Hint ve İran kaynaklarından aldıkları "hisab el-gubarî" (toz tahta hesabı) sistemini öğrenmeden önce parmak hesabı (hisab el-yed) yapıyorlardı. Bu sistemin böyle isimlendirilmesinin nedeni, iz bıraksın diye üzerine toz serpilen bir tahtanın kullanılmasıydı. Fakat, bu yeni hesaplama metotlarını öğrendikten sonra da parmak hesabını devam ettirdiler. Dahası, Müslümanların kadim Babil’den tevarüs ettikleri altmışlık sayı sistemi, ondalık sayı sisteminin benimsenmesinden sonra bile, özellikle astronomlar tarafından kullanılmaya devam etti. Sayıları sembolize etmek üzere harfleri kullanan ve bu altmışlık sisteme dayanan "hisab el-cümmel", yüzyıllar boyu İslâm dünyasının her yerine geniş ölçüde yayılmıştı. Nitekim altmışlık sistem, sonraları "astronomların aritmetiği" (hisab el-müneccimîn) olarak tanınacaktı. Ondalık sisteme gelince, gerçekte Müslümanlar çeşitli hesaplama metotlarını, Hint sayıları ve hane sistemi üzerinde kurulmuş olan bir sistem içinde erittiler.

Ondalık sayı sistemi hakkında başka görüşler de vardır:

Bugün kullandığımız bu rakamlara Hind rakamları deniyor ve birçok Müslüman yazar da aynı şekilde isim veriyor. Bu sistemin Müslüman Bilim Tarihine Birunî tarafından sokulduğu söylenmektedir. Ancak, bu durum şüphelidir. Bu sistemi içeren ilk aritmetik kitabının 873 M. yılında ve Hintlilerle aynı sistemi ihtiva eden ilk kitabın, iki asır gibi bir zamandan sonra yazıldığı düşünülecek olursa, bu sistemi, Müslümanlar Hintlilerden almış değil, bizzat kendilerinin icat ettiklerini kabul etmek gerekecektir.

Ebced düzeni alfabede, her harfin bir sayı değeri vardır. Harflerin bu sayı değerleriyle rakam gibi kullanılmasına "ebced hesabı" ya da "cümmel hesabı" denir. Buna göre harflerin sayı değerleri şöyledir:

Yüzler Onlar Birler
Ḳ-100-ﻕ Y-10-ﻯ A-1-ﺍ
R-200-ﺭ K-20-ﻚ B-2-ﺐ
Ş-300-ﺵ L-30-ﻞ C-3-ﺝ
T-400-ﺖ M-40-ﻢ D-4-ﺪ
S-500-ﺚ N-50-ﻥ H-5-ﻫ
H-600-ﺥ S-60-ﺲ V-6-ﻭ
Z-700-ﺫ ’A-70-ﻉ Z-7-ﺯ
Ż-800-ﺽ F-80-ﻒ H-8-ﺡ
Ẓ-900-ﻅ Ṣ-90-ﺺ T-9-ﻂ
Ġ-1000-ﻍ

Ebced, bu sayı değerleriyle İbranî ve Aramîlerden beri rakam gibi kullanılmıştır. Araplar, harflerin sayı değerlerini de eski uluslardan almışlar, sonradan düzenledikleri alfabelerde ebced sırasını bozmuşlarsa da, rakam gibi kullanılmasında yine bu sıraya uymuşlardır.

Batılılar (Mağripli Araplar), harfleri sıralarken 6 harfi Doğuluların sıralamasından başka bir düzende sıralarlar. Buna göre harflerin sayı değerleri de şöyle olmaktadır:

Ṣ-60-ﺺ, Ż-90-ﺽ, S-60-ﺲ, Z-800-ﺯ, Ġ-900-ﻍ, Ş-1000-ﺵ.

Görüldüğü gibi, harflerin sayı değerleri Doğululara ve Batılılara göre değişmektedir.

Harflerin bu sayı değerleriyle hesaplanmasına "Küçük Ebced (Cümel-i Sağîr)" de denmiştir. Ebcedin, harflerin sayı değerlerini değiştiren üç ayrı kullanışı daha vardır. Bunlara: "Büyük Ebced (Cümel-i Kebîr), En Büyük Ebced (Cümel-i Ekber), En Küçük Ebced (Cümel-i Asğar)" denmektedir.

Büyük ebced; harflerin, adlarının sayı değerlerine göre hesaplanmasıdır. Örneğin; « ﺝ » harfinin adı olan « ﻡﻳﺠ », üç harften meydana gelmiştir. Bu üç harfin sayı değerleri toplamı (3+10+40=) 53’tür. Başka bir örnek: « ﻕ » harfinin adı olan « ﻒﺎﻗ » ın içindeki harflerin sayıları toplamı olan (100+1+80=) 181, büyük ebcedde bu harfin sayı değeridir.

En büyük ebced; harflerin küçük ebceddeki sayılarının, Arapça adlarını meydana getiren harflerin sayı değerleri toplamıdır. Örneğin; « ﺝ » in küçük ebceddeki sayı değeri 3’tür. 3’ün Arapçası « ﻪﺛﻟﺜ » dir. Bu sözcüğü meydana getiren harflerin toplamı (500+30+500+5=) 1035’tir. Başka bir örnek: « ﻕ » harfinin küçük ebceddeki sayı değeri olan 100 sayısının Arapçası olan « ﻪﺌﺎﻣ » yi meydana getiren harflerin sayıları toplamı olan (40+1+1+5=) 47, en büyük ebcedde « ﻕ » harfinin sayı değeridir.

En küçük ebced; küçük ebceddeki sayılar 12’ye bölündükten sonra, kalan kısmı harflere sayı olan ebceddir. Örneğin; küçük ebcedde « ﻝ » ın sayı değeri olan 30, 12’ye bölündükten sonra kalan 6, « ﻝ » harfinin sayısı olur.

Birler bölmesi ile, onlar bölmesinin ilk sayısı olan 10, 12’ye bölünemedikleri için, ilk 10 harfin sayı değeri, küçük ebceddekine eşittir. Yüzler bölmesindeki rakamlar, birer sıfır atılarak onlar bölmesine indirilir. Kalan 20, 12’ye bölünür. Bölme işi yapıldıktan sonra artan 6, « ﺮ » nın ebceddeki sayı değeri olur.

« ﺲ » ve « ﺥ » harflerinin küçük ebcedde sayı değerleri olan 60 ve 600, 12’ye bölündükleri zaman artan olmadığı için, en küçük ebcedde bu harfler kullanılmamıştır.



3.2.3. EBCEDİN KULLANILDIĞI YERLER

Sayı değerlerinden faydalanılarak, ebced çeşitli yerlerde kullanılmıştır. Başlıcaları şunlardır:

1) Günlük İhtiyaçlarda: Günlük ve çeşitli ihtiyaçlar için, rakam yerine kullanılmıştır. Yalnız, bu harfler, rakamlar gibi soldan sağa değil, sağdan sola doğru yazılmışlardır. Harfler çok bitişiktir.

2) Kitap Sayfalarında: Arap harfleriyle yazılmış olan ön söz, sunu, beğence, içindekiler ve dizin gibi kitabın asıl bölümlerinden ayrı olan sayfalar, bu harflerle numaralandırılmıştır. Örneğin Celâleddin Harzemşah’ın ön sözünün bütün sayfaları ebced harfleriyle numaralandırılmıştır (yazarı Namık Kemal’dir). İdes’e, yazarı Osman Adil ve Recaizade M. Ekrem tarafından yazılmış olan 90 sayfa tutan ön sözler ebcedle numaralandırılmıştır.

Ebced harflerinin sıra ile, fakat sayı değerlerine uyulmadan da kullanıldığı olmuştur. Ebcedin 28 harfi, 1’den 28’e kadar rakam olarak alınmıştır. Adlarını anacağımız kitapların ön sözlerinin sayfa numaraları da bu yoldadır:

Ahmet Refik, Makine Nazariyatı ve Tatbikatı, İstanbul 1314; Askerî Mecmua Tarih Kısmı, İstanbul 1927-1928; Yorgaki, Usûl-ı Cezaiye Kitabının Deavi Bölümü, İstanbul 1324; Osman Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, İstanbul 1338; Ahmet Midhat, Kâinat, İstanbul 1288-1299...

Ahmet Kemal’in Tarih-i Kadim-i Mısriyyîn ve Asar-ı Bedayi-i Akdem’in 22 sayfalık ön sözü Osmanlı alfabesinin harf sırasına göre numaralandırılmıştır.

Ali Özek’in başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanan ve Medine-i Münevvere, 1407/1987’de basılan Kur'ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli’nin sonundaki Ta‘rîfu bihâze’l-Mushafi’ş-Şerîf başlıklı 10 sayfalık açıklama da ebced elifbasıyla numaralandırılmıştır.

Bu tarz kullanım, ülkemizde Lâtin harfleri ile yazılmış kitapların ön sözlerinin Roma rakamlarıyla numaralandırılmasına benzemektedir. Kullandığımız alfabenin harfleriyle numaralandırılmış mukaddimelere de rastlanmaktadır. Örneğin; İbn Hacer’in eseri Bulûğ el-Merâm’ın Ahmed Davudoğlu tarafından hazırlanan tercüme ve şerhi böyledir: Ahmed Davudoğlu, Selâmet Yolları, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1977.

3) Yazı Bölümlerinde: Rakamla ya da "evvelâ, sâniyen" gibi sözcüklerle başlamış olan yazı bölümlerinin içinde kalan öteki sayılar ve bölümler, ebced harfleriyle gösterilmiştir.

4) Matematik ve Fizikte: Ebced, matematik ve fizikte de değerler yerine kullanılmıştır. Yalnız "se‘afaṣ" harfleriyle bilinmeyen; diğer harflerle bilinen değerler gösterilmiştir.

Ebced hesabı, İslâmdan önceki Arapların kullandıkları bir sayı sisteminden ibarettir. Araplar, rakam dediğimiz özel işaretlere sahip olmadıklarından, sayıları harflerle ifade ediyorlardı. Geçmişteki sayı sistemlerinden biri olmaktan öte bir anlamı olmayan ebced hesabının değeri, hâlen yararlanılmakta olan Roma rakamı denilen sayı sisteminin değerinden fazla değildir. Ebced harflerinin sayı değerlerini gösteren tablo gibi, okurun aşina olduğunu tahmin ettiğimiz Romalıların sistemini gösteren tabloyu da verelim:

Yüzler Onlar Birler
100-(C) 10-(X) 1-(I)
200-(CC) 20-(XX) 2-(II)
300-(CCC) 30-(XXX) 3-(III)
400-(CD) 40-(XL) 4-(IV)
500-(D) 50-(L) 5-(V)
600-(DC) 60-(LX) 6-(VI)
700-(DCC) 70-(LXX) 7-(VII)
800-(DCCC) 80-(LXXX) 8-(VIII)
900-(CM) 90-(XC) 9-(IX)
1000-(M)

Bayrakdar’ın dediği gibi, bugün kullandığımız rakamları Müslümanların icat ettiğini kabul edersek:

Hiçbir sistem, bugün bütün dünyanın kullandığı ve Müslümanların malı olan sayı sistemi kadar kullanışlı değildir ve onun yerini tutamaz. Müslümanların sistemi kendi kolaylığının yanında, insana ayrıca zaman, iş, mekân ve zekâdan tasarruf sağlar. (...)

Şimdi aradaki kolaylık ve farkları göstermek için, meselâ 1843 yazacak olursak;

a) Roma Rakamıyla: MDCCCXLIII şeklinde bir şey elde ederiz.
b) Eski Arap Rakam Sistemiyle: ﺝ ﻡ ﺽ ﺥ şeklini elde ederiz.
c) Müslümanların Sistemiyle: 1843 (١٨٤٣ ) şeklini elde ederiz.

Bu karşılaştırmadan, Müslümanların sayı sisteminin daha kısa zamanda, az bir yer kaplayacak ve ilk bakışta zihnen kontrol edilebilecek kolaylıkta olduğu görülür. Hele çok sayılı ve büyük rakamlı dört işlem yapmaya kalkacak olursak, Romen ve Eski Arap sistemine göre bir çarpma için, icabında sayfalar gerekecek ve hatta işlem, içinden çıkılmaz hâle dönüşecektir.

İşte bu sebeplerden dolayı Müslümanlar, ebced sayı sistemini terk etmişler ve ondalık sisteme geçmişlerdir.

Maalesef, bu sayı sistemi Nur Risaleleri’nde amacından çok farklı bir biçimde kullanılmıştır.

5) Sözcük Olarak: Kimi sözcüklerin sayı değerleri, o sözcüklerin simgesi olmuş ya da sözcük yerine kullanılmıştır. Örneğin Muhammed adının sayı değeri olan 92, Hz. Muhammed’i anlatmıştır.

6) Büyülerde ve Muskalarda

7) Tarih Düşürmede


3.2.4. EBCEDLE TARİH DÜŞÜRME

Tarih düşürme, herhangi bir olayın tarihini ebcedin sayı değerleriyle saptama işidir. Harflerinin toplamı belirli bir hicret yılını gösteren sözcük, bir tamlama bulmak; tümce, mısra ya da beyit düzmek yoluyla yapılır.

Belirli bir tarihi gösteren söz ve deyişlere "tarih", yapılan işe "tarih düşürme" ya da "tarih koymak, tarih çekmek, tarihlemek", tarih düşürene de "tarihçi (müverrih)" denir.

Örneğin 1310’da doğan çocuğuna bir baba, Ömer Nazmi adını koymuştur. Bu sözcükler 1310 doğum yılını göstermektedir:

ﻰﻣﻆﻧ ﺭﻣﻋ

ﻉ = 70 ﻥ = 50 310
ﻡ = 40 ﻅ = 900 1000
ﺭ = 200 ﻢ = 40 +
ﻯ = 10 1310
310
1000

Edebiyatta, daha çok mısra hâlinde olan bu tarihlerle, geçmiş yüzyılların önemli olayları saptanmış bulunmaktadır. Evlenme, doğum, bir göreve atanma gibi günlük olaylar için de tarih düşürülmüştür.

Ebced, bilinen hesap değeri ile, öteden beri sayılar için, rakam gibi kullanılmakta idi. Ebcedin bu niteliğinden faydalanılarak, belirli olayların geçtiği yılları gösteren sözler bulunmuş ve söylenmiştir. Örnekler:

Hafız Şirazî’nin ölümü için: ﻰﻠﺻﻣ ﻚﺎﺧ = 791

Timur’un Sivas’ı yakıp yıktığı tarih: ﺐﺍﺮﺨ = 803

İstanbul’un fetih tarihi olan 857 yılına: ﺔﺑﻴﻂ ﺓﺪﻠﺑ = 857

Fatih’in Uzun Hasan’ı yendiği tarihi gösteren: ﺍﺯﻴﺯﻋ ﺍﺭﺼﻧ ﷲﺍ ﻚﺭﺼﻧﻴ ﻮ = 878

Molla Cami’nin ölüm tarihi için: ﺎﻧﻣﺁ ﻥﺎﻜ ﻪﻠﺧﺩ ﻥﻤ ﻮ = 898

tarih olarak bulunmuştur.

Kemalpaşazade, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’da Kansu Gavri’yi yenmesine tarih olmak üzere: ﺐﺮﻌﻠﺍ ﻚﻠﺎﻣﻣ ﺢﺗﻓ = 922 ve Mısır’ı aldığı zaman: ﺏﺭﻌﻟﺍ ﻚﻟﺎﻣﻣ ﺢﺘﺎﻓ = 923 sözlerini tarih olarak bulmuştur.

Birkaç ilginç örnek daha verelim:

Hızır Bey, Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığı bir camiye tarih olan şu mısrayı söylemiştir: ﻩﺭﻣﻋ ﻥﻣ ﺮﻣﻋ ﺪﻳﺯ ﻊﻣﺎﺟ = 850

Anlamı: Bu cami, yapanın ömrünü artırsın.

İstanbul’un fetih yılı için Fatih de şunu düşürmüştür:

Feth-i İstanbûl’a fırsat bulmadılar evvelûn
Fethedip Sultan Muhammed dîdi târih: âhirûn

ﻥﻮﺮﺧﺁ = 857

Dört mezhep imamının doğum ve vefat tarihleri ile, ne kadar yaşadıklarını göstermek üzere bir şair, şu beyitleri söylemiştir:

ﺎﻄﺑﺿ ﻒﻭﺟ ﻊﻄﻗ ﻰﻓ ﻚﻟﺎﻤ ﺎﻃﺴ ﻑﻳﺴ ﻰﻛﻴ ﻥﺎﻣﻌﻧ ﺦﻳﺮﺎﺘ
79 179 90 70 150 80
ﺩﺠﺣ ﺭﻣﺍ ﻖﺑﺴﺑ ﺪﻣﺤﺍﻮ ﺪﻧ ﺭﺑﺑ ﻥﻴﺻ ﻰﻌﻓﺎﺸﻠﺍﻮ
77 241 164 45 204 160
ﺮﻣﻌﻠﺎﻓ ﻡﻬﺘﻮﻣﻓ ﻢﻫﺪﻼﻳﻤ ﺭﻌﺸﻠﺍ ﻡﻅﻧ ﺐﻳﺗﺭﺘ ﻰﻠﻋ ﺬﺧﻓ

Bu beyitlerin ilk mısrası "Numan’ın tarihi..." diye başlıyor, son beyitte de "manzûmenin tertibine göre sırayla imamların doğumlarını, ölümlerini ve ne kadar yaşadıklarını al" denmiştir.

İmam Buharî için de şöyle tarih düşülmüştür:

ﺭﻳﺭﺤﺘﻟﺍ ﻞﻣﻜﻣ ﺢﻴﺤﺻﻠﺍ ﻊﻣﺠ ﺎﺜﺪﺤﻣﻮ ﺎﻅﻓﺎﺣ ﻯﺭﺎﺧﺒﻠﺍ ﻦﺎﻜ
ﺭﻮﻧ ﻰﻓ ﻰﺿﻗﻧﺍﻮ ﺪﻳﻣﺣﺎﻬﻴﻓ ﻩﺭﻤﻋ ﺓﺪﻣﻮ ﻖﺪﺼ ﻩﺪﻼﻳﻤ

Buharî hafızdır, hadisçidir, es-Sahîh adlı eserini mükemmelce toplayıp kaleme almıştır. Onun doğumu sıdk (194), ömrü hamîd (62), vefatı nur (256) dadır.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.



3.3. NUR RİSALELERİ’NE GÖRE EBCED VE CİFİR HESAPLARININ
DELİLLERİ

Said Nursî, Kur'an’ın ebced ve cifir hesapları ile tefsirinin kendince delillerini (?) vermiştir. Şimdi bunları tek tek inceleyelim:


3.3.1. BİR HADİS

Bir de cifir ve ebced hesabları, değil yalnız Muhyiddin-i Arabî gibi dahi muhakkiklerin, belki ekser edibler ve ulemâların hususan ehl-i keşfin mabeyninde câri bir medar-ı istihrac ve esrardır. Kur'an-ı Azimüşşan’ın sureleri başındaki mukattaat-ı hurufun bu hesabla münasebeti bulunduğunu, bu Hadis-i Şerif isbat ediyor:

Bir zaman Yahudi ulemâsından bir kısmı, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam’a demişler: "Senin ümmetinin müddeti azdır ki, ﻢﻠﺍ işaret ediyor." Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam ferman etmiş ki: " ﻕﺳﻋ ﻡﺣ ﺺﻌﻴﻬﻜ gibi daha çok var." Onlar bu cevabtan sonra susmuşlar... Demek işârât-ı Kur'aniyenin cifir ile münasebeti var.

Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u ebcedî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini nümune için beyan edeceğiz.

Birincisi: Bir zaman Benî-İsrail âlimlerinden bir kısmı huzur-u peygamberîde surelerin başlarındaki ﺺﻌﻴﻬﻜ ﻢﻠﺍ gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler:

"Ya Muhammed! Senin ümmetinin müddeti azdır." Onlara mukabil dedi:

"Az değil." Sair surelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: "Daha var." Onlar sustular...



Said Nursî, bu hadisin ne kaynağını ne de sıhhat derecesini belirtmiş, üstelik hadisi hem eksik, hem de yanlış nakletmiştir:

Hadisi İbn İshak, İbn Abbas (r.a.)’tan rivayet etmiştir. Bu rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir:

Hz. Peygamber (s.a.v.), Bakara suresinin başındaki "Elif, lâm, mîm. Zâlike’l-kitâbu (...)" ayetlerini okurken, yanına Ebu Yasir b. Ahtab geldi. Sonra Ebu Yasir’in kardeşi Hayy b. Ahtab ile Ka‘b b. el-Eşref de geldiler. Hepsi, Hz. Peygamber’e "elif, lâm, mîm"in manasını sordular ve:

-Kendinden başka ilâh olmayan Allah için söyle, bunun sana gökten geldiği doğru mu? dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:

-Evet, aynen böyle indi, buyurdu. Hayy da:

-Eğer doğru söylüyorsan, ben bu ümmetin ecelinin kaç sene olduğunu bilirim, dedi ve şöyle devam etti:

-Ümmetinin ömrünün sadece 71 sene olduğunu, bu harflerin ebced hesabının gösterdiği bir adamın dinine nasıl gireriz? Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) güldü. Hayy:

-Bundan başkası da var mı? deyince, Hz. Peygamber:

-Evet! Elif, lâm, mîm, sâd, dedi. Hayy da:

-Bu, birinciden daha çok ve ebced hesabı ile 160 sene eder. Başka var mı? dedi. Hz. Peygamber:

-Evet! Elif, lâm, râ, dedi. Hayy da:

-Bu, birinciden ve ikinciden daha çok. Biz şehadet ederiz ki, eğer doğru söylüyorsan, ümmetinin 231 senesi var. Daha var mı? deyince, Hz. Peygamber:

-Evet! Elif, lâm, mîm, râ var, dedi. Hayy:

-Şehadet ederiz ki, sana iman etmiyoruz ve hangi sözüne inanacağımızı bilemedik, dedi. Ebu Yasir de:

-Ama ben, peygamberlerimizin bu ümmetin hükümran olacağını haber verdiklerine, yalnız ne kadar hükümran olacaklarını açıklamadıklarına şehadet ederim. Eğer Muhammed doğru söylüyorsa, ben onu, bütün bu söylediklerini birleştirmiş olarak sayıyorum, dedi. Bunun üzerine Yahudiler kalktı ve şöyle dediler:

-İş büsbütün karıştı. Azı mı, çoğu mu alacağımızı bilemiyoruz.

İmam İbn Kesir, bu hadisin zayıf olduğunu belirtmektedir.

Bu hadis, sahih değildir. Bunu naklettikleri şeyin gerçek olup olmadığını araştırmayan bazı müfessirler, İbn İshak’ın Siyer’i gibi makbul olmayan siyer ve meğazî kitaplarından almışlardır. Bu gibi kitaplardaki rivayetlerin çoğu mutemet değildir.

İbn Münzir de bunu, başka bir tarîkle İbn Cüreyc’ten mu‘dal olarak rivayet etmiştir.

Her şeyden önce, bu hadis zayıftır, hüccet olarak ileri sürülemez. Zaten, siyer kitapları zayıf rivayetler ile doludur ki, bu rivayetler asla delil olamazlar. Said Nursî birçok ayeti ebced hesabı ile tefsir ettiğine göre, buna delil olarak ileri sürdüğü bu hadisin, en azından herhangi bir hadis kitabında yer alması gerekmez miydi?

Sonra, bizzat İbn İshak, bu rivayetinden sonra şöyle der:

Surelerin başındaki bu harfler, müteşabih ayetlerdendir. Bunların ne manaya geldiğini ancak Allah Tealâ bilir. Yahudilerin bunları cümmel usûlüne göre hesaba kalkışmaları ve böyle anlamaları üzerine "Kitabı sana indiren odur. Onun bazı ayetleri muhkem (açık anlamlı)dir ki, bunlar Kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için müteşabih ayetlerin ardına düşerler. Oysa onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez. İlimde ileri gidenler: 'Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır' derler. Bunu akıl sahiplerinden başkası düşünmez." (Âl-i İmrân, 3/7) ayeti nazil olmuştur.

Haydi diyelim ki, Yahudiler ile alâkalı hadis, rivayet bakımından sahihtir; fakat bu takdirde de bunu dirayet bakımından inceleriz. Bu inceleme sonunda görürüz ki, hadis yine onların çektiği manaya gelmez. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, Ahtab oğlu Hayy ile Yasir’e verdiği cevaptan maksadı, onların anladığı manayı iptal ve şüphelerini gidermek olması da mümkündür. Hz. Peygamber biliyordu ki, onların maksatları gerçeği gizlemek ve insanları şüphe içinde bırakmaktır. Hatta verilen cevap üzerine kötü maksatlarını açıklamaya mecbur olan Hayy: "Muhammed! Senin işin bize karışık geldi" demiştir.

İmam İbn Kesir de şöyle der:

Bu harflerle vakitlerin bilindiği, olayların, fitnelerin ve savaşların zamanlarının çıkarılacağını öne sürenler ise; Kur'an’da olmayan şeyler iddia etmekte ve uçulması gerekmeyen yerde uçmaya kalkışmaktadırlar. Bu husus, zayıf bir hadiste varit olmuştur ki, bu hadis bile istihracın doğruluğundan çok, batıl olduğuna delâlet etmektedir.

İbn Haldun da der ki:

Şurası da bilinmektedir ki; Ebu Yasir ve Hayy’den nakledilen kıssa, İslâm milletlerinin ömrünün mezkur adet ile tayinine ve tahdidine delâlet etmez, bunu ifade ve ispat edemez. Çünkü, bu harflerin muayyen sayıları ifade etmesi akla, yahut da tabiatta bunun böyle olduğuna dayanmaz. Bunun temeli hesap ve cifir ilimleriyle uğraşanların "cümmel hesabı" dedikleri sonradan icat edilmiş bir esasa dayanır. Bu hesap öteden beri kullanılmaktadır, şairler ve nâsirler bundan faydalanmışlardır; ancak bu mezkur harflerin Allah nezdinde de aynı sayıları ifade ettiğini göstermez. Ebu Yasir ve Hayy’in bu husustaki görüşleri Müslümanlar arasında değil, Yahudiler arasında bile delil olmayıp, istidlâl için elverişli değildir.

Arapların, sayılara delâlet etmek üzere huruf-u mukattaa kullanmaya alışkın oldukları izaha muhtaç bir konudur. Belki de, onların böyle bir şey kullandıkları bulunamaz... Siyercilerin söylediklerine göre, onun aslı Yahudilere dayanır.

Reşid Rıza da, cümmel hesabının eski olduğunu, bunun Araplara Süryanîler ve İbranîlerden geçtiğini belirtmektedir.

İmam Şatıbî de şöyle der:

Bazılarına göre huruf-u mukattadan maksat, bu ümmetin ecelini belirleyen sayı remizleridir (cifr hesabı gibi). Siyer kitaplarında bu manaya delâlet eden sözler vardır. Bu iddianın dikkate alınabilmesi için, Kur'an indiği sırada Arapların harflere belli sayılar yükleyerek tarih düşme ya da zaman belirleme gibi bir usûlü bildikleri sabit olmalıdır. Oysaki onların böyle şeyleri bildikleri asla sabit değildir. Bunun aslı, siyer müelliflerinin de zikrettiği gibi Yahudilere dayanmaktadır.

İbn Abbas’tan rivayet edilen haberlerin bir kısmının uydurma olduğu, bilinen bir gerçektir. Tefsirde bir çok söz, söylemediği hâlde kendisine isnat edilmiştir. Bu hadisin ravisi olarak gösterilmesine karşın, İbn Abbas ebced hesabının bir çeşit sihir olduğu görüşündedir:

Allâme İbn Hacer şöyle der: Bu (ebced hesabı ve ondan ümmetin beka müddeti, olaylar, fitnelerin ve savaşların zamanlarının çıkarılması vb. şeyler) batıldır, ona itimat edilemez. İbn Abbas’ın Ebî Câd hesabından sakındırdığı ve onu sihir cümlesinden saydığı sabittir. Bu (sihir saymak) uzak bir görüş değildir, çünkü bu işin şeriatta aslı yoktur.

Subhi es-Salih bu konuda der ki:

Bu nevi hesaba dayalı neticeler "Ebî Câd hesabı" olarak isimlendirilir ki, âlimler şiddetle buna karşı çıkmış ve ondan sakındırmışlardır.

Manidardır ki, yine İbn Abbas (r.a.)’tan, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Nice Ebu Câd harflerini öğrenen vardır ki, ancak müneccimlik yapmıştır. Kıyamet günü Allah indinde, onun için iyilikten ve hayırdan bir nasip yoktur."

Yine İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadis de şöyledir: Hz. Peygamber buyurmuştur ki:

"Yıldızlardan bir ilim alan (müneccimlik yapan), sihirden bir şube alır. (Bilgisi) arttıkça o (sihir) da artar."

Bu hesabın; adı ne olursa olsun, hangi milletten alınırsa alınsın, Araplar onu ister kullanmış olsun ister olmasınlar, incelediğimiz bu hadis zayıf ya da sahih olsun, varacağımız son nokta şudur:

Arap elifbasındaki harflere verilen sayı değerlerinin -bu değerlerin muhtelif olduğunu da biliyoruz-, Allah indinde de aynı sayıları ifade ettiğini ileri sürmek, Allah hakkında bilmeden söz söylemek demektir.



3.3.2. HZ. ALİ’YE NİSBET EDİLEN BİR KASİDE

Ebced hesabının delillerinden (?) biri de, Hz. Ali (r.a.)’ye nisbet edilen bir kasidedir. Hakkında geniş açıklamalar gerektiren bu kaside, kitabımızın Nur Risaleleri’nde Hz. Ali Bölümünde incelenecektir.


3.3.3. CAFER-İ SADIK, MUHYİDDİN İBN ARABÎ...

ÜÇÜNCÜSÜ: Ca’fer-i Sâdık Radıyallahü Anh ve Muhyiddin-i Arab (R.A.) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zâtlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.

Muhammed Ebu Zehra, cefr ilmi ve bu ilmin İmam Cafer’e nisbeti hakkında şunları söylemektedir:

İmam Cafer’in propagandasını yapanlar, onun ilmi ve incelemeleriyle yetinmezler, ona, çalışıp okumakla öğrenilmeyen, fakat Peygamber (s.a.v.)’in Hz. Ali’ye verdiği ve onun da, Peygamber’den aldığı vasiyet üzere, kendisinden sonra gelen on iki imama devrettiği bir ilim nisbet ederler. İşte onlar, on iki imamdan altıncısını teşkil eden İmam Cafer’e nisbet olunan bu ilme "Cefr İlmi" adını vermişlerdir.

"Cefr" kelimesi, aslında, kemikleri irileşmiş ve sertleşmiş kuzuya denir. Bu kelime, daha sonra deri manasına kullanılmıştır. İmam Cafer’in cefr ilmine sahip olduğunu iddia edenlere göre bu ilim, tahsille elde edilemeyen ve Allah katından verilen bir ilmin adıdır. Günümüzdeki bazı Şiî yazarlar bu konuda şöyle derler: "Cefr ilmi, dünyanın sonuna kadar meydana gelecek hâdiselerin bilinmesini sağlayan harflerin ilmidir. İmam Cafer’in cefr ilmine sahip olduğu kendisinden nakledilmiştir. O, bu ilmi şöyle anlatmıştır: Cefr; deriden bir kap olup, geçmiş İsrailoğulları âlimlerinin ilmi, onun içindedir. O âlimlerden cefre dair birçok şey bize kadar gelmiştir. Bu ilmi ve onunla ne kastedildiğini bilmesek de, cefr ilminden bahseden bazı hadisleri biliyoruz. Bu ilim, İsrailoğulları âlimlerinin faydalandığı kaynaklardandır. Allah, bu şerefli ilmi onlara ihsan etmiştir." (Seyyid Muhammed Hüseyin el-Muzaffer, Kitâb es-Sâdık, 1/109.)

Muhammed b. Yakup el-Kuleynî, el-Kâfî adlı eserinde -bu eser, İsnâaşeriye mezhebine göre kaynak vazifesi gören dört hadis kitabından biridir- şöyle denilmektedir: "Cefrde Musa’nın Tevrat’ı, İsa’nın İncil’i ve bütün peygamber ve vasilerin, geçmiş İsrailoğulları âlimlerinin ilimleri, helâl, haram, olmuş ve olacak şeylerin ilmi mevcuttur. Cefr iki kısma ayrılır: Birinci kısmı keçi derisi üzerine yazılmış kitaplar, diğeri de koç derisi üzerine yazılmış kitaplardır."

el-Kuleynî, el-Kâfî’sinde aynen şunları da söyler: "İmam Cafer-i Sadık şöyle demiştir: Bu sabah, Allah’ın Hz. Muhammed’e ve ondan sonra gelecek olan imamlara özel olarak vermiş olduğu Cefr kitabına baktım. Orada bizim gaip imamın (bu on ikinci imamdır) doğuşunu, Sâmmarra’da kayboluşunu, geri dönüşündeki gecikişini, ömrünün uzunluğunu, o zaman müminlerin karşılaşacağı belâları, kalplerinde şüphelerin doğuşunu, çoğunun dinlerinden dönüşünü ve Kur'an’da Allah’ın ‘Her insanın amelini kendi boynuna doladık’ (İsrâ, 17/13) ayetiyle işaret buyurduğu İslâm bağını, yani velâyeti omuzlarından atışını düşündüm."

"Ey Peygamber’in torunu, bildiğin bu ilimle bizi birazcık şereflendirmez misin? dedik. O da bize şöyle cevap verdi: Allah, bizden gelecek kaim’e, peygamberlerinin sünnetlerinden bazı şeyler ihsan etmiştir. Meselâ, Nuh’un Sünnetinden uzun ömürlülüğü, İbrahim’in Sünnetinden gizlice doğmayı ve insanlardan uzak yaşamayı, Musa’nın Sünnetinden başkalarını korkutma ve gözden gaip olmayı, İsa’nın Sünnetinden kendisi üzerinde insanların ihtilâfa düşmesini, Eyyub’un Sünnetinden sıkıntıya uğradıktan sonra ferahlığa kavuşmayı, Muhammed’in Sünnetinden de kılıçla ortaya çıkmayı vermiştir. Kaim, işte onun hidayetine uyar ve onun yolundan gider." (Musa Carullah, el-Vesîa fî Nakzi Akaidi’ş-Şî‘a, 99.)

Bundan sonra, el-Kâfî’de, Cefrin İmam Cafer’e verilen bir kitap olduğu ve onun zaman zaman bu kitaba başvurarak, olmuş ve olacak şeylere ait gayb ilmini gerek harfler, gerek remzler, gerekse haberler vasıtasıyla bildiği anlatılmaktadır. Bir kısım Caferîlerin iddiasına göre cefr, her imamın kendisinden sonra gelen imama bıraktığı bir kitap veya ilimdir. Daha sonra el-Kuleynî, el-Kâfî’sinde aynen şöyle demektedir:

"Allah Tealâ, Peygamber’ine bir kitap indirdi. Bu kitabı getiren Cebrail: Ey Muhammed, bu senin asil (necip)lere vasiyetindir, dedi. Muhammed de: Ey Cebrail, asiller kimdir? diye sordu. O da: Ali ve evlâtlarıdır, dedi. Bu kitap üzerinde altın mühürler vardı. Hz. Muhammed, aldığı kitabı Ali’ye verdi. Ona mühürlerden birini açıp onunla amel etmesini söyledi. Sonra Hz. Ali, bunu oğlu Hasan’a verdi. O da, bunun bir mührünü açıp onunla amel etti. Sonra Hasan, onu kardeşi Hüseyin’e verdi. Hüseyin de onun bir mührünü açınca kendisine: 'Ailenle birlikte şehit olmaya çık; onlara şehitlik ancak seninle nasip olacaktır. Canını Allah’a sat...' denildiğini gördü.

Daha sonra o, bu kitabı oğlu Zeynelabidin’e verdi. O da, bunun bir mührünü açınca kendisine: 'Başını eğerek sus, evine çekil, ölünceye kadar Rabbine ibadet et' diye emredildiğini gördü. Sonra o, bunu oğlu Muhammed Bakır’a verdi. Muhammed Bakır da bunun bir mührünü açınca: 'İnsanlara anlat, onlara fetva ver, ehlibeytin ilimlerini yay, salih atalarını doğrula, Allah’tan başka kimseden korkma, sana kimse dokunamaz...' sözleriyle karşılaştı. Sonra onu Cafer-i Sadık’a verdi. O da, bunda: 'İnsanlara anlat, onlara fetva ver, yalnız Allah’tan kork, ehlibeytin ilimlerini yay, atalarını doğrula! Çünkü sen, eman ve muhafaza altındasın...' sözlerini gördü." (el-Kuleynî, el-Kâfî, 1/132.)

İslâm âlimleri, İsnâaşeriye’den cefr ilmi hakkında birçok şeyler nakletmişlerdir. Kimisi bu mezhebe bağlı olanların görüşlerini açıklamak, kimisi de onlarla alay etmek için cefrden bahsetmiştir.

el-Kuleynî’nin bu rivayetlerinin yalan olduğunu, İmam el-Mardî ve öğrencisi et-Tusî gibi İsnâaşeriye’nin büyük imamları ortaya koymuş ve İmam Cafer’den bu rivayetlerin tam aksini nakletmişlerdir. Asılsız bir şeyi, böyle bir imama nisbet ederek rivayet eden kimsenin hiçbir rivayeti, hakikat araştırıcıları nazarında kabul edilmeye lâyık değildir.

Caferî mezhebi âlimleri, İmam Cafer için yazdıkları hâl tercemelerinde cefr ile ilgili rivayetleri ona nisbet ediyorlar, fakat bunları teyit edecek herhangi bir şey ortaya koyamıyorlar, sadece onları nakille yetiniyorlar.

Muhammed Ebu Zehra şu sonuca varır:

Biz, cefr ile ilgili sözlerin İmam Cafer-i Sadık’a nisbetini kabul etmiyoruz. Çünkü cefr, gayb ilmi ile alâkalı bir şeydir. Gayb ilmini ise, Allah kendi zatına hasretmiştir. (...) Cefri kabul etmemek, İmam Cafer’in değerini azaltmaz. O, Allah’ın dininde bir imam ve hüccet olup İmam Ebu Hanife ve Malik gibi büyük fakihler, Süfyan-ı Sevrî ve Süfyan b. Uyeyne gibi büyük muhaddisler ondan ilim almışlardır.

Cefr ile ilgili sözlerin İmam Cafer’e nisbeti doğru olsaydı, bunu yukarıda zikredilen bu imamlar da naklederlerdi. Onlardan böyle bir rivayete rastlanmamaktadır.

İmam İbn Kuteybe, Zeydiye fırkasının reisi Harun el-Iclî’den şunu nakleder:

Görmedin mi Rafizîlerin parçalandığını,
Hepsi de Cafer hakkında kötü söylediler
Bir taife, Cafer imamdır, dedi.
Onlardan diğer bir grup da ona "Mutahhar (temizlenmiş) bir peygamberdir"
dediler.
Benim kabul etmediğim acayipliklerden biri de onların cifr derileridir.
Onların cifrle uğraşmalarından Rahman’a sığınırım.
Bütün Rafizîlerden Rahman’a sığınırım.
(O Rafizîler) küfür kapısını görür, fakat dinde ise şaşıdır.
Ehl-i hak, bir bid'atten el çektikleri zaman, onlar (bid'ate) devam ettiler.
Onlar hakka müdavim olsalar, bundan geri kalırlar.
Eğer "fil, kelerdir" dese tasdik ederler.
Eğer "zencinin rengi değişti, kırmızılaştı" dese (onu da tasdik ederler).
Devenin idrarından daha kararsızdırlar.
Zira, "beri gel" denilse, geri giderler.
Cafer’e iftira ettiklerinden dolayı Rafizîler takbih olunmuştur.
Tıpkı Hristiyanların İsa (a.s.)’ya iftira ettikleri gibi...

Cifrin ebced hesabı ile ilişkisini Kâtib Çelebi şöyle açıklar:

Zamanla bu kitapta ayrı ayrı harflerin remiz gibi kullanılarak, bunlardan ahkâm çıkarma itikadı doğdu ve bu suretle İlm el-Cefr tabiri, İlm el-Huruf manasına kullanılır oldu. Bu da, harflere adedî kıymetler (ebced hesabı) atfetmek suretiyle, istikbalden haber vermek usûlüdür.

Yavaş yavaş harfleri birer anahtar olarak kullanmak ve Kur'an’ın derin anlamını açıklamak yoluna gidilmiştir. Böylece Hurufîlik (harfler yoluyla Kur'an’ın gizli anlamını açıklamaya uğraşan) ve Noktaviye (noktalara önem vererek, bu yolla gizli şeyleri bulmaya çalışan) tarikatları doğmuştur. Birçok mutasavvıf, cefr ilmi üzerine kitap ve risale yazmakla kalmamış, kehanetlerde bulunmuştur. Cefr ilmi, Emevî ve Abbasî halifeleri devrinde baskı gören Ali taraftarlarının ortaya attıkları ve yaydıkları bir inanıştır. Böylece bazı kehanetler desteğiyle, Ali taraftarlarının geleceğini umutlu kılmak, maneviyatlarını kuvvetlendirmek yolu tutulmuştur. Ayrıca, özellikle Mütevekkil devrinde çok işkence gören Ali taraftarları, halifeyi bu kehanetlerle korkutmak yoluna gitmişlerdir. Daha sonra bu bilgi, bu amaçtan ayrılarak gelecekten haber veren ve kehanette bulunan bir yöntem hâline gelmiştir.

Reşid Rıza da şunları söyler:

Cifir yoluyla haber verilen bazı şeylerin isabet etmesi sebebiyle cifrin de doğru, esaslı, ilme dayalı olduğuna inanmak gerekmez. Çünkü bir kimse, olması muhtemel bulunan birçok şeyi haber verirse, hiç şüphe yok ki, haber verdiği şeylerin bir kısmı doğru çıkar. İşte cifir yoluyla verilen haberlerin doğru çıkanları da bu kabildendir. Eğer cifir hak ve gerçek olsaydı, o yolla verilen her haberin doğru çıkması gerekirdi.

Rumuzlara gelince; bunda saptırmak ve dalâlete düşürme yolları daha geniş, meydan daha müsaittir. Çünkü, bu harfleri birçok kelimenin başına getirmek mümkündür. Bunlar hükümdarları, valileri ve bu çapta başka kişileri aldatarak mallarını çarpmak, yanlarında iyi görünmek için vaz edilmiştir. Tesadüf neticesinde doğru çıkan birkaç haber cahilleri aldatıyor da, söylenen şeylerin hepsini doğru zannediyorlar.

Nitekim Muhyiddin İbn Arabî, ebced hesabıyla Mehdî’nin 683 yılında zuhur edeceğini söylemiştir. Bu tarihin hicretin yedinci yüzyılının sonları olduğu bellidir. Fakat, bu çağ geçip gittiği hâlde Mehdî’nin zuhur etmemiş olduğunu gören taklitçilerden bazıları, bu kez bu rakamlarla Mehdî’nin doğacağı yıla işaret edilmiş olduğunu ve 710 hicrîden sonra zuhur edeceğini söylemişlerdir.

Kindî ise, Deccal’ın zuhurunu şöyle bulmuştur (!): Noktasız olan Arap harflerinin ebced hesabıyla toplamı 743’tür. Bu harfler, Deccal’ın zuhuru tarihine işarettir.

Yine Kindî, İsa (a.s.)’nın inişinin ebced hesabıyla hicretten 698 yıl sonra olacağını söyler.

Süheylî de, İslâm milletinin ne kadar yaşayacağını anlatmak maksadıyla mukattaa harflerini gözden geçirir. Mükerrer olanlar çıkarıldıktan sonra, bu harflerin sayısının 14 olduğunu söyler. Süheylî, bu harfleri cümmel hesabıyla sayarak 703’ü ifade ettiğini tespit eder. Ona göre bu sayı, dünyanın Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gönderilmesinden önceki ömrünü gösteren binlerden sonuncu binin bakiyesi olan sayı ile toplandığında, İslâmiyetin başlangıcından itibaren dünyanın kalan ömrünü teşkil eder ki, buna göre İslâmiyetin zuhurundan 930 yıl geçtikten sonra dünyanın sona ermesi icap eder.

İbn Haldun Mukaddime’de, ebced ve cifir hakkında daha geniş bilgiler ve bunlarla yapılan istidlâllerden örnekler verir.

Bu Hurufî ve Bâtınîler daha da ileri giderek, ebced hesabıyla kıyametin ne zaman kopacağını bile bulmuşlardır (!):

"(...) Kıyamet sizlere ansızın gelecektir. (...)"

Ayetteki "ansızın" anlamına gelen "bağteh" kelimesinin harfleri ebced hesabına göre 1407 rakamına tekabül eder. Bu da kıyametin on beşinci asır başlarında kopacağını gösteriyormuş!...

İşin ilginç bir tarafı da şudur: Bu adamlar, bu işi çeşitli kehanetlerde bulunmak için yapmışlardır. Yani, bu gaybî anahtarı (!) "gelecek" kapısının kilidine sokmuşlardır. Oysa Said Nursî beyhude yere, aynı anahtarı zaten açık olan "geçmiş" kapısının kilidine sokup durmaktadır. Ama o, anahtarı soktuğu kilidin aslında "Kur'an’ı kendi emellerine alet etmenin yolları" kapısının kilidi olduğunu da bilmekte ve bunu gizlemeye çalışmaktadır:

(...) "Acaba Risale-i Nur’u, Kur'an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?" denildi. O acib sual karşısında bulundum. Ben de, Kur'an’dan istimdat eyledim. Birden otuzüç âyetin sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan "mâna-yı işârî" tabakasından ve mâna-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi, Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına birer kuvvetli karîne bulunmasını bir saat zarfında hissettim; ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatımda hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı; ve ben de, ehl-i îmanın îmanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatımı yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartiyle verdim. (...)

Hurufî ve Bâtınîlerin yaptıklarından da Said Nursî’ye bir destek çıkmamaktadır.

Muhyiddin b. Arabî’nin bu konuda yapıp ettiklerini Said Nursî’nin delil (!) olarak takdim etmesi, tamamen al gülüm ver gülüm kabilindendir. Nitekim Nur Risaleleri’nde, İbn Arabî’nin "Said Nursî hakkında birçok tafsilat-ı harikulâde ile ihbaratta bulunduğu" belirtilmiştir!



3.3.3.1. BİR ÇARPITMA

Ebced hesabı ile yapılmış olup doğru çıktığı söylenen kehanetlerden birini incelemek faydalı olacaktır:

el-Huveyyî: Bazı âlimler "Elif lâm mîm. Rumlar yenildi." (Rûm, 30/1-2) ayetlerinden, Beytü’l-Makdis’in 583 yılında Müslümanlar tarafından fethedileceğini çıkardıklarını söylemişler ve dedikleri gibi de olmuştur, der.

Ayetlerle bu ayetlerden müstahrecin arasındaki bağlantıyı kurabilmek için, söz konusu ayetlerin iniş sebebine bakalım:

İbn Şihab der ki: Hz. Peygamber (s.a.v) hicret etmeden önce, Müslümanlar Mekke’de iken müşrikler:

"Rumlar, kitap ehli olduklarını söylüyorlar. Oysa Mecusîler onları yendiler. Siz ise, Peygamberinize indirilen Kitap sayesinde bizi yeneceğinizi iddia ediyorsunuz. Peki öyleyse, Mecusîler, kitap ehli oldukları hâlde Rumları nasıl yendiler? İranlıların Rumları yendikleri gibi, biz de sizi yeneceğiz." diyerek onlarla münakaşa ediyorlardı. Bunun üzerine Allah, bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu.

Rûm suresi şöyle başlamaktadır:

"Elif lâm mîm. Rumlar yenildi. (Arapların bulunduğu bölgeye) yakın bir yerde. Onlar, bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Birkaç yıl içinde. (...)"

İbn Cerîr, Abdullah b. Mesud’dan şunu rivayet eder:

İranlılar Rumlara galip idiler. Müşrikler, İranlıların Rumlara galip gelmesini; Müslümanlar ise, Rumların İranlılara galip gelmesini istiyorlardı. Çünkü, Rumlar kitap ehli olup, kendilerinin dinlerine daha yakındılar. Rûm suresinin bu ilk ayetleri nazil olduğunda müşrikler:

-Ey Ebu Bekir, senin arkadaşın: Rumlar birkaç yıl içinde İranlıları yenecekler, diyor, dediler. Hz. Ebu Bekir:

-Doğru söylemiştir, dedi. Onlar:

-Var mısın, seninle bahse tutuşalım? dediler. Yedi yıl içinde olmak üzere dört devesine bahse girdiler. Yedi sene geçti ve bir şey olmadı (Rumlar galip gelemediler). Müşrikler buna sevinirken, Müslümanlara ağır geldi. Bu durum, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e anlatıldı da, Peygamber:

-Sizde (Arapçada) "birkaç" ifadesi ne anlama gelir? diye sordu. Onlar:

-10’dan az sayılara denilir, dediler. Allah Resulü:

-Git, bahsi artır ve süreyi de iki sene uzat, buyurdu. İki sene geçmemişti ki, atlılar gelip Rumların İranlılara galip geldiği haberini verdiler. İnananlar da buna sevindiler.

"Birkaç" diye tercüme edilen, ayetteki "biż‘i" kelimesi Arap dilinde üç ile dokuz arasındaki sayılara verilen isimdir.

Allah Resulü, Allah’ın -öyle remzen, işareten, imaen... değil- açıkça verdiği bu gaybî haberde bile, ayetin Arapça anlamından ayrılmamıştır. Ebced hesabı, Said Nursî’nin dediği gibi gaybî bir anahtar olsaydı; Hz. Peygamber ve/veya sahabeler tarafından hiç olmazsa bu ayete tatbik edilir ve onlar bu usûlle, üç ilâ dokuz arasındaki hangi senede, Rumların İranlıları yeneceklerini bulurlardı.

Böylece, bu ayetler -her ne kadar kendisi ile Beytü’l-Makdis’in fetih tarihi bulunmuş olsa bile- ebced hesabı ile gelecekteki olayların tarihlerini bulacaklarını sananların lehine değil, aksine aleyhine hüccet teşkil etmektedir.

Yeri gelmişken, eserlerinden istifade ettiğimiz merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır hakkında yanlış anlaşılmaya müsait bir konuya da değinelim. Şöyle ki: Abdullah Yeğin tarafından hazırlanmış Osmanlıca-Türkçe Yeni Lûgat adlı eserde "Ebced Hesabı"nın tanımında şöyle denmektedir:

Elmalı Tefsiri Sh. 3956 da Molla câmi Merhumdan şu tarihî nakil vardır: Kur'ân-ı Kerîm 34 üncü Sûre, 15 inci Ayetinde "Beldetün Tayyibetün: İyi bir beldedir" ifâdesi ile İstanbul kasdedilmiştir ve İstanbulun fetih tarihi bu cümlenin ebcedi ile haber verilmiştir diye gösteriliyor.

Ayette geçen "beldetun tayyibetun" ifadesinden, İstanbul’un kastedilmesi ve fetih tarihinin ebced hesabıyla haber verilmesi işi, Abdullah Yeğin tarafından Allah’a izafe edilmek istenmiş ve bu iş için Yazır’ın tefsirindeki sözler aynen alınmamış, hatta tahrif edilmiştir. Elmalılı Yazır’ın tefsirindeki ifade aynen şöyledir:

İttifâkâtı bedîadandır ki "Beldetun Tayyibetun" lâfzı ebced hisabiyle İstanbulun fethine tarih düşmüştür. (857) molla Camî merhumun bir hediyyesi olmak üzere ma’ruftur.

Görüldüğü üzere, Yazır’ın sözlerinin anlamı, Abdullah Yeğin’in ifade ettiği gibi değildir. Çünkü bir olaya tarih düşmek başka şey, ayetlerdeki kelime ya da kelimelerden o olayın istihraç edilmesi ve hele ayetin -dolayısıyla Allah’ın- bunu kastettiğini ve haber verdiğini iddia etmek bambaşka bir şeydir. Yazır, "beldetun tayyibetun" ifadesinden ayetin İstanbul’u kastettiğini ve haber verdiğini söylemiyor.

Söz konusu ayetin meali şöyledir:

"Andolsun Sebelilerin oturdukları yerde de bir ibret vardı. Sağlı sollu iki bahçe. (Onlara denilmişti ki:) Rabbinizin rızkından yiyin ve ona şükredin. İşte size güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rab!"

Ayetin kastettiği belde; açıktır ki, Sebelilerin oturdukları, sağlı sollu iki bahçenin de içinde olduğu yerdir. Sebe kavminin meskenleri hakkında Yazır der ki:

Meskenleri, merkezleri Yemende Me’rib şehri idi ki Sebe’ ona dahi ıtlak edilir.

Yazır, Rûm suresinin bahis konumuz olan ayetlerinin tefsirinde, İbn Berrecan’ın söz konusu ayetlerden Kudüs’ün fetih tarihini istihraç ettiğini zikreder ve ardından şunları ekler:

Alusî tefsîrinde der ki: Muhyiddini arabî, ırakî ve sâire gibi arifinin Kur'anı kerimden mugayyebat istihrâc ettikleri meşhurdur. Bu bir takım kavaıdi hisabiyye ve a’mali harfiyye üzerine mebnîdir ki onlara dâir seleften bir şey varid olmamıştır.

Yazır, Hākka suresinin 40.-42. ayetlerinin tefsirinde de şöyle demiştir:

(Kur'an) Şundan bundan istidlâl ve istihrâc suretinde garib ba’zı atmalarla bakıma bakmak, falcılık yapmak san’atiyle uğraşan kimselerin atarak veya uğraşarak söylediği ve ba’zan rast getirip çok kerre aldandığı ve aldattığı kehânet sözü de değildir.

İbni esîrin Nihayede beyânına göre: kâhin, gelecek zamanda olacak şeylerden haber alıp vermeğe uğraşan ve esrarı bilmek iddiasında bulunandır. (...)

Ahkâmı nücum, Remil, cifir, türlü falcılıkla bakıcılık, manyatizm, ispirtizm, pisişizm, metapisişizm, hâleti ruhiyyeleriyle medyumluk yapan, onunla uğraşan böyle kimseler her zaman her yerde buluna gelmiştir. Kur'anı, Nübüvvet ve risaleti bunlara benzetmeğe çalışmamalı, bil'akis bunlardan çok yüksek olan hak bir nübüvvet ve risaletin imkânına istidlâl eylemelidir. Zîrâ her nakıs bir kâmili düşündürür.

İşte Elmalılı merhumun ebced ve cifir hakkındaki görüşleri... Yoksa o da toplama işlemi yapabildiğinden, Said Nursî gibi Kur'an’ı ebced ve cifir hesaplarına tâbi tutar, kendisi ve eserleri hakkında herhâlde birçok şey bulurdu.



3.3.4. EDİPLERİN EBCED HESABINI KULLANMALARI

DÖRDÜNCÜSÜ: Yüksek edibler bu hesabı, edebî bir kanun-u letâfet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letâfetin hatırı için iradî ve sunî ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun’î ve kasdî bir surette o gaybi anahtarların taklidini yapıyorlar.



Ebced hesabına göre harflerin rakam değerlerini bilen ve toplama işlemini yapabilen herkes, sözcük ve yarım tümceler hâlinde düz sözcüklerden tarih düşürebilir. Fakat mısra şeklinde, olay ile anlam bakımından ilgili sözleri bulmak ve bunlarla olayın geçtiği tarihi göstermek ancak edebiyatçılara, şairlere mahsus olsa gerektir. Bu edebî sanat, geçmişte gerçekten de çok güzel bir şekilde icra edilmiştir. Bunun birçok örneği vardır.

Şairin mısrasında lâtif bir biçimde anlatmak istediği bir şey vardır. Elbette bunda irade ve kasıt olacaktır. Asıl yapay olan ve taklide dayanan; ebced hesabını Kur'an ayetlerine ve hadislere, hatta Hz. Ali’ye isnat edilen uydurma kasidelere tatbik ederek, bundan kendine, risalelerine ve tebaasına pay çıkarmaya çalışmaktır.

Said Nursî’nin söz konusu ettiği edebiyatçılar, ebced hesabını meşru bir tarzda kullanmışlar, sanat eserleri ortaya koymuşlar, belki de geçimlerini bu yolla temin etmişlerdir. Said Nursî ise bu hesabı, gayrimeşru kullanmıştır. Onun hem kullanım tarzı gayrimeşrudur, hem de güttüğü amacı. Ediblerin ebced hesabını istimal etmiş olmaları, Said Nursî’nin bu hesapla yapıp ettiklerine delil teşkil edemez. Tıpkı mubah bir şeyin mubah bir şekilde mubah bir gaye için kullanılmasının, aynı mubah şeyin mubah olmayan bir biçimde mubah olmayan bir maksat ile kullanılmasına delil teşkil etmeyeceği gibi.


3.3.5. TEVAFUKLAR

BEŞİNCİSİ: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca hârika görünen kanunları, bu hesab-ı tevâfukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüb ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ: Nasılki iki elin ve iki ayağın parmakları, asabları, kemikleri, hattâ hüceyratları, mesamatları hesapça birbirine tevafuk eder. Öyle de: Bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mazi baharlarına ihtiyar ve irade-i İlâhiyyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatları, Sâni-i Hakîm-i Zülcemâlin vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdaniyettir.

İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtarı-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve maden-i esrar ve lisan-ül-gayb olan Kur'an-ı Mu’ciz-ül-Beyan, o kanun-u tevafukîyi, işâratında istihdam, istimal etmesi i’cazının muktezasıdır.

İhtar bitti.



Said Nursî’nin verdiği örneklerin hepsi aynı cinstendir ve birbiriyle alâkadardır. El ile el, ayak ile ayak... Tevafukları tabiîdir. Peki Kur'an-ı Kerim’in ayetleri ve hadis-i şerifler ile Said Nursî’nin doğum tarihi, adı ve lâkabı, Kur'an okumaya başladığı tarih, risalelerinin isimleri ve yazılış tarihleri vb.nin arasında ne gibi bir ilgi olabilir? Nur Risaleleri’nde var olduğu iddia edilen ilgiler, yapmacıktır ve bazen insanı güldürecek derecede zorlamalarla kurulmuştur.

Nur Risaleleri’nde yapılan ebced ve cifir hesaplarında asla kural tutarlılığı yoktur. Bu hesaplarda şeddeler, tenvinler... bazen sayılmış, bazen de sayılmamıştır. Bu hesaplar yapılırken eldeki sayıya ulaşılabilmek için, ayetlerdeki harfler bile çeşitli gerekçelerle değiştirilmiştir. Bu hesaplarda dikkati çeken diğer bir unsur, hem Said Nursî’nin, hem de Nur Risaleleri’nin birden fazla ismi olmasıdır: Said-i Nursî, Said-ün-Nursî, Said-i Kürdî, Molla Said... Risale-i Nur, Resail-in-Nur, Risalet-ün-Nur, Risale-in-Nur, Risalet-ün-Nuriyye, Bediüzzaman...

İsimlerdeki bu çeşitliliğin, hesaplarda kolaylık sağlayacağı aşikârdır. Bu hesaplamalarda öylesine keyfî davranılmıştır ki, aynı isim ya da isim tamlaması için farklı yerlerde farklı sayı değerleri verilmiştir.

İstenilen rakamı elde edebilmek için keyfî davranılmıştır; ayetlerdeki cümleler anlamını yitirecek şekilde bölünmüştür.

Ebced hesaplamalarından çıkan sayı, bazen hicrî, bazen rumî ve bazen de milâdî tarihin senesi sayılmıştır ki, bu da tamamen indî bir uygulamadır.

Ebced harflerine verilen sayı değerlerinde, Batılıların sistemi esas alındığında, elde edilen bu rakamların hemen hepsi tevafuk (?) olma özelliğini kaybedecektir. Ayetlerin farklı kıraat ve yazımları da, hesaplanan rakamları değiştirecektir. Aslında sırf bu iki âmil bile, Nur Risaleleri’ndeki ebced ve cifir hesaplarını alt üst etmeye ve bu hesaplardan elde edildiği zannedilen neticeleri boşa çıkarmaya yeterlidir.

Kaldı ki, bu tevafukların gerçekleştiği kabul edilse dahi, bunların da bir delil olmadığını ve işe yaramayacağını, vereceğimiz tevafuk örnekleri göstermektedir:

Reşid Rıza şu lâtifeyi nakleder:

"Hamd" isimli bir Şiî, Bağdat ediplerinden birisiyle bir mesele üzerinde münakaşada bulunur. Hamd, kendi iddiasını ebced hesabı ve ona benzer bazı harf oyunlarıyla ispata kalkışır. Şiîye karşı edip der ki:

-Öyle ise sen kelb (köpek)sin; çünkü ebced hesabına göre "Hamd"in harfleri 52 ettiği gibi, "kelb"in de harfleri buna eşittir. Bunun üzerine Şiî:

-Ama, asıl adım Ahmed’dir, der. Bunun üzerine edip de der ki:

-Öyle ise sen ekleb (daha da köpek)sin. Çünkü hem "Ahmed"in, hem de "ekleb"in ebceddeki değeri 53’tür.

Eğer ebced hesabı, Said Nursî’nin ileri sürdüğü gibi gaybî bir anahtar ise, yüce Allah’ın kendisine edilmesini istediği "hamd", "köpek"le tevafuk etmiştir. Böyle bir anahtar, gaybın kapıları bir yana adî bir kapıyı bile açamaz.

Hz. Peygamber’i tenzih ederek, okura hatırlatmak zorunda kaldığımız bir ayet ve bir hadisin mealini verelim:

Allah Tealâ buyurmuştur ki:

"Meryem oğlu İsa demişti ki: Ey İsrailoğulları, ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak geldim. (...)"

Efendimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

"(...) Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, (...)"

İşte ebced hesabı ile varılacak nokta... Peygamber’in yüce isminin, ekleble tevafuku...

Nur Risaleleri’nde inanılmaz bir zorlamayla, Said Nursî Hz. Muhammed’in aynası olarak gösterilmiştir:


"Muhammed Âyine karşısına koyarak Muhammed Bedîüzzaman
92 92
2 184
____
184

Binâenaleyh bu Zât (Said Nursî), cismaniyet noktasında mir'at-ı Peygamberî’dir. (A.S.M.)

Hâşâ ve kellâ... Said Nursî, ne cismaniyet ne de ruhaniyet noktasında Hz. Muhammed’in aynası olabilir. Hiç mi şemâil-i şerîf okumadınız?...

Üstelik ancak iki Muhammed, bir Bediüzzaman ediyor...

Peki, sizin bu çıkarsamanızı esaslı bir şey zanneden muzırın biri çıksa da dese ki: "Her ne kadar Kur'an’da Tebbet suresi varsa da;

Ebu Leheb Âyine karşısına koyarak Ebu Leheb Muhammed
46 46
2 92
___
92

Binâenaleyh bu Zât (Muhammed), cismaniyet noktasında mir'at-ı Ebî Leheb’dir."

Bu münasebetsize ne cevap vereceksiniz?...

Hadi, bir nazire de bizden olsun:

Ebu Leheb’in sağına, soluna, önüne, arkasına ayna koysak kim görünür acaba? el-Cevab: Bediüzzaman Said Nursî. Çünkü:

Ebu Leheb Bediüzzaman.
46
4 184
____
184

Binaenaleyh bu zat, cismaniyet noktasında hem de min cihât-ı erbaa (dört taraftan) mir'at-ı Ebî Leheb’dir.

Ebced hesaplarına devam edelim:

Bedîüzzaman Müfsid
184 184

Bakara suresinin 220’nci ayetinde "(...) Allah, müfsidi muslihten ayırt etmesini bilir. (...)" buyurulmaktadır. "Müfsid" kelimesinin "Bediüzzaman"a tam tamına tevafuk etmesi cihetiyle ayet, Bediüzzaman’ın fesâd-ü ifsâdına ima, belki remz ediyor. Hatta, bunu delâlet, belki sarahat derecesine çıkarıyor. Nitekim, kendisinin cümleleri de bunu hem lâfzen, hem de mealen tasdik edercesine diyor ki:

Hiçbir müfsid ben müfsidim demez, daima suret-i haktan görünür. Yahud bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler, hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız; bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.

Bu, Said Nursî’yle ilgili çıkarımımız. Şimdi sıra, Nur Risaleleri’yle ilgili çıkarımımızda:

Hatırlanacağı üzere, Said Nursî Fussilet suresinin 2. ayetindeki "tenzîlun" kelimesini ebced hesabına tâbi tutmuş, birtakım zorlamalarla (vakf mahalli olmadığından tenvin "nun" sayılmak cihetiyle ) 547 sayısına ulaşmıştı. Sözlerin ikinci ve üçüncü ismi olan Resail-in-Nur ve Risale-i Nurun adedi de beşyüz kırksekiz veya kırkdokuz olduğundan; demek ki bu ayet, pek cüz'î ve sırlı bir veya iki farkla tevafuk ederek remzen ona bakmakta, onu "tenzîl" dairesine almaktadır !...

Biz, herhangi bir zorlamaya da girişmeyeceğiz. Kāri‘a suresinin 9. ayetinde "Onun da anası (bağrına atılacağı yer) hâviye (uçurum)dir." buyurulmaktadır.

ﺔﻴﻮﺎﻫ ﻪﻤﺎﻔ ayeti, makamı beş yüz kırk sekiz olarak Risale-i Nur’un adedi olan beş yüz kırk sekize tam tamına tevafuk ederek onun gideceği yere işaret eder!...

Nur Risaleleri’nde; ayetlerdeki kelimelerin, Said Nursî ve Nur Risaleleri ile ilgili tevafuklarında (!) 1, 2, 3, 5 sayı farklılıklarına çokça rastlanmaktadır. Hatta tevafukların çoğu, tam tamına olmayıp ancak bu cinstendir. Örneğin:

Risâle-i Nûr efemen ve‘adnâhu va‘den hasenen
553 556

Biz de, bulduğumuz tevafukların birkaçını, ebced hesabıyla birtakım neticeler çıkarmanın nerelere kadar götürülebileceğini ortaya sermek amacıyla gösterelim:

Risâle-i Nûr seuslîhi sekar
553 556.

Risâle-i Nur fıskuhu eşedd
553 555.

el-Kürdî = Muhammed Muhammed
265 132 132

el-Kürdî = müdâfi‘u’l-bâtıl
265 268.

Bediüzzaman Süfyanî
214 211



Şimdi de, tevafuka ve ilm-i cifre karşı çıkanın başına gelenlere bakalım:

(...) Seyranîdir. Bu zat, Husrev gibi Nur’a müştak ve dirayetli bir talebemdi. Esrâr-ı Kur'aniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevâfukata dair Isparta’daki talebelerin fikirlerini istimzac ettim. Ondan başkaları, kemal-i şevk ile iştirak ettiler. O zat başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için, iştirak etmemekle beraber, beni de kat'î bildiğim hakikattan vaz geçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. "Eyvah! dedim, bu talebemi kaybettim!" Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mana daha karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib bir halvethânede (yani hapiste) bekledi.

İşte böyle, yersiniz şefkat tokadını... Seyranî denen bu zatın hapiste yatmasının hikmetini tevafuka, ilm-i cifre karşı olmasında ve Said Nursî’yi bunlardan vazgeçirmek istemesinde bulan bu zihniyete şu soruyu sormadan edemeyeceğiz: Siz bu adamcağızdan daha uzun süre hapislerde yattınız. Birisi de çıkıp size derse ki: "Sen bunca hapsi, kendi hevana ve hevesine göre Kur'an-ı Kerim’i tefsir edip, o yüce Kitabı emellerine alet ettiğin için yattın. Kaç defa bu tokadı yedin, hâlâ akıllanmıyorsun!" Ne cevap vereceksiniz?...



3.3.6. DİĞER DELİLLER

Said Nursî, ebced ve cifir hesapları hakkında topluca saydığı bu delillere ek olarak, kendince başka deliller de ileri sürmüştür. Bunlar Nur Risaleleri’nde dağınık durumdadır. Bunları da tek tek ele alalım:


3.3.6.1. TÂMMÂT EHLİNİN YORUMLARI

Ve madem Necmeddin-i Kübra ve Muhyiddin-i Arabî (R.A) gibi pek çok ehl-i velâyet, mânâ-yı zahirîden başka bâtınî ve işarî mânâlar ile ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde Mûsa (A.S.) ve Fir'avn’dan murad, kalb ve nefis’tir dedikleri halde ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemâdan çokları onları tasdik etmişler. Elbette âyetin delâlet-i zımniye ile Risale-i Nur’a kuvvetli karineler ile işareti kat'îdir, şüphe edilmemek gerektir.



Bu sözlere lâyık olan cevabı, İmam Gazalî vermiştir. Said Nursî, onun için "üstadım" demekte, kendisinin de onun "üveysî bir talebesi" olduğunu iddia etmektedir. Gazalî diyor ki:

(...) Bu tâmmât ehlinin Kur'an’ı tevillerinden bazı örnekler:

"Sen Firavun’a git; çünkü o azdı!" (Tāhâ, 20/24)

Bunlar diyorlar ki; "Fir'avn" kelimesinden gaye kalptir. Çünkü, insan üzerine tuğyan eden kalptir.

"Asanı at! (...)" (Kasas, 28/31)

Buna da yaptıkları tevil: Allah Tealâ’dan başka dayandığın her şeyi bırak, şeklindedir.

Hadisleri tevillerinden bazı örnekler:

"Sahur yapınız, çünkü onda bereket vardır."

Onlara göre: Geceleri tövbe edin, manasındadır. Buna benzer birçok tevilleri var. Hatta, Kur'an’ı baştan sonuna kadar tevil etmişler ve zahir manasından, İbn Abbas’tan ve diğer âlimlerden rivayet edilen manalardan ayrılmışlardır. Bu tevillerin bazılarının batıl olduğu kat’î olarak anlaşılır. "Fir'avn" kelimesine "kalp" manası vermek gibi. Çünkü, Firavun’un görülen bir insan olup Musa (a.s.)’nın kendisini davet ettiği, tarihin şehadetiyle bize kadar gelen bir gerçektir. Ebu Cehil ve Ebu Leheb de bunun gibi. Bunlar göz ile görülemeyen, şeytanlardan veya meleklerden değiller ki, tevil yolları aransın. "Sahur" kelimesini "istiğfar" ile tevil etmek de bunun gibidir. Çünkü, bizzat Peygamberimiz sahur yemeği yer ve "yiyiniz" buyururdu.

İşte bu tevillerin batıl oldukları tevatür ve his ile bilinir. Diğer bazılarının batıllığı da zann-ı galip ile bilinir ki, bunlar hâsseler ile alâkalı olmayan şeylerdir. Bütün bu tevillerin hepsi haram ve sapıklık ve insanların dinini ifsat etmektir. Bu gibi batıl teviller ne sahabe ve ne tâbiînden ve ne de insanlara vâz-u nasihate düşkün olan Hasan-ı Basrî gibi zevattan rivayet edilmiştir. Tamamen uydurmadır. Eğer bu gibi teviller caiz olsaydı, o zaman Peygamber Efendimizin şu hadis-i şerifinin bir manası kalmazdı:

"Kur'an-ı Kerim’i kendi arzusuna göre tefsir eden, cehennemdeki yerine hazırlansın!"

Yaratıkları, Yaradan’a davet ediyorum zannıyla, bilerek lâfızları murad olmayan bu gibi tevillere çevirmeyi uygun gören ehl-i tâmmât, haddi zatında doğru olan bir sözü, Peygamberimiz söylemediği hâlde, "söyledi" deyip ona isnat edenlere benzerler. Doğru olan her meseleye bir hadis uyduran gibi... Bu ise zulüm ve sapıklık, üstelik Peygamber Efendimizin:

"Bir kimse, benim söylemediğimi, kasten, söyledi diye bana isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın." hadisindeki hâle düşmektir. Hatta bu tevillerin fenalığı, bu gibi isnatlardan daha çok ve daha büyüktür. Çünkü, bu gibi teviller, elfâza olan itimadı sarsar ve Kur'an-ı Kerim’den istifade yollarını tamamen keser.

Verilen bu izahattan, şeytanın insanları övülen bilgilerden yerilen bilgilere nasıl yönelttiğini öğrenmiş oldun. Bütün bunlar, fena bilginlerin ilimlerin adlarını kendi arzularına göre tefsir edip karıştırmalarındandır. İlk asırda bu isimlerden maksadın hangi ilimler olduğunu aramadan ve bilmeden meşhur isimlere güvenerek bu zümreye uymak; şeref ve hikmeti, mesleği değil de sadece adı Hakîm olan bir kimseden beklemek gibidir.

Said Nursî; İmam Gazalî’nin "felâket ehli" diye nitelediği, Hz. Peygamber’in en ağır vaîd’ine muhatap kıldığı bu adamlara ümmetin ilişmediğini, büyük âlimlerin çoğunun onları tasdik ettiğini söylemektedir. İnsan, ucub ve enaniyet gözlerini kör edince, en açık gerçeği bile göremez. Said Nursî, kendi Bâtınî tefsirlerine meşruiyet kazandırmak, bu yaptıklarının delillerini (?) kuvvetlendirmek adına, kendini de şatahat, ebatıl, tâmmât ve türrehat ehline dâhil etmiştir. İmam Gazâlî’nin üveysî bir talebesi, böylesine önemli, tehdidi ağır bir meselede üstadına hiç muhalefet eder mi?

Yanında kitap bulundurmayan, onlara müracaat etmeyen, kimseye de soru sormayan birinin düşeceği hâl, bundan başka bir hâl olabilir mi? Hem birini üstat kabul edeceksin, hem de en temel, en meşhur kitabını okumayacaksın...

Sadece Cafer-i Sadık, Muhyiddin b. Arabî, Necmeddin-i Kübra... hakkında değil, Said Nursî hakkında da geçerli olan ve günümüzde de birçoğuna hitap eden aşağıdaki sözler, yine İmam Gazalî’ye aittir:

Aklı zayıf olanlar, hakkı adam ile tanırlar, adamı hak ile değil. Akıl sahibi olan kimse, akıllı insanların en büyüğü olan Hz. Ali’ye uyar. Buyurmuş ki: Hakkı adamla bilemezsin. Önce hakkı tanı, böylece ehlini de tanırsın. Akıllı adam, esasen hakkı tanır. Bir söz işittiği vakit ona bakar, hak ise kabul eder. Söyleyen, ister bozuk fikirli olsun, ister doğru düşünceli. Hatta çok kere sapık kimselerin sözlerinden hakikati çıkarmaya çalışır.

Bir âlimin en aşağı derecesi, koyu cahil halktan farklı olmaktır. (...) Bir sözü, onların büyük tanıdığı bir adama isnat etsen, batıl dahi olsa hemen kabul ederler. Fena, değersiz bildikleri bir kimseye isnat etsen, doğru da olsa reddederler. Daima hakkı adamla ölçerler. Adamı haktan tanımazlar. Bu, çok büyük bir dalâlettir.



3.3.6.2. HER AYETİN ZAHİRİ VE BÂTINI VARDIR

Hadîsde vârid olduğu gibi, "Herbir âyetin mâna mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalâı vardır. Ve bu dört tabakadan herbirisinin (hadîsce şucûn ve gusûn tâbir edilen) füruatı, işâratı, dal ve budakları vardır" mealindeki hadîsin hükmiyle, Kur'an hakkında nâzil olan bu âyet-i kudsiye, fer'î bir tabakadan ve bir mâna-yı işârîsiyle de Kur'an ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe'nine bir nakise değil. Belki o lisan-ül-gaybdaki i’caz-ı mânevîsinin muktezasıdır.

Bir tabakanın mâna-yı işârîsinin külliyetindeki efradının bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risalet-ün-Nur olduğunu, Onu okuyan herkes tasdik eder.



Hadisi İbn Hibban, İbn Mesud (r.a.)’dan şu şekilde rivayet etmiştir:

"Şüphesiz Kur'an’ın zahiri, bâtını, haddi ve matla‘ı vardır."

Hadisin Hasan el-Basrî’den de mevkuf veya mürsel olarak nakledildiği zikredilir. Bu rivayet ise şu şekildedir:

"Her ayetin zahrı ve batnı vardır. Her harfin haddi ve her haddin de matla‘ı vardır."

Suyutî, âlimlerin bu hadisler hakkındaki görüşlerini toplamıştır:

(...) Ayetin zahiri lâfzı; bâtını da tevilidir.

Ebu Ubeyd der ki -ki bu doğruya en yakın olanıdır-: Allah Tealâ’nın, geçmiş ümmetlerden ve sonlarından haber verdiği kıssaların zahiri, öncekilerin helâklerini bildirmek ve bu kavimlerden söz etmektir. Bâtını ise, sonrakilere öğüt vermek, onların yaptığı gibi yapacak olurlarsa, aynı hâlin kendi başlarına da geleceğinden sonrakileri sakındırmaktır.

İbn Nakîb de şöyle der: Zahir, ehl-i zahir ulemanın zahirden (lâfızdan) anladığıdır. Bâtın ise, onlardaki incelik ve sırlardır ki, Allah bunu anlamayı hakikat erbabına lütfeder.

"Her harfin haddi vardır" sözünün anlamı da şudur:

Ayetin manasından Allah’ın murat ettiği bir son vardır. Şöyle de denilmiştir: Her hükmün sevap ve ikap (günah) yönünden bir miktarı vardır.

"Her haddin de bir matla‘ı vardır" sözünün anlamı ise:

Kolay anlaşılmayan kapalı her mana ve hükmü bilmenin bir yolu vardır, bu yolla murat edilen manaya ulaşılır, demektir. Şöyle de denilmiştir: (Kul) sevap ve ikaptan hak ettiğine, ahirette, yapılanların karşılığını görme sırasında muttalî olacaktır.

Bazı âlimler de şöyle dediler: Zahir tilâvet; bâtın da fehim (anlama)dir. Hadd ise, helâl ve haram ile ilgili ahkâmdır. Matla‘ da va‘d ve va‘îddir.

Derim ki (Suyutî): İbn Ebu Hâtim’in Dâhhak tariki ile İbn Abbas’tan tahriç ettiği rivayet de bunu teyit eder. İbn Abbas şöyle demiştir:

Şüphesiz Kur'an; dal, fen, zahir ve bâtınlar sahibidir (bunların hepsini kapsar). Onun acayibi bitmez, gayesine erişilemez. Onun derinliklerine rıfk ile inen kurtulur, sertlikle inen ise mahvolur. (Kur'an’da) haberler, misaller, helâl, haram, nasih, mensuh, muhkem, müteşabih, zahr ve batn vardır. Onun zahrı tilâveti, batnı da tevilidir. Şu hâlde sizler âlimler ile oturun, sefihlerden ise uzaklaşın.

Veliyyullah ed-Dihlevî de şöyle der:

(...) Zahr, kelâmın medlûlü ve mantûku olacak şeyden ibarettir. Allah’ın nimetlerini hatırlatmada batn, nimetlerde ve hakkın murakabesinde tefekkür etmektir. Allah’ın günleriyle tezkirde batn ise, bu kıssalardan medhin, kötülemenin, sevabın ve azabın bağlama yerlerini, delillerini bilmek ve nasihati kabul eylemektir.

Cennet ve cehennemle hatırlatmada ise batn, korkunun ve ümidin zahir olması ve bu işlerin göz görüşü gibi yapılmasıdır. Ahkâm ayetlerinde ise gizli hükümleri manalar ve imalarla istinbat edip çıkarmaktır. Sapık fırkalarla yapılan mücadele ve hüccet yarışında batn, bu çirkinliklerin aslını bilmek ve onların benzerlerini bu asıllara katmaktır.

Zahrın tırmanılıp bilinecek yeri (matla‘ı), Arap dilini ve tefsir fenniyle ilgili olan haberleri bilmektir. Batnın bilinecek yeri ise, zihin inceliği ve anlama doğruluğudur. Bunlar da bâtın ve sekinet hâletiyle olur. Allah en bilendir.

İmam Şatıbî, Muvafakat’ta der ki:

Rivayetlerde geçen "zahr" ya da "zahir" kelimeleri "tilâvetin zahiri"; "bâtın" da, o ayetten "Allah’ın muradı" olarak tefsir edilmiştir. Çünkü Allah Tealâ: "Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" (Nisâ, 4/78) buyurmaktadır. Ayetten murat: "onlar, sözden Allah’ın muradını anlamıyorlar" şeklindedir. Yoksa onların bizzat sözü anlamadıkları kastedilmemektedir. Bu nasıl olabilir ki?! Kur'an, bizzat kendi dilleri ile inmekteydi. Ancak onlar, kelâmdan Allah’ın muradının ne olduğunu anlamak konusunda bir çaba göstermemişlerdir. Sanki bu, Hz. Ali’den rivayet edilen sözün manası olmaktadır. Ona: "Sizin yanınızda yazılı bir şey (kitap) var mı?" diye sorduklarında cevap olarak: "Hayır, ancak Allah’ın Kitabı var veya Müslüman bir adama verilen anlayış var ya da şu sahifede bulunanlar var." demiştir (Buhārî). el-Hasen’in hadis için yapmış olduğu "ez-zahr, zahirdir; el-bâtın ise sır, yani gizli olandır" şeklindeki yorumu, işte bu manaya çıkar. Allah Tealâ: "Kur'an’ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok ayrılıklar bulurlardı." (Nisâ, 4/82) buyuruyor. Sözün zahiri bir şeydi ve onlar bunu anlıyorlardı; çünkü kendileri Arap idiler; murat ise başka bir şeydi yani Kur'an’ın hiç kuşkusuz Allah katından inmiş olduğu idi. Eğer gerçek anlamda düşünecek olsalardı, Kur'an üzerinde asla ihtilâf olmayacaktı. İşte ittifaklarının sağlanıp, ihtilâfların def edildiği bu yön, Kur'an’ın sözü edilen bâtın yönü olmaktadır. (...) Kur'an’ı düşünme (tedebbür), ancak onda gözetilen maksatlara yönelmek yoluyla olur. Bu, onların Kur'an’ın gözettiği maksatlardan yüz çevirmiş olmaları hakkında açıktır, dolayısıyla onların Kur'an üzerinde düşünmesi olmamıştır. Eğer düşünselerdi böyle olmazdı. Bazıları şöyle demiştir: "Kur'an hakkında söylenecek söz iki türlüdür:

1. Rivayetle olur ve sadece nakle dayanılır.

2. Anlayış ile olur. Bu ancak hikmetin, kulun dili aracılığıyla açığa çıkarılması için Hakk’tan gelen ilham ile olur." Bu söz, Hz. Ali’nin sözünün manasına işaret etmektedir.

Sözün kısası, zahirden maksat, Arap dili açısından ondan anlaşılan şeydir; bâtın ise, kelâmdan ve hitaptan Allah’ın gözettiği maksadıdır. "Kur'an’ın bir zahiri bir de bâtını vardır" diyen kimsenin maksadı bu ise doğrudur ve hakkında herhangi bir tartışma da olmaz. Ama, bunun dışında başka bir şeyi kastediyorsa, o zaman, sahabe ve onları takip eden selef tarafından bilinmeyen yeni bir şey getiriyor demektir ve bu iddiasını ispat için de mutlaka kesin bir delile ihtiyaç vardır. Çünkü iddia, Kitabın tefsirinde baş vurulacak bir esas olmaktadır; dolayısıyla onun zan ile sabit olması mümkün olamaz. Delil olarak kullanılan hadis ise, eğer senedi sahihse nihayet mürsel hadislerden biri olarak kabul edilir. Hâl böyle olunca, biz zahirden ve bâtından maksadın, yapılan izah doğrultusunda olması gerektiği sonucuna varmak durumundayız.

Bu manayı ortaya koyacak örnekler vardır: İbn Abbas anlatır: Hz. Ömer, beni Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ashabının bulunduğu meclislere kabul ederdi. Birinde Abdurrahman b. Avf: "Onu bizim yanımıza alıyor (ve bizimle bir mi tutuyor)sun? Bizim onun yaşında çocuklarımız var." dedi. Hz. Ömer ona, beni ilmimden dolayı kabul ettiğini söyledi ve bana Nasr suresi hakkında sordu. Ben: "O, Resulullah (s.a.v.)’ın ecelidir; Allah Tealâ onunla peygamberine öleceğini bildirmiştir." dedim. Hz. Ömer: "Vallahi, biz de yalnız senin bildiğini biliyoruz." dedi. Bu surenin zahirine göre Allah Tealâ, peygamberinden, yardım ve fetih nasip ettiği için kendisine tesbih ve hamdetmesini istemektedir. Bâtınına göre ise Allah Tealâ, Peygamberine ecelinin gelmiş olduğunu bildirmiştir.

"Bugün size dininizi tamamladım..." (Mâide, 5/3) ayeti indiğinde sahabe sevinmiş, Hz. Ömer ise ağlamış ve şöyle demişti: "Kemalden sonra mutlaka noksanlık gelir." O, bu ayet ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatının yaklaştığını hissetmişti. Gerçekten de öyle oldu ve bu ayetten sonra Resulullah, sadece seksen bir gün yaşadı.

Söz sahibinin muradını, sözlerinde kasdettiği anlamı anlayıp kavrama hususunda bir örneği de hadisten verelim: Ebu Said el-Hudrî (r.a.) şöyle demiştir:

Resulullah (s.a.v.) minberden bizlere bir hutbe irat etti de:

"Allah, bir kulunu dünya ile kendi nezdindekiler arasında muhayyer bıraktı. O kul da, Allah katındaki şeyleri tercih etti." buyurdu.

Bunun üzerine Ebu Bekir ağlamaya başladı ve "Babalarımız, analarımız sana feda olsun!" dedi. Biz, Resulullah’ın muhayyer kılınmış bir kuldan haber vermesi sebebiyle onun ağlamasına hayret ettik. Meğer, o muhayyer kılınan kul Resulullah’ın kendisi; bunu aramızdan en iyi anlayıp bilenimiz de Ebu Bekir imiş. (...)

İmam Şatıbî devamla der ki:

Allah Tealâ: "Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir..." (Ankebût, 29/41) buyurduğu zaman kâfirler: "Örümceğin, sineğin Kur'an’da ne işi var?! Bu Tanrı kelâmı değildir." dediler. Bunun üzerine: "Allah, sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten hayâ etmez." (Bakara, 2/26) ayetini indirdi. Onlar inen ayetin sadece zahirine bakmışlar ve ondan ne kastedildiğine aldırış etmemişlerdi. Allah Tealâ: "İnananlar ise, bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler." (Bakara, 2/26) buyurmuştur.

Konumuza, kâfirlerin dünyaya bakış açıları da bir örnek teşkil eder. Onlar, dünyanın dış görünüşüne kapılmışlar ve onu oyun, eğlence ve geçici bir gölge olarak kabul ederek, ondan istifadelerini azamîleştirmeye çalışmışlardır. Bunun sonucunda dünyadan gözetilen asıl amacı, onun bir geçit ve durak yeri olduğu, ebedî ikamet yurdu olmadığı hakikatini görememişlerdir. Geçen izah üzere bâtının manası işte bu olmaktadır.

"Orada on dokuz bekçi vardır." (Müddessir, 74/30) buyurulduğu zaman kâfirler zikredilen sayının zahirine bakmışlar ve rivayete göre Ebu Cehil: "Sizden her on kişi, onlardan birini tutmaktan âciz kalmaz ya!" demiştir. Bunun üzerine Allah Tealâ işin hakikatini (bâtınını) açıklamış ve "Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır... Kalplerinde hastalık bulunanlar ve inkârcılar: 'Allah, bu misalle neyi murat etti?' desinler." (Müddessir, 74/31) ayetini indirmiştir.

Münafıklar: "Eğer bu savaştan Medine’ye dönersek, şerefli kimseler alçakları andolsun ki, oradan çıkaracaktır." (Münâfikūn, 63/8) demişlerdi. Onlar dünya hayatının dış görünüşüne bakmışlardı. Allah Tealâ, ayetin devamında onların bu yanlışını düzeltti ve "Oysa şeref Allah’ın, peygamberinin ve inananlarındır; ama münafıklar bu gerçeği bilmezler." buyurdu.

"İnsanlar arasında, bir bilgisi olmadığı hâlde Allah yolundan saptırmak için gerçeği boş sözlerle değişenler ve Allah yolunu alaya alanlar vardır." (Lukmân, 31/6). İnsanlar için bir hidayet, iyilik sahipleri için bir rahmet olan Kur'an inmeye başladığı zaman, kâfir en-Nadr b. el-Hâris, Fars ve eski cahiliye dönemi mitolojileri ve şarkı-türkü ile ona karşı koymaya çalıştı. Ayet, onun durumunu bildirmektedir. Onun bu tavrı, Allah Tealâ’nın indirmiş olduğu Kur'an’ın bâtınına itibar etmemek oluyordu.

Allah Tealâ, münafıklar hakkında: "Ey inananlar, onların yüreklerine korku salan, Allah’tan çok sizlersiniz. Bu, onların akıl etmez kimseler olmalarındandır." (Haşr, 59/13) buyurmaktadır. Bu onların, anlayışsızlıklarından kaynaklanmaktadır. Çünkü, aklı başında olan kimse, ancak her şeyin mülkünü ve idaresini elinde bulunduranın sadece Allah olduğuna ve her şeyde tasarrufta bulunanın yalnız o olduğuna inanan kimsedir. Bu yüzden de onlar hakkında: "Bu, onların akıl etmez kimseler olmalarındandır." buyurulmuştur. "Anlamaz bir güruh olmalarına karşılık Allah, onların kalplerini imandan döndürmüştür." (Tevbe, 9/127) ayeti hakkında da durum aynıdır. Çünkü onlar, "Bir sure inince 'sizi bir kimse görüyor mu?' diye birbirlerine bakarlar, sonra dönüp giderlerdi." (Tevbe, 9/127).

Bil ki, eğer Allah Tealâ, bir kavmi akılsızlıkla, anlayışsızlıkla ve bilgisizlikle suçluyorsa, mutlaka bu, onların zahire takılıp kalmaları ve o sözden muradın ne olduğuna itibar etmemeleri sebebiyledir. Eğer bir kavim hakkında da, onların anlayışlı, akıl ve bilgi sahibi olduklarını belirtmişse, bu da onların mutlaka Allah’ın hitabından maksadın ne olduğunu -ki bu, o sözün bâtını oluyor- anlamaları sebebiyledir.

Şatıbî şöyle devam eder:

Kur'an’ın zahirinden maksadın, yalnızca Arap dili esaslarına göre anlaşılan şey olduğu konusunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Çünkü katılan katılmayan herkes, Kur'an’ın açık bir Arapça ile indiği konusunda görüş birliği içerisindedirler. Yüce Allah: "Andolsun ki, 'Muhammed’e elbette bir beşer öğretiyor' dediklerini biliyoruz." buyurduktan sonra bu iddialarını: "Kastettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'an ise fasih Arapçadır." (Nahl, 16/103) buyurarak reddetmiştir. Bu ret, cedelde aranacak şarta uygundur, çünkü kendi dilleri ile olan Kur'an’dan anladıkları şeyle cevap vermiştir. Burada beşerden maksat, bir âlimdir. Kendisi Hristiyan iken Müslüman olmuştur. Veya Selman’dır; o da İranlı idi ve Müslüman olmuştu. Ya da, ittifakla dili yabancı olan bir başkasıydı. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Biz bu Kur'an’ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık: 'Ayetleri uzun açıklanmalı değil miydi? Bir Arab’a yabancı dille söylenir mi?' derlerdi." (Fussilet, 41/44). Bilindiği gibi, onlar Kur'an’ın Arapça olmadığı konusunda herhangi bir şey söylememişlerdir. Bu da Kur'an’ın Arapça olduğunun onlar tarafından da kabul edildiğini gösterir. Bu sabit olduğuna göre, demek onlar Kur'an’ın lâfızlarını sadece Arapça olması açısından anlamışlardı. Gerçi onlar maksadın ne olduğu konusunda ittifak etmiş değillerdi, ama bu sadece Arap dili özellikleri üzere carî olan zahir için şart da değildi.

Şu hâlde, Kur'an’dan elde edildiği öne sürülen ve fakat Arap dili üzere carî olmayan hiçbir mananın Kur'an ilimleri ile ilgisi yoktur, ne kaynak ne de metot olabilir. Kim böyle bir iddiada bulunursa, onun bu iddiası batıldır.

Nasipsizin birinin kendisinin Kur'an’da zikredildiğini iddia etmesi bu konunun örneklerinden birini teşkil eder. Beyân b. Sem'ân adında (Rafizîlerden) biri, "Bu insanlar için bir beyandır." (Âl-i İmrân, 3/138) ayetinden maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılmıştır. Bu, apaçık bir konuda, yapılmış bir hezeyandır. Cehalet üzere sükut etmek, böylesi cür'etkâr iftiralardan hayırlıdır. Eğer bu iddiası Arap diline uygun düşseydi, tâbisi olan ahmaklar onu delillerinden biri sayarlardı. Ancak o, bu saçma sapan sözleriyle kendi şaşkınlığını her yönden ortaya koymuş oluyordu. Allah Tealâ, aklımızı ve dinimizi bu tür saçmalıklardan korusun! Eğer "Hâzâ beyânun li’n-nâs" ayetindeki "Beyân" kelimesi onun özel adı ise, bu cümle Arapçada ne manaya gelecektir?! "Hâzâ Zeydün li’n-nâs" deyince insanlar ne anlayacaklardır? Aynı çirkeflik kendisine "Kisf" ismini verip de sonra: "Ve in yerav kisfen mine’s-semâi sâkıtan..." (Tūr, 52/44) ayetindeki "kisf"ten muradın kendisi olduğu kuruntusuna kapılan kimse için de varittir. Onun bu sakat anlayışına ayet nasıl delâlet edebilir? Onun bu sözü ile aynı olan "Ve in yerav racülen mine’s-semâi sâkıtan..." denilse bundan Arap ne anlar? Zalimlerin söyledikleri saçmalıklardan Allah Tealâ yücedir. Beyân b. Sem'ân, (Rafizîlerden) Beyaniye denilen fırkanın kendisine intisap ettiği kimse olmaktadır. O -İbn Kuteybe’nin sandığına göre- Kur'an’ın mahluk olduğu iddiasını ortaya atan ilk kimsedir. el-Kisf ise, el-Mansuriye fırkasının kendisine intisap ettikleri Ebu Mansur’dur.

Bazı âlimler şöyle anlatmışlardır: Kendisini Mehdî diye isimlendiren Şiî Ubeydullah, İfrikiye’yi istilâ edip egemenliği altına alındığında Kütâme’den iki tane müsteşarı vardı; birinin adı Nasrullah, diğerinin de Feth idi. Mehdî onlara: Siz, Allah’ın Kitabında 'İzâ câe nasrullâhi ve’l-Feth...' diye adlarını zikrettiği kimselersiniz, derdi. Âlimler, onun Allah’ın ayetlerinde değişiklik yaparak tasarrufta bulunduğunu ve meselâ "Küntüm hayra ümmetin..." (Âl-i İmrân, 3/110) ayetini "Kütâme hayru ümmetin..." şeklinde değiştirdiğini söylemişlerdir. Aklından zoru olmayan bir kimsenin böyle bir şey söylemesi mümkün değildir. Çünkü, Nasrullah ve Feth adındaki bu kimseler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından yüzlerce sene sonra ortaya çıkmışlardır. O zaman mana şöyle olacaktır: "Ey Muhammed" Sen ölüp de bu ikisi yaratıldığı zaman ve insanların dinine bölük bölük girdiğini gördüğünde Rabbini tesbih et..." Kahrolasıca bu Şiînin ortaya attığı bu iftiradan daha çelişkili bir düzmece tasavvur edilebilir mi?

(...) İşte kelâmcılardan bir kısmı, reye tâbi olarak menkul delilleri bir tarafa atmışlardır. Onların bu tutumu, Allah Tealâ’nın kelâmını, lâfzından Arabın anlamayacağı şekilde ve manasına da bir delil ikâme edilemeyecek biçimde tahriflere sebep olmuştur.

Her ne kadar Arap dilinden gözetilen maksatlar ve onun delâlet ettiği manalardan çıkma kabilinden ise de, örnekleri çoğalttım ki, bunların ötesinde kalan benzerlerine ya da onlara yakın durumda olanlara da ışık tutsun ve onlar üzerine de dikkat çekilmiş olsun.

Nur Risaleleri’nde iddia edilenler ise, İmam Şatıbî’nin verdiği bu örneklere rahmet okutturur. Nur Risaleleri’nde, "(...) Hasta iseniz, yahut yolculukta iseniz, yahut biriniz abdest bozmaktan geldiyse, yahut kadınlara dokunduysanız ve su da bulamadıysanız, temiz bir toprağa yönelip onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin! (...)" ayetinde geçen "toprak" (ﺪﻳﻌﺻ)ın Said Nursî olduğu iddia edilmiş, aynen şöyle denilmiştir:

(...) Sad ve sin, birbirine tam kardeş olması ve bir kelimede birbirinin yerine geçmesi münasebetiyle bu âyetteki "sa‘îden" kelimesindeki sad, sin okunsa Risale-i Nur’un tercümanını göstermesi (...)

(...) işte Risalet-ün-Nur’un kahramanı, işte Kur'an’da (Said) ve Hadiste (Seyyid) diye söylenen mübarek Üstadımız (Said Nursi)

Madem ki Kur'an sana Said (sîn ile) demiş... Elbette sen saidsin hem ismin ve hem resmin saiddir.

Madem ki, Kur'an sana Said (sâd ile) demiş... Elbette hem için temiz ve tahir, hem de dışın.

Ayette geçen ve "toprak" anlamına gelen ṣaîd (ﺪﻳﻌﺻ); buna mukabil Nur Risaleleri’nin müellifinin adı ise "Said" (ﺪﻳﻌﺳ)dir. Görüldüğü gibi; biri "sād", diğeri ise "sîn" harfi ile yazılmaktadır. Ama, ne de olsa bu iki harf kardeştir ve işin kolayı da bulunmuştur:

(...) "Sin" harfi "Sad" harfinin altında gizlenmesi ve "Sad" görünmesinin iki sebebi var: (...)

"Sîn" harfi, "sād" harfinin altına gizlenir, olur biter...

Bununla da kalınmamış, -hâşâ- Said Nursî Kur'an’a ibra ettirilmiştir!...

E, madem Kur'an ona (ﺪﻳﻌﺳ) demiş, elbette o mes'uttur, mübarektir, bahtiyardır, Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmıştır ve madem Kur'an ona (ﺪﻳﻌﺻ) demiş, elbette o temizdir, toprak gibi alçak gönüllüdür, hodbinlikten uzaktır.

Ancak, Kur'an’a bunları söylettirmekle yetinmezler; Said Nursî hadisten de nasibini almalıdır. Hadiste de -hangi hadisse- ona "Seyyid" denilmiştir, elbette o efendidir, reistir, hatta Hz. Muhammed’in soyundan gelmiştir!...

Hâlbuki, "'sîn', 'sād'ın kardeşidir; altına gizlenmiştir" şeklinde çırpınışlara hiç de gerek yoktur. Çünkü, Kur'an’da "sa’id" kelimesi Hûd, 11/105’te aynen geçmektedir. Fark mı etmediler, yaptıkları hesaplar mı tutmadı, yoksa "bu ayette 'said' açıkça geçiyor, bize şifreli bir şey lâzım" diye mi düşündüler, bilemiyoruz.

Ayet, açıkça abdestten, gusülden, teyemmümden bahsetmektedir. Oysa Nur Risaleleri’ne göre; ayetteki "eğer hasta iseniz" anlamına gelen "ve in küntüm merzâ" cümlesi "dalâlet ehli tarafından artırılan manevî hastalıkların büyük bir kısmı, Nur Risaleleri’nin Kur'anî ilaçlarıyla giderilebilir" anlamını da taşımakta, bu anlama işaret etmektedir. Bu cümlenin ima ettikleri henüz bitmemiştir: "Bir sapık fırka, üzüntü ile beraber, -şayet dünyanın iki yüz sene daha ömrü varsa- faaliyetlerine devam edecektir".

"Temiz bir toprağa yönelin (temiz bir toprak arayın)!" anlamına gelen "feteyemmemû sa‘îden" cümlesinin de işaret etmek istediği manalar vardır. Ancak, ayet önce, Said Nursî’nin adı olan Said (ﺪﻳﻌﺳ)’deki "sin" harfini, "toprak" (ﺪﻳﻌﺻ)’taki "sad" harfinin altına gizler. Bu ayette Said (ﺪﻳﻌﺳ)’in, ṣaîd (ﺪﻳﻌﺻ) olarak görünmesinin iki nedeni vardır:

Birisi: Said, tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır; tâ ki Risalet-ün-Nur’u bulandırmasın, te'sirini kırmasın.

İkincisi: Şimdiki bataklığa ve mânevî tâûna sukutun sebebi ise; terakki fikrinden neş'et ettiği cihetle, onların hatâlarını gösterip, suud ve terakki, müslüman için ancak İslâmiyette ve îmanlı olmakta olduğuna işaret etmekdir.

Yani, açıkça şöyle denmektedir: Bu iki neden:

1. Nur Risaleleri’nin bulanmaması, tesirinin azalmaması için; Said Nursî’nin toprak gibi alçak gönüllü, hodbinlikten uzak, mutlak mütevazı olması gerekmektedir.

2. Şimdiki bataklığa ve manevî vebaya düşmenin sebebi, ilerleme fikrinden kaynaklandığından, bu fikrin sahiplerinin hatalarını gösterip Müslüman için yükselme ve ilerlemenin ancak İslâmiyetle ve imanlı olmakla gerçekleşeceğini belirtmektir.

E, böyle bir zata semâ-i Kur'anîden ve âyatın nücumundan, yıldızlarından inen, nüzul edilen Nur Risaleleri hakkında da Kur'an’ın bir şeyler söylemesi gerekmez mi?!...

"Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve 'ben Müslümanım' diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?"

Makam-ı cifrîsi (...) olmak üzere binüçyüz yirmisekiz eder ki: O müthiş tarihte bir tâife ayağa kalkıp Cenab-ı Hakk’a halkı da’vet edeceğine işâret eder ki; o tarihte böyle bir da’vet ve Kur'an’ın tahsinine lâyık olacak güzel söz ise şimdilik Sözler namındaki Risâle-i Nur’un da’vet edici cüzleri başta görünüyor. "ahsenu kavlen" kelime-i kudsiyesinin tarihçesi daha ziyade güzel sözlü kim olabilir der. Demek birisi o tarihte gâyet güzel sözleriyle çıkacak. Sözlerin güzelliğiyle halkı teshir edecek. Bu hassa ise, bu zamanda Risâle-i Nur’un Sözler namında belâgatça ve hüsn-ü cemâlce ve te'sir ve teshîrce yüksek bir mertebede bulunan kelimâtları ve kuvvetli sözlerinde bulunur. Demek bu âyet mâna-yı işarisiyle de Risâle-i Nur’u tahsin eder.

"(...) Ey Peygamber, biz seni, şahit olarak, müjdeci olarak, uyarıcı, kendi izniyle Allah’a davet edici ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderdik. (...)."

"(...) biiznihî ve sirâcen munîran" bin üçyüz otuz (1330) ederek Risale-i Nur’un fatihası olan İşârât-ül İ’câz tefsirinin zuhûruna tevafuku ve "biiznihi"deki melfûz "yâ" sayılsa bin üçyüz kırk (1340) edip Risale-i Nur’un zuhuruna tetâbuku ve birinci tenvin vakf olmadığından "nun" sayılsa binüçyüz seksen (1380) ederek Risale-i Nur’un o tarihte inşâallah küre-i arzı ışıklandıracak bir sirac-ı nûrâni olacağına remz-i Kur'anîdir.

(...) "sirâcen munîran" kelimesi ise, tam tamına Risale-i Nur’un bir ismi olan "Sirâcü’n-nur"a lâfzan ve mânen ve cifren tevafukla bakar. (...)

"Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun bir örneği, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. Işık bir cam içindedir; cam ise, doğuya da batıya da ait olmayan mübarek, ateş değmese bile yağı neredeyse ışık verecek olan bir zeytin ağacından yakılan, sanki inci bir yıldız gibidir. Nur üzerine nurdur. Allah, dilediğini nuruna hidayet eder. Allah, böyle misalleri insanlar için verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir."

Şu âyet-i Nuriyenin manaca çok tabakatı ve vücuh-u kesiresi vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işârî ve remzî bir vechi mânaca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risâle-in-Nur ve Risâlet-ün-Nur’a dört-beş cümlesiyle on cihetten bakıyor. (...)

Bu âyet nasılki Risale-in-Nur’a ismiyle bakıyor, öyle de tarih-i te'lifine ve tekemmülüne tam tamına tevafukla remzen bakıyor:

(...) Hem meselâ: "yukâdu zeytuhâ yudîu velev lem temseshu nârun nûrun" cümlesi, mâna-yı remziyle diyor ki: "Onüçüncü ve ondördüncü asırda semavî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır." Yâni, bin ikiyüz seksen tarihine yakındır. İşte, bu cümle ile nasılki elektriğin hilâf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini remzen beyan eder. Aynen öyle de: Mânevî bir elektrik olan Resâil-in-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder. Muhakkik bir âlim olabilir. Hem işaret eder ki; Resâil-in-Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur. Evet bu cümlenin bu mu’cizane üç işarâtı elektrik ve Resâil-in-Nur hakkında hak olduğu gibi, müellif hakkında dahi ayn-ı hakikattır. Tarihçe-i hayatını okuyanlar ve hemşehrileri bilirler ki, "izhar" kitabından sonraki medrese usulünce onbeş sene ders almakla okunan kitapları Resâil-in-Nur müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş. Hem, nasılki bu cümlenin mânevî münasebet cihetinde kuvvetli ve letâfetli işareti var; öyle de cifrî ve ebcedî tevafukiyle hem elektriğin zaman-ı zuhurunun kurbiyetini, hem Resâil-in-Nur’un meydana çıkması, hem de müellifinin velâdetini remzen haber veriyor.

Said Nursî, hiç utanıp sıkılmadan bu hezeyan, kuruntu ve zırvalarının, bir de hakikatin ta kendisi olduğunu söylüyor.

Said Nursî’nin ve onun bu saçma sapan sözlerine inananların hak ettiği kelâmı, İmam Şatıbî yüzyıllar önce, aynı yolun yolcuları için etmiş... Bundan sonrası zait olur...



Bu Bâtınî yorumlara kapı açanların, İslâmın esaslarına açıkça aykırı olan ve fakat aynı metotlarla yapılan yorumlara hazırlıklı olmaları gerekir.

Mustafa Ünver, Kur'an’ı Anlamada Siyâkın Rolü – Bütünlük Üzerine adlı eserinde bunun örneklerini verir:

Örneğin:

"Musa kavmine: Allah size bir inek kesmenizi emrediyor, demişti. (...)"

Yapılan bir yoruma göre, ayetteki inekten maksat -hâşâ- Hz. Aişe’dir.

Bunun gibi, Mâide, 5/90 ayetindeki içki ve kumar (el-hamr ve’l-meysir) kelimelerinden kastın Hz. Ebu Bekir ve Ömer; Nisâ, 4/51 ayetindeki Cibt ve Tâğûttan kastın Muaviye ve Amr b. el-As; Bakara, 2/73 ayetindeki "onun bir parçasıyla vurun" ifadeden kastın Talha ile Zübeyr olduğu yorumları da yapılmıştır.

Bu ve buna benzer yorumların ayetin siyâkıyla uygun olup olmadıklarını söylemeye bile gerek yoktur.

Görüldüğü gibi, Kur'anî ifadeler, içinde geçtikleri siyâklarından kopartılmaları durumunda çok çeşitli ve bazen de çok tehlikeli hatalar ortaya çıkabilmektedir.

Bu tür keyfî ve sübjektif yorumların ve yaklaşımların, dileyenin Kur'an adına ne desem gider tarzındaki insafsız yüklemelerin frenlenmesinde ve ortadan kaldırılmasında en büyük etken, Kur'anî ifadelerin bağlamları içerisinde ele alınması gerektiğini savunan bir yöntemin benimsenmesi olacaktır.

Anlamanın nesnel koşulları bulunmadığında, bulunamadığında, anlamın kendisini de bulamayız; anlamı bulamadığımızda ise metne anlamı biz vermek zorunda kalırız. "Bizce verilen anlam", tabiatı gereği ilzam edici de olmaz ve gücünü, meselâ "yorumun sonu yoktur!" gibi sathî öngörülerden devşirmeye kalkışarak sonsuz sayıda yorum imkânının bulunamayacağı gerçeğini görmezlikten gelir; bu yüzden de 'öznelci' (subjektivist) şeklinde adlandırılmayı hak eder. Öznelci yorum biçiminin ilkeleri yoktur, fantazileri vardır, ama buna karşın hedefi, olması gereken değil, olmakta olandır; (birinci dereceden) delillere değil, (ikinci dereceden) karinelere dayanır; öğretici olmayı, ikna edici olmayı istemez, etkileyici olmakla yetinir ve insan zihninin ihtimaller karşısındaki tereddüdünden sonuna kadar istifade eder; sübutiyet-sükûnet, açıklık-kesinlik onun en nefret ettiği kavramlardır, o daha çok değişim, gelişim, farklılık, zenginlik vb. kavramları kullanmaktan hoşlanır; anlaşılmaz olmayı, kapalılığı bir zaaf olarak değil, bir derinlik olarak takdim eder, şairanedir çünkü. Karşıtlarını eleştirmek yerine, onları beğenmemeyi yeğler, bu nedenle de korkaktır, ürkektir, çekingendir, her zaman vazgeçmeye hazırdır, çünkü her zaman bir açık kapı bırakmıştır kendisine. (...) Hâsılı öznelcilik, karmaşaya giden bir yolun taşlarını döşemeyi vazife edinenlerin mesleğidir.



3.3.6.3. İŞARÎ TEFSİR

Said Nursî, ayetlerden ebcedî ve cifrî çıkarsamalarının, işarî tefsirden olduğunu iddia etmiştir. Bu çıkarsamaların yapıldığı hemen her yerde "mâna-yı işarî, mâna-yı remzî, işareten, remzen, imaen..." ifadelerine rastlanmaktadır. Aşağıdaki alıntıda bunu daha açık, derli toplu bir şekilde belirtmiştir:

(...) Kur'an-ı Mu’ciz-ül-Beyan dahi bu zamanda bir mu’cize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur’a nazar-ı dikkati celbetmesine "Mana-yı işârî" tabakasından rumuz ve imaları, i’cazının şe'nindendir ve o lisan-ı gaybın belâgat-ı mu’cizekâranesinin muktezasıdır.

(...) "Acaba Risale-i Nur’u, Kur'an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?" denildi. O acib sual karşısında bulundum. Ben de, Kur'an’dan istimdat eyledim. Birden otuzüç âyetin sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan "mâna-yı işârî" tabakasından ve mâna-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi, Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına birer kuvvetli karîne bulunmasını bir saat zarfında hissettim; ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatımda hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı; ve ben de, ehl-i îmanın îmanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatımı yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartiyle verdim.

Ve o risalede biz demiyoruz ki: "Âyetin mâna-yı sarîhi budur." Tâ hocalar "fîhinazarun" desin. Hem dememişiz ki: "Mâna-yı işârînin külliyeti budur", belki diyoruz ki: Mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da, mâna-yı işârî ve remzîdir. Ve o mâna-yı işârî de bir küllîdir, her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi, bu asırda o mâna-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferddir. Ve o ferdin kasden bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine eskidenberi ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken, Kur'anın âyetine ve sarahatine, değil incitmek, belki i’caz ve belâğatına hizmet ediyor.

Bu nevi işarât-ı gaybiyeye itiraz edilemez.



"İşarî tefsir" şöyle tanımlanmaktadır:

İşarî tefsir, sülûk ve tasavvuf erbabına zahir olan gizli bir işaretle, Kur'an’ı zahirinin gayrına tevil etmektir.

İşarî tefsirleri, Kur'an’ın zahir manasından başka bir mana taşımadığını iddia eden Zahirîler haricindeki İslâm âlimleri kabul etmişlerdir. İbn Hazm, Kur'an’da bâtın mananın olmadığını, Peygamber’in şeriatta hiçbir şeyi gizlememiş olduğunu söylemektedir.

İmam Gazalî ve İbn Teymiye bâtınî manayı tamamen inkâr etmemiş, bilhassa İbn Teymiye zahir ulemanın anlayamayacağı bir bâtın manayı kabul etmiş, fakat bunun muteberliğini şartlara bağlayarak şöyle demiştir: Bâtın ilmi iki çeşittir: Zahire muhalif olan bâtın, zahire uygun olan bâtın. Zahire muhalif olan bâtın, batıldır. Kim zahire muhalif bir bâtın ilmi bildiğini iddia ederse, o hatalıdır. O, ya mülhit, ya zındık veya cahil ve sapıktır. Zahire uygun bâtın, zahir gibidir. Bu da ikiye ayrılır: Birincisi, Kur'an’ın zahirine uygundur, Kur'an’ın ve hadisin lâfızları veya delâletiyle o manaya istidlâl edilebilir. Fakat, bu lâfızlarla bizzat o mana kastedilmemiştir. Bunun için buna "işaret" demişlerdir. "Bu lâfızlarla sadece bu mana kastedilmiştir" demek, Allah’a iftiradır. İkincisi, lâfzın delâletiyle değil de kıyas yoluyla böyle bâtın bir mana çıkarmaktır. Bu da kıyas gibidir. Fakihlerin kıyas dediklerine, sufiler "işaret" demişlerdir. Bu da aynı kıyas gibi, sahih de olabilir, batıl da.

Âlimlerin işarî mana hakkındaki görüşleri şöyle özetlenmiştir:

İşarî tefsirlerin makbul olabilmesi için, verilen bâtınî mananın sıhhat şartlarının bulunması gereklidir. Bâtın mananın da sahih olması için şu dört şarttan hâlî olmaması gerekir:

1. Bâtın mananın, Kur'an lâfzının zahir manasına aykırı olmaması,

2. Başka bir yerde bu mananın doğruluğunu teyit eden şer'î bir şahidin bulunması,

3. Verilen bu manaya, şer'î veya aklî bir muarızın bulunmaması,

4. Verilen bâtın mananın tek mana olduğunun ileri sürülmemesi.

İşte yukarıdaki şartları ihtiva eden bir işarî tefsir makul addedilir. Şunu da belirtmek gerekir ki, işarî tefsirlerin bir çoğunda yukarıdaki şartları uygulayabilmek biraz güçtür. Kabul şartlarını haiz işarî tefsirler bulunduğu gibi, insanı ve aklını hayrette bırakacak derecede hayalî ve kabulü mümkün olmayan sufî tefsirler de vardır.

İmam Şatıbî de işarî tefsir hakkında şöyle der:

Bunun iki şartı bulunmaktadır:

1. Arap dilinden gözetilen maksatlara uygun düşecek şekilde, zahire uygun olması.

2. Başka bir yerde o mananın doğruluğunu gösterecek bir nass ya da zahir bir delâlet şeklinin bulunması ve bir muarızın olmaması.

Birinci şart, Kur'an’ın Arapça olmasının bir gereğidir. Çünkü, eğer Kur'an’a isnat edilen bir mana varsa ve bu mana Arap dilinin gereklerinden değilse, o şeyin Arapça olduğunu söylemek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü o, Kur'an’a yamanmaya çalışılan, fakat Kur'an’ın ne lâfzında ne de manasında ona bir delâlet bulunan bir şeydir. Böyle bir şeyi Kur'an’a isnat etmek kesinlikle doğru olamaz. Çünkü, medlûlü budur diye Kur'an’a böyle bir isnatta bulunmak, onun tam zıddını isnatta bulunmaktan daha evlâ değildir ve onlardan birini diğerine tercihi gerektirecek bir delil de yoktur. Hâl böyle iken, birini reddedip diğerini ispat etmek, delilsiz yapılan bir keyfîlik (tahakküm) ve Kur'an’a yapılan açık bir iftiradır. Böyle bir durumda, o manayı Kur'an’a isnat eden kimse, Allah’ın Kitabı hakkında bilgisizce konuşan kimselerin kazanacağı günahın altına girer. Kur'an’ın Arapça olduğu hakkında getirilen deliller, aynısıyla burada da geçerlidir.

İkinci şarta gelince; eğer o manayı destekleyen Kur'an’ın başka yerinde bir delil bulunmaz ve aksine onunla çelişen durumlar (muarız) bulunacak olursa, yapılan şey, Kur'an hakkında ileri sürülen iddialardan biri olur. Delilden yoksun kuru iddialar ise, âlimlerin ittifakı ile makbul değildir.

İşte bu iki şart ile, Kur'an’ın bâtınından maksadın açıkladığımız şekilde olduğunun doğruluğu açıklık kazanır. Çünkü, her iki şart da tam olarak bulunmaktadır. Bâtınîlerin yapmış olduğu teviller ise bunun aksinedir; çünkü onların bizim açıkladığımız manada ne bâtın ne de zahirle ilgisi vardır. Meselâ onlar şöyle demişlerdir: "Ve Süleyman Davud’a vâris oldu" (Neml, 27/16) ayetinden maksat; İmamın Peygamber’in ilmine vâris olmasıdır. Cünüplük, çağrıya icabet edenin, henüz istihkak mertebesine ulaşmadan önce sırrı ifşa etmesidir. Gusül, böyle yapan bir kimsenin ahdini yenilemesidir. Tahûr, İmama tâbi olma dışında her türlü inançlardan arınmak ve uzaklaşmaktır. Teyemmüm, dâîyi ya da İmamı görünceye kadar izin verilen şeylerden almaktır. Oruç, sırrı tutmaktır. Kâbe, Peygamber; kapı, Ali’dir. Safa, Peygamber; Merve, Ali’dir. Telbiye, dâîye icabette bulunmaktır. Yedi defa tavaf, yedi imamın tamamına değin Muhammed (a.s.)’i tavaf etmektir. Beş vakit namaz, dört esas ve imam üzerine getirilen delillerdir. İbrahim’in ateşi, gerçek ateş olmayıp Nemrud’un öfkesidir. İshak’ın boğazlanması, onun üzerine ahit almaktır. Musa’nın asâsı, sihirbazların şüphelerini izale eden hüccettir. Denizin yarılması, Musa’nın onlar hakkındaki ilminin ikiye ayrılmasıdır. Deniz, âlimdir. Bulutların gölgelemesi, Musa’nın irşat için İmamı tayin etmesidir. Kudret helvası (menn), gökten inen ilimdir. Selvâ (bıldırcın), dâîlerden biridir. Çekirge, bit ve kurbağa, Musa’nın onlara yöneltip tahakküm kurduğu sorulardır. Dağların tesbih etmesi, dinde sağlam insanların bulunmasıdır. Süleyman’ın hükümran olduğu cinler, o zamanın Bâtınîleridir. Şeytanlar ise, zor hükümlerle yükümlü tutulan Zahirîlerdir. Bunlara benzer daha nice gülünç ve zırva teviller vardır. Böyle hezeyanlardan Allah’a sığınırız.

Nur Risaleleri’ndeki teviller ise, İmam Şatıbî’nin verdiği bu örneklere yine rahmet okutturacak cinstendir. Nitekim, Nur Risaleleri’nde Mâide suresinin 6. ayetinin tefsirinde şöyle denmiştir:

"Ve in küntüm merzâ" cümlesi, binbeşyüz küsur olan makam-ı cifrîsiyle; ehl-i dalâlet tarafından aşılanan mânevî hastalıkların kısm-ı âzamı, Risalet-in-Nur’un Kur'anî ilaçlariyle izale edilebilir diye işaret etmekle beraber, maatteessüf ikiyüz sene kadar dünyanın ömrü bâki kalmışsa, bir fıkra-i dâlle dahi devam edeceğine imâ ediyor. (...)

Ayet, açıkça abdestten, gusülden, teyemmümden bahsetmektedir. Oysa Nur Risaleleri’ne göre; ayetteki "eğer hasta iseniz" anlamına gelen "ve in küntüm merzâ" cümlesi "dalâlet ehli tarafından artırılan manevî hastalıkların büyük bir kısmı, Nur Risalelerinin Kur'anî ilaçlarıyla giderilebilir" anlamını da taşımakta, bu anlama işaret etmektedir. Bu cümlenin ima ettikleri henüz bitmemiştir: "Bir sapık fırka, üzüntü ile beraber, -şayet dünyanın iki yüz sene daha ömrü varsa- faaliyetlerine devam edecektir"!

Ma’nâ-yı zahirisiyle diyor ki; "Su bulamadığınız vakit temiz toprak ile teyemmüm ediniz" der ve ma’na-yı işarisiyle diyor ki; "bin üçyüz elli yedide (1357) ma’nevî âb-ı hayat menbaları kapatıldığı zamanda temiz toprağa kast ve teveccüh ediniz. Onda bir menba-ı hayat ve bir ma’den-i nur bulursunuz." Bu âyetin şu işareti hususi bir surette Risale-i Nur’a bakmasına iki emare var:

Birincisi: Bu âyetin makam-ı ebcedi ve cifrisi, bin üçyüz elliyedi (1357) ederek o tarihlerde medrese ve irşadgahların seddiyle ve ehl-i ilim sarıklarının açılmasıyla ve ma’nevi susuzluk başladığı hengamda Risale-i Nur hakâik-i îmaniye cihetinde on beş senede kazanılan imân-ı tahkikiyi onbeş haftada belki tam müstaidlere onbeş saatte sarsılmayacak derecede iman-ı tahkikiyi kazandırması kavi bir emaredir ki; şu işaret ona hususi bakar.

İkinci emare: Sad ve sin, birbirine tam kardeş olması ve bir kelimede birbirinin yerine geçmesi münasebetiyle bu âyetteki "sa‘îden" kelimesindeki sad, sin okunsa Risale-i Nur’un tercümanını göstermesi, hem bu cümlenin birinci mukaddimesi olan "ev lâmestumu’n-nisâe" fıkrasının işaretiyle kadınların çıplak bacak olarak erkeklere karışmak ve Risale-i Nur’un, şiddetli taarruzlar içinde tesettür lehinde kuvveti mukavemeti zamanına, şeddeli nun iki nun olmak üzere makam-ı cifrisi bin üçyüz kırkyedi (1347) adediyle parmak basması "ev ‘alâ seferin" fıkrasının işaretiyle umumi harblerin asrında her millet seferberlik vaziyetinde bulunması ve (...) lâtif ve kuvvetli bir emaredir ki; âyetin işareti, bu asra ve Risale-i Nur’a bir hususiyeti var ve remzen ona bakar.

Nur Risaleleri’nde, bu zırvaların işarî tefsirden olduğu öne sürülmüştür. Oysa, bunların makul ve meşru sayılabilecek işarî tefsirden olmadığı açıktır.

İncelememizi İbn Teymiye’nin şu sözleri ile noktalayalım:

Ayetlere yüklenmek istenen manalar iki kısımdır:

1. Batıl manalar: Allah’ın kelâmının, bu manalarla tefsir edilmesi caiz değildir.

2. Doğru (hak) manalar: Bunlar da iki kısımdır:

Eğer Kur'an, bu doğru manaya delâlet ediyorsa, yani ayetin manası buysa, bununla ayet tefsir edilir.

Değilse, sırf bir münasebetten dolayı, her doğru mana ile ayet tefsir edilmez. Bu münasebet, lâfzın delâlet alanı (vecihleri) dışındaysa tefsir caiz değildir. Fakat Karmatîler ve Bâtınîler böyle yaparlar. Caiz değildir, çünkü, lâfzın manaya delâleti sem'î bir mesele olup, lâfzın bu manada, o mananın kastedildiğine işaret edecek tarzda kullanılır olması şarttır. Yoksa, sadece, lâfzın bu manaya vaz'ının elverişli ve uygun olması (yani o manada da kullanılır olması) yeterli değildir. Çünkü, çeşitli anlamlara uygun olan, fakat o manalar için vaz olunmayan lâfızlar o kadar çoktur ki, sayılarını ancak Allah bilir. Bu, lâfızla mana arasındaki münasebete itibar eden âlimlere göredir. Bir kısım kelâmcı ve belâgatçıların görüşü budur. Lâfız ve mana arasındaki ilişkiye önem vermeyenlere göre ise, her anlama vaz'ı müsait olan lâfız, hele belli bir manaya konulduğu ve kullanıldığı biliniyorsa, sırf bir münasebetten dolayı bunun dışında bir manaya hamli, Allah’a yalan isnat etmektir.

İleri sürülen mana, şeriatın bilinen bir esasına aykırıysa, bu tefsir de caiz değildir. Bu tür tefsir Karamita’nın âdetidir. Bir de ayete verilen mana, şeriata ters düşmese de, ayetten o mana kastedilmediği için bu tür tefsir de caiz değildir. Ne nass olarak, ne de kıyas olarak lâfzın delâlet ettiği manaları ayetlere işaret yoluyla yükleyen birçok cahil vaiz ve mutasavvıfın durumları da budur.

Ancak, lâfzın delâletini ispat ederek, işarî manayı, kıyas ve istidlâl yoluyla elde edilen bir mefhum olarak ortaya koyan işarî tefsir erbabının durumu, kıyas ve istinbat metodunu bilen fakihlerin durumu gibidir ki, eğer kıyas fasit değil sahih ise ve akıl yürütme de bozuk değil doğruysa, o takdirde bu tefsir doğrudur.

İşarî tefsir için ortaya konan şartları, Said Nursî ve talebelerinin ebced ve cifre dayanarak yaptıkları tefsirlere uyguladığımızda; son şart hariç hiç birinin olmadığı görülmektedir. Son şartta da Nur Risaleleri’nde şüpheli anlatımlar vardır: Said Nursî "Biz, ayetlerin mana-yı sarîhi budur, demiyoruz" demesine rağmen, Nur Risaleleri’nin birçok yerinde bu sözle çelişen ifadeler kullanmıştır. "Haber veriyor, sarahat derecesindedir, sarahaten bakar, delâleten bakar" gibi sözlerinin başka bir şekilde yorumlanmasına olanak yoktur. Bilindiği üzere, "sarahaten" kelimesi, "açık ve sarih olarak, açıktan açığa, aşikâre bir biçimde" anlamına gelir. Dolayısıyla Nur Risaleleri’ndeki ebced ve cifre dayalı tefsirlerin, işarî tefsirden kabul edilmesi mümkün değildir.

Kur'an’ın; Said Nursî’den, onunla ilgili tarihlerden, risalelerinin isimlerinden... verdiği haberlerin "sarahaten" olmasına karşın, Hz. Muhammed (s.a.v.)’den önceki peygamberlere verilen Kitapların (kütüb-ü sabıka) Hz. Peygamber ile ilgili olarak verdikleri haberler "bir derece perdeli ve kapalı"dır. Zaten, ilerleyen sayfalarda da görüleceği üzere; Kur'an, Said Nursî ve Nur Risaleleri ile ilgili ihbariyede ilâhî olan tek kitap değildir! Kütüb-ü sabıkada da bu haber verme işi "remzen" gerçekleşmiştir!

Bâtınîler; lâfzı, zanlarına göre lâfzın çağrıştırdığı manalar ile yorumlamışlardır. Yani, manayı esas almışlardır ki, batıl da olsa kendilerine göre bir metotları vardır. Oysa Nur Risaleleri’nde, önce ebced hesabıyla elde ettikleri belli isim ve tarihleri gösteren rakamlar belirlenmekte, daha sonra aynı hesapla ayetlerde bu rakamları verecek kelime ya da cümleler aranmakta, üç sayı aşağı beş sayı yukarı demeden bulunduğunda da tefsire girişilmektedir. Bulunan sözcüklerin, tamlamaların veya cümlelerin ellerindekini çağrıştırmadığı, ellerindekine işaret veya ima etmediği görüldüğünde de, birtakım zorlamalara başvurularak bunlar arasında bağ kurmaya çalışılmaktadırlar. Ezcümle, ayetteki lâfız veya elfâzın, ebced ve cifir hesabına göre aldığı sayı değeri, Said Nursî ve Nur Risaleleri ile alâkadar bir sayıyla çakıştığında, bu, o ayetin bunlara işaret, ima... ettiğinin delili kabul edilmiş, bunu tekit edecek bir-iki masal uydurmaktan da geri kalınmamıştır. Velhâsıl, Nur Risaleleri’nde ebced ve cifir hesaplarıyla yapılan bu tefsirler, lâfzın manasına bakmadığından, işarî değil ancak Hurufî tefsirdir.



3.3.6.4. KUR'AN’DA HER ŞEY VARDIR (?)

Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcud olduğunu tasrih eden "ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubînin" Âyet-i Kerîmesinin hükmüne göre; Kur'an-ı Kerim, zâhiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş ve gelecek herşeyi ifade ediyor.

Kur'an’dan tereşşuh eden o Sözler ve risaleler, Kur'an-ı Hakîmin bir nevi’ müstakim tefsiri ve hakaik-i îmaniyenin istikametli ve kuvvetli delilleri olduğundan; o risaleler ve sözlere gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur'ana ve hakakik-i îmana aittir. Mâdem öyledir bilâ-perva derim ki:

"ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubînin" sırrıyla, Kur'anda elbette bu istikametli tefsirinin istikametine işaret var. Evet var. Kur'an o tefsirine hususî bakıyor.



Konuya girmeden önce şunu belirtmek istiyoruz: Söz konusu ayeti, Kur'an’da her şeyin bilgisinin olduğu, dolayısıyla onun Said Nursî’den ve Nur Risaleleri’nden de haber verdiği şeklindeki anlayış esas alındığında; bu haberler çerçevesinde Said Nursî’nin diğer insanlardan, Nur Risaleleri’nin de diğer kitaplardan hiçbir ayrıcalığının olmaması gerekir. Madem Kur'an’da her şeyin bilgisi vardır, o Said Nursî’den haber vermiştir, o hâlde; A şahsından, B şahsından... da haber vermiştir. Madem Nur Risaleleri’ne işaret etmektedir; başka risalelere, başka kitaplara... da işaret etmektedir.

Biz, bağlamın anlaşılabilmesi için, ayetin mealini verelim:

"Gaybın anahtarları, o (Allah)nun yanındadır, onları ondan başkası bilmez. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak -ki mutlaka onu da bilir-, yerin karanlıkları içinde gömülen dâne, yaş ve kuru her şey, apaçık bir kitaptadır."

Her şeyden önce ayet, apaçık bir şekilde "gaybın anahtarları"nın Allah’ın indinde olduğunu, onları ondan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtmektedir.

Zühd ve takva açısından yapılan ilk işarî tefsirlerin yerini, zamanla çok cür'etli nazariyeler taşıyan sufî tefsirler aldı. İbn Mesud’un "Her harfin bir zahiri, bir bâtını vardır..." sözüne dayanılarak, zamanla Kur'an’da daha çok manalar aranmaya başlandı ve nihayet her ilmin Kur'an’da mevcut olduğu kanaati hâkim oldu. En'âm suresinin 59. "...yaş kuru her şey apaçık bir kitaptadır..." ayetindeki kitap, -apaçık levhi mahfuza işaret ettiği hâlde- işarî tefsirlerde Kur'an olarak kabul edilmiş ve her şeyin ilmi onda mevcut olduğuna inanılmıştır.

Said Nursî’nin "dâhi imam" dediği Razî, ayetin tefsirinde şunları söyler:

"...hepsi apaçık bir kitaptadır" ifadesi hakkında, şu iki açıklama yapılmıştır:

1. Bu Kitab-ı Mübîn, Cenab-ı Hakk’ın ilmi olup, başka bir şey değildir. Doğru olan da bu görüştür.

2. Zeccac şöyle demektedir: Cenab-ı Allah’ın, yaratıkları yaratmadan önce, malûmat (bilinecek şeyler)ın keyfiyetini bir kitapta yazıp tespit etmiş olması caizdir. Nitekim o, "yerde ve nefisleriniz hakkında meydana gelen her musibet, onu yaratmamızdan önce, mutlaka bir kitapta (tespit edilmiş)tir." (Hadîd, 57/22)

Bu yazmanın ve tespit etmenin faydaları şunlardır:

1. Allah, bu hâlleri levh-i mahfuza, meleklerin, Allah Tealâ’nın ilminin malûmata nüfuz ettiğine; yerde ve gökte hiçbir şeyin onun bilgisi dışında olmadığına vâkıf olmaları için kaydetmiştir. Böylece bu hususta, "levh-i mahfuz" için görevlendirilmiş bulunan melekler hakkında tam ve mükemmel bir ibret bulunur. Çünkü bu melekler, bu âlemin sahifelerinde meydana gelecek şeyleri bu kitapla karşılaştırırlar, böylece de levh-i mahfuzdaki kayıtlara muvafık olduğunu görürler.

2. Şöyle de denilebilir: Allah Tealâ, mükelleflerin dikkatini hesap işine yöneltmek ve onların bu dünyada yapmış oldukları hiçbir şeyin, Allah’ın elinden kurtulamayacağını bildirmek için, işte burada yapraktan ve tanelerden bahsetmiştir. Zira o, haklarında herhangi bir mükâfatın, herhangi bir cezanın ve herhangi bir mükellefiyetin söz konusu olmadığı şeyleri ihmal etmeyince, sevabı ve ikabı ihtiva eden hâlleri ihmal etmemesi daha evlâdır. (...) Allah en iyi bilendir.

Elmalılı Yazır da, ayette "Kitab"tan kastedilenin ilm-i ilâhî veya levh-i mahfuz olduğunu belirtmektedir.

Kur'an’da her şeyin olduğunu iddia edenlerin ileri sürdükleri bir ayet daha vardır ki, biz onu da zikredelim:

"Yeryüzünde hayvanlar ve gökyüzünde kanatlarıyla uçan kuşlar, sizin gibi birer ümmettir. Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık; sonra Rablerinin huzurunda hepsi de haşrolunacaktır."

Razî, bu ayetin tefsirinde de şunları zikreder:

Bu ifadedeki "Kitap" ile ne kastedildiği hususunda iki görüş vardır:

1. Bundan murat, Mahlûkâtın bütün hâllerini tam ve tafsilâtlı olarak kapsayan, semada ve arşta bulunan levh-i mahfuzdur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.): "Kalem, kıyamete kadar olacak her şeyi yazdı ve kurudu." buyurmuştur.

2. Bundan murat, Kur'an’dır. Bu görüş daha açıktır. Çünkü, elif-lâm müfret ismin başına geldiğinde, daha önce geçen ve bilinen bir varlığı gösterir. Müslümanlarca, bilinen ve daha önce zikredilmiş olan kitap ise, Kur'an-ı Kerim’dir. Binaenaleyh bu "Kitap" ile, Kur'an’ın murat edilmiş olması gerekir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, birisi şöyle diyebilir: "Kur'an’da tıp ve cebir ilimleri ile, diğer birçok konuların ve ilimlerin detaylı bilgileri bulunmadığı hâlde ve yine âlimlerin usûl ve füru ilmine dair mezhepleri ile delillerinin tafsilâtı bulunmadığı hâlde, Cenab-ı Hak niçin 'Biz, o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık' buyurmuştur?"

Buna şu şekilde cevap verilir: Hak Tealâ’nın bu buyruğu "bilinmesi gereken şeylerin beyan edilmiş olması" manasına has olmalıdır. Bunu şu iki şekilde izah ederiz:

1. "Tefrit" (eksik bırakma) kelimesi, olumlu veya olumsuz yönden, ancak beyan edilmesi gereken şey hususunda kullanılır. Çünkü hiç kimsenin, yapmaya ihtiyaç duymadığı şeyleri yapmamada tefrit yaptığı veya kusurlu davrandığı söylenemez. Bu kelime, ancak kişinin yapmaya ihtiyaç duyduğu kusurlu davrandığında kullanılır.

2. Kur'an’ın bütün veyahut ekser ayetleri, bu Kitabın indirilişinden maksadın, dini açıklamak, Allah’ı ve onun hükümlerini tanıtmak olduğuna, mutabakat, tazammun veyahut da iltizam olarak delâlet etmektedir. Bu kayıt, Kur'an’ın tamamından anlaşıldığına göre; bu ayetteki mutlak ifade, bu mukayyet manaya hamledilir.

Kur'an’ın bütün ilimlerinin usûlünü ve füruunu (prensiplerini ve tafsilâtını) kapsamamasına gelince: Biz şöyle deriz: Bütün usûl ilmi Kur'an’da mevcuttur. Çünkü, aslî deliller Kur'an’da en beliğ bir şekilde zikredilmiştir. Fakat mezheplerin rivayetine ve görüşlerin tafsilâtına gelince: Bunların Kur'an’da bulunmasına ihtiyaç yoktur.

Bizim bu ayeti ve Razî’nin tefsirini nakletmemizin sebebi şudur: Razî, "el-Kitâb" lâfzından maksadın Kur'an olduğunu söylemektedir. Birçok müfessire göre ise, bundan da maksat, -Said Nursî’nin Kur'an’da her şeyin olduğuna delil olarak gösterdiği ayette kastedilenin levh-i mahfuz olduğu gibi- levh-i mahfuzdur. Maksat Kur'an olsa dahi, görüldüğü gibi ayet, Said Nursî’nin çektiği anlama gelmemekte; bu ayetler, ona bir delil teşkil etmemektedir.

Abdülgani Abdülhalık da şöyle der:

Her şeyden önce, ayet-i kerimede geçen "el-Kitâb" ile kastolunan, Kur'an-ı Kerim değil, levh-i mahfuzdur. Çünkü her şeyi içeren, bütün mahlûkâtı, büyüğü, küçüğü, geçmişi, hâli ve istikbali, bütün detaylarına varıncaya kadar kuşatan odur. Nitekim Allah Resulü (s.a.v.): "Kıyamete kadar meydana gelecek olan bütün hususlarda kalem kurumuştur (yani her şey takdir edilmiştir)." buyurmaktadır.

Ayet-i kerimeleri, siyak ve sibaklarına göre anlamak gerekir. Dikkat edilecek olursa, ayet-i kerimenin öncesinde, Allah Tealâ: "Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadı lie uçan kuşlardan (ne varsa) hepsi sizin gibi ümmetlerdir (topluluklardır)" buyurmuştur. Bunun arkasından, ayete verilecek en uygun mana, bizim işaret ettiğimiz manadır. Burada, hayvanlardan oluşan diğer ümmetlerle, insan arasındaki benzerlik ise şu noktadadır: Hayvanların da ömür, rızk, ölüm, saadet ve meşakkat gibi bütün hâlleri, tıpkı insanınki gibidir. Kitabu’l-Mahfuz’da hepsi en ince detaylarına kadar tespit edilmiştir.

Eğer bu ayette de Kitaptan maksadın "Bu Kitabı sana, her şeyin bir açıklaması olarak indirdik." (Nahl, 16/89) ayetindeki gibi, Kur'an olduğunu kabullensek bile, her iki ayeti de genel manada zahirlerine hamletmek mümkün olmayacaktır. Çünkü, bu, Kur'an’ın ister dine ister dünyaya taallûk etsin, her hükmün tafsilâtını ve izahını kapsadığı, hiçbir şeyi eksik gedik bırakmadığını söylemek olur. Aksi takdirde, Allah Tealâ’nın kendi haberine muhalefet etmiş olması icap eder. Kur'an’ın dünyevî meseleri en ince detaylarına kadar zikretmediği açık bir şekilde görülmektedir. Aynı şekilde, dinî hükümlerde de yalnızca Kur'an’la yetinmenin ne kadar güç bir iş olduğu ortadadır. O hâlde ayetleri zahirine hamletmekten kaçınıp teviline yönelmek bir zarurettir.

(...) Kur'an bir bütün olarak, dine taallûk eden hiçbir şeyi eksik bırakmamış, detaylarına işaret etmeksizin, şeriatın temel prensiplerini beyan etmiştir. İbadete ve muamelâta dair hususların araştırılıp tespit edilmesi esnasında, müçtehitlerin istinbatta bulunabilmeleri için bunun yeterli olmadığı malûmdur. Bu yüzden mutlaka, mücmeli tafsil edip açıklayan bir kaynağa müracaat etmeleri gerekmektedir.

(...) Müfessir Alusî bazı âlimlerin şu görüşünü nakleder: İşler, dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımdır: Dünyevî olanlar ile Peygamber’in bir ilgisi yoktur. Çünkü, onlar için gönderilmemiştir. Dinî olanlar ise ya aslîdir veya fer'îdir. Aslî konuların yanında fer'î meselelerin pek ehemmiyeti yoktur. Zira her şeyden önce, peygamberlerin gönderilmesindeki hikmet tevhit ve benzeri hususlardır.

Söz gelimi, İslâm fukahası beş vakit namazın kaçar rekât olduğunu Kur'an’da bulamamışlarken; Said Nursî kendi adını, doğum tarihini, risalelerinin isim ve yazılış tarihlerini onda bulabilmiştir!...



3.3.6.4.1. "KUR'AN’DA HER ŞEY VARDIR" İDDİASI HAKKINDA BİRKAÇ
SÖZ

İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Bir topluluk Resulullah (s.a.v.)’a saygısızca ehemmiyetsiz şeyler sorarlardı. Birisi:

-Babam kimdir? der, diğeri de:

-Devem kayboldu, acaba devem nerede? derdi.

Bunun üzerine Allah, şu ayet-i kerimeyi onlar hakkında inzal buyurdu:

"Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kur'an indirilirken onları sorarsanız, size açıklanır. Allah (sorduğunuz) şeyleri affetmiştir. Allah bağışlayandır, halimdir." (Mâide, 5/101)

Hz. Peygamber bu tip sorulara "Kur'an’da her şey vardır. Onda arayın" şeklinde bir cevap vermediği gibi, kendisi de böyle şeylerin cevabını Kur'an’da aramamıştır. "Kur'an’da her şey vardır" iddiası, kişileri bu ve benzeri soruların cevaplarını Kur'an’da aramaya iter.

Faraza, zikri geçen bu adamlar, Peygamberimize adlarını, doğum tarihlerini, yazdıkları risalelerin isimlerini ve yazılış tarihlerini... sorsalardı, yukarıda anlatılandan farklı bir cevap mı alacaklardı? Böylesi soruların Hz. Peygamber’e yöneltilmesi yasaklanmışken, Kur'an’a yöneltilmesinin ve cevaplarının onda aranıp bulunmasının (?) hükmü nedir acaba?...

Konu hakkında bir-iki örnek daha vermek faydalı olacaktır:

Mücahit ve İkrime derler ki:

Badiye ehlinden biri Hz. Peygamber’e gelerek:

-Ey Muhammed, bana kıyametin ne zaman kopacağını haber ver. Ülkemizde kıtlık var, bana yağmurun ne zaman yağacağını haber ver. Karım hamile, bana ne doğuracağını haber ver. Bugün ne kazandığımı biliyorum, bana yarın ne kazanacağımı haber ver. Nerede doğduğumu biliyorum, bana nerede öleceğimi haber ver, dedi.

Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:

"Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah katındadır. Yağmuru o indirir, rahimlerde olanı o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse de nerede öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah, bilendir, haberdar olandır." (Lukmân, 31/34)

Ebced ve cifir ehli, bu ayete rağmen kıyametin zamanını Kur'an’da aramışlardır.

İbn Abbas der ki: "(...) Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsrâ, 17/85) ayet-i kerimesi Mekke’de nazil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’ye hicret edince, Yahudi âlimleri onun huzuruna gelerek:

-Bize "size çok az ilim verilmiştir" dediğin ulaştı. Bununla bizi mi, yoksa kavmini mi kastediyorsun? diye sordular. Hz. Peygamber:

-Hepinizi kastettim, buyurdu. O zaman Yahudiler:

-İyi ama sen, sana gelen Kitapta bizlere Tevrat verildiğini, onda ise her şeyin açıklandığını okumuyor musun? dediler. Hz. Peygamber:

-Tevrat’taki ilim Allah’ın ilmine nispetle çok azdır, buyurdu. Bunun üzerine Allah Tealâ şu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu:

"Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz daha katılıp (mürekkep) olsaydı, yine de Allah’ın sözleri bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür, halimdir." (Lukmân, 31/27)

"De ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve etsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce o denizler tükenir."

Sözün özü şudur: Denizleri ne kadar geniş ve büyük görürsen gör, bil ki bunlar sınırlıdır. Ama Allah’ın ilmi sonsuzdur. Sınırlı olan şey, kesinlikle sınırsız olana yetmez.

Elbette, Kur'an da Tevrat gibi Allah’ın bütün ilmini kapsamamaktadır.

Mukatil ve Süddî; "(...) Kalplerinde eğrilik bulunan kimseler, fitne çıkarmak ve (heveslerine uygun) tevilini yapmak için müteşabih ayetlere tâbi olurlar. (...)" (Âl-i İmrân, 3/7) ayetinde belirtilen kişiler hakkında şöyle derler:

Onlar, olacak şeyleri ve eşyanın akıbetini Kur'an’dan öğrenmek isterler.

Reşid Rıza da, kendilerini Sufiyeden addeden ve Kur'an ayetlerini yanlış tefsir eden bazı mudillerin ve hecâ (ebced) harflerinin adetlerinden manalar çıkaranların deccallardan, muharriflerden olduklarını söylemektedir.


3.4. NUR RİSALELERİ’NDE BİR HADİSİN EBCEDÎ YORUMU

ÂHİRZAMANDAN HABER VEREN
MÜHİM BİR HADİS-İ ŞERİF

ﻩﺭﻣﺄﺑ ﷲﺍﻰﺘﺄﻳ ﻰﺘﺤ ﻕﺣﻠﺍ ﻰﻟﻋ ﻥﻴﺭﻫﺎﻈ ﻰﺘﻣﺃ ﻥﻣ ﺔﻓﺌﺎﻃ ﻞﺍﺯﺘﻻ

Ramazan-ı Şerif’te onuncu günün ikinci saatinde birden bu Hadîs-i Şerif hatırıma geldi. Belki, Risale-i Nur şâkirdlerinin tâifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi.

Lâ tezâlü tāifetun min ümmetî (şedde sayılır, tenvin sayılmaz) fıkrasının makam-ı cifrisi bin beşyüz kırkiki ederek, nihayet-i devamına ima eder.

Lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu

Zâhirîne ‘ale’l-Hakkı (şedde sayılır) fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi bin beşyüz altı (1506) edip, bu tarihe kadar zâhir ve âşikârane, belki galibane; sonra tâ kırkikiye (42) kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın îma eder.

Ve’l-ilmu indallahi lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu

Hattâ ye'tiyallahu bu emrihi (şedde sayılır) fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırkbeş (1545) olup kâfirlerin başında kıyamet kopmasına îmâ eder.

Lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu

Cây-ı dikkat ve hayrettir ki; üç fıkra bil'ittifak bin beşyüz (1500) tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette bin beşyüz altıdan (1506) ta kırkbeşe (1545) kadar üç inkılâb-ı azîmin ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu îmalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat'î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalar ile bir nevi kanaat bir gâlip ihtimal gelebilir. (...)



Hadis değişik lâfızlarla ve senetlerle tahriç edilmiştir:

Mugira b. Şu’be (r.a.)’den; Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle burmuştur:

«ﻥﻮﺭﻫﺎﻇ ﻢﻫﻭ ﷲﺍﺭﻣﺃ ﻢﻬﻴﺘﺄﻳ ﻰﺘﺣ ﻥﻳﺭﻫﺎﻅ ﻰﺘﻣﺃ ﻥﻤ ﺔﻓﺌﺎﻄ ﻞﺍﺯﻳ ﻻ»

Yine Mugira’dan;

«ﻥﻮﺭﻫﺎﻇ ﻢﻫﻭ ﷲﺍﺭﻣﺃ ﻢﻬﻴﺘﺄﻳ ﻰﺘﺣ ﻥﻳﺭﻫﺎﻅ ﻰﺘﻣﺃ ﻥﻤ ﺲﺎﻧ ﻞﺍﺯﻳ ﻻ»

Yine Mugira’dan;

«ﻥﻮﺭﻫﺎﻇ ﻢﻫﻭ ، ﷲﺍﺭﻣﺃ ﻢﻬﻴﺘﺄﻳ ﻰﺘﺣ ، ﺲﺎﻧﻠﺍ ﻰﻠﻋ ﻥﻳﺭﻫﺎﻅ ﻰﺘﻣﺃ ﻥﻤ ﻢﻮﻗ ﻞﺍﺯﻴ ﻥﻠ »

Sevban (r.a.)’dan;

«ﻚﻠﺫﻜ ﻢﻫﻭ ﷲﺍﺭﻣﺃ ﻰﺘﺄﻳ ﻰﺘﺣ . ﻢﻬﻠ ﺫﺨ ﻥﻤ ﻢﻫ ﺭﺿﻴ ﻻ . ﻖﺤﻟﺍ ﻰﻠﻋ ﻥﻳﺭﻫﺎﻅ ﻰﺘﻣﺃ ﻥﻤ ﺔﻓﺌﺎﻄ ﻞﺍﺯﺘ ﻻ»

Cabir b. Abdullah (r.a.)’tan;

«ﺔﻣﺎﻴﻗﻟﺍ ﻢﻭﻴ ﻰﻠﺇ ﻥﻴﺭﻫﺎﻅ ، ﻖﺤﻟﺍ ﻰﻠﻋ ﻥﻮﻠﺘﺎﻗﻳ ﻰﺘﻣﺃ ﻥﻤ ﺔﻓﺌﺎﻄ ﻞﺍﺯﺘ ﻻ»

Cabir b. Semura (r.a.)’dan;

«ﺔﻋﺎﺴﻟﺍ ﻢﻮﻗﺘ ﻰﺘﺤ ، ﻥﻴﻤﻠﺴﻣﻠﺍ ﻦﻣ ﺔﺑﺎﺼﻋ ﻞﺘﺎﻴ ، ﺎﻣﺌﺎﻗ ﻦﻴﺪﻠﺍ ﺍﺫﻫ ﺡﺭﺑﻳ ﻦﻠ »

Muaviye b. Ebu Süfyan (r.a.)’dan;

«ﷲﺍﺭﻣﺃ ﻢﻬﻴﺘﺄﻳ ﻰﺘﺣ ﻢﻬﻓﻟﺎﺧ ﻦﻣ ﻢﻫﺭﺿﻳ ﷲﺍﺮﻤﺃ ﻰﻠﻋ ﺔﻣﺌﺎﻗ ﺔﻣﻷﺍ ﻩﺬﻫ ﻞﺍﺯﺘ ﻦﻠ »

Hemen aynı mealde değişik lâfızlarla yapılan bu rivayetlerin hepsi de sahihtir. Said Nursî’nin söz konusu hadisten çıkarsamalarının batıllığını ortaya koymak için, bu rivayet farklılıkları yeterlidir. Kelime değişiklikleri bir yana, hadisin başındaki "lâ tezâlu" ile "lâ yezâlu"daki bir harf değişikliği bile kıyametin vaktini 390 yıl etkilemektedir! Çünkü, ebcedde "ta"nın değeri 400 iken, "ya"nınki 10’dur.

Buharî’deki Mugira hadisinin meali şöyledir:

"Ümmetinden birtakım insanlar, kendilerine Allah’ın emri (kıyamet) gelinceye kadar galip gelmekte devam edeceklerdir. (Allah’ın emri) onlar galip olduğu hâlde (gelecektir)."

Anlaşılacağı gibi, Said Nursî aynı zamanda hadisi yanlış yorumlamıştır. Çünkü, hadiste bu topluluğun son zamanlarda "gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine" dair hiçbir ima yoktur. Bilâkis onlar, kıyamete kadar galibiyet hâlinde olacaklardır. Nitekim Müslim’in rivayet ettiği Abdullah b. Amr hadisi konuya açıklık getirmektedir:

Abdullah b. Şemama el-Mehrî dedi ki:

Ben Mesleme b. Muhalled’in yanındaydım. Onun yanına Abdullah b. Amr b. As da vardı. Abdullah dedi ki:

-Kıyamet ancak halkın şerlileri üzerine kopacaktır. Onlar cahiliyet devri ahalisinden daha şerlidirler. Allah’tan herhangi bir şey isterlerse, Allah o dileği aleyhlerine çevirir, reddeder.

Onlar bu konu üzerinde konuşurlarken Ukbe b. Amir geldi. Mesleme ona:

-Ya Ukbe! Dinle bak, Abdullah ne diyor, dedi. Ukbe de şöyle dedi:

-O (Abdullah) daha iyi bilir. Bana gelince, ben Resulullah’tan işittim, şöyle buyurdu:

"Ümmetimden bir topluluk, düşmanlarını kahrederek Allah’ın emri üzerine çarpışmakta devam edeceklerdir. Onlara muhalefet edenler, onlara bir zarar veremeyecektir. Nihayet onlar bu hâlde iken kıyamet kendilerine gelecektir."

Bunun üzerine Abdullah şöyle dedi:

-Evet, öyledir. Sonra Allah; kokusu misk, dokunması ipek gibi olan bir rüzgâr gönderecek. O, kalbinde bir buğday tanesi kadar iman bulunan herkesi öldürecek. Sonra insanların en kötüleri kalacak. İşte kıyamet de onların üzerine kopacaktır.

Said Nursî, hadiste belirtilen topluluğunun Risale-i Nur şakirtleri olduğundan (?) öylesine emindir ki, artık çıkarımlarını Nurculuğun ne kadar devam edeceği üzerine yoğunlaştırmıştır. E, Said Nursî’nin muhtırı durur mu, hemen ihtar eder hadisi...

Bu taife, İmam Buharî’ye göre ilim ehlidir. İmam Ali b. el-Medenî, bunların hadisçiler olduğunu söylemiştir.

Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: "Bunlar ehl-i hadis değilse, kimler olacağını bilemiyorum." Kadı Iyâz, İmam Ahmed’in bu sözüyle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’i, hadis ulemasının mezhebinde olanları kastettiğini söyler. Nevevî de der ki: "İhtimal ki, bu taife muhtelif müminler arasına dağılmıştır. Bazıları cengâver yiğitler, birtakımı fukaha ve hadis uleması, kimisi zahit, kimisi emr-i bilmaruf yapan zevattır. Hepsinin bir yerde toplu bulunması gerekmez. Bilâkis, muhtelif yerlerde bulunurlar."

Said Nursî’nin, hesap aralarına "Allah’tan başka, hiç kimse gaybı bilmez" anlamına gelen "lâ ya‘lemu’l-gaybe illallâhu" cümlesini koymasının da üzerinde durmak gerekmektedir. Hem bu cümle konulacak, hem de hâlâ kıyamet gibi en gizli gayba muttali olunmaya çalışılacak... Bu, fasıkların büyük günahları bile bile işlerlerken "tövbe, tövbe" demelerini andırmaktadır.

Kıyamet vakti hakkında yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sana (kıyamet) saat(in)den soruyorlar: Gelip çatması ne zaman diye. De ki: 'Onun bilgisi, ancak Rabbimin yanındadır. Onu tam zamanında açığa çıkaracak olan, yalnız odur. O, göklere de, yere de ağır gelmiştir. O, size ansızın gelecektir.' Sanki sen, onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: 'Onun bilgisi, ancak Allah’ın yanındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.' De ki: 'Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne fayda, ne de zarar verme gücüne sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde etmek isterdim ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Oysa ben, inanan kimseler için, ancak bir uyarıcı ve müjdeciyim.'"

"Kıyamet gününün vakti hakkındaki bilgi, şüphesiz Allah katındadır. (...)"

"Kıyamet vakti hakkındaki bilgi Allah’a havale edilir. (...)"

"Kıyamet vakti yaklaştı. Allah’tan başka onun vaktini bilen de yok."

"Sana (kıyamet) saat(in)den soruyorlar: Gelip çatması ne zaman diye: Sen nerede, onun vakti söylemek nerede?!... Onun bilgisi Rabbine aittir. Sen ancak, ondan korkacak olanları uyarıcısın."

"(Kıyamet) saat(i) mutlaka gelecektir. Herkes peşinde koştuğu (hayır veya şer) ile cezalansın (karşılığını alsın) diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim."

Resulullah’a kıyamet saati sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

"Onu, sorulan sorandan daha iyi bilmiyor."

Böylece Resulullah kendisinin, kıyamet saatini, soran kimseden daha iyi bilmediğini bildirmiştir. Soran kişi bir Arap suretinde gelmişti. Cebrail (a.s.) olduğunu ancak gittikten sonra öğrenmiştir. Kendisine cevap verdiği zaman sadece bir Arabî olduğunu biliyordu. Resulullah onu, bir Araptan daha iyi bilmediğini kendisi söylüyorsa, başkasının onu bildiğini iddia etmesi nasıl caiz olur? Kur'an ve Sünnet, sadece alâmetlerini haber vermiştir. Bunlar da çoktur. Bir kısmı geçti, bir kısmı da henüz gelmedi.

Şatıbî şöyle der:

(...) Yani bunu sormak, faydasız bir soruda bulunmaktır. Çünkü, soran kimsenin onun mutlaka kopacağını bilmesi yeterlidir. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber Efendimiz, kendisine bunu soran kimseye: "(Vaktini bırak da) onun için ne hazırladın! (Ona bak!)" buyurmuşlar, soru açık olmasına rağmen, o doğrultuda cevap vermek yerine, faydalı olacak bir yöne çekmişlerdir.

Şatıbî şöyle devam eder:

Bu da ortaya koyuyor ki, kıyametle ilgili soruya herhangi bir yükümlülük ortaya çıkmamaktadır (eğer bir hüküm terettüp edecek olsaydı, mutlaka Hz. Peygamber onu bilirdi. Kıyametin bilgisi, rabbanî ilimle ve irfanla yakından ilgili olan Hz. Peygamber’i ilgilendirmediğine göre, başkasını öncelikli olarak ilgilendirmemelidir). Ancak, kıyamet alâmetlerinin çıkması üzerine, ondan ve alâmetleri sayılan işlere düşmekten sakınmak, Allah’a dönmek gibi arzulanan neticeler doğacağı için, onları haber vermişti. Sonra Hz. Peygamber hadisini, Hz. Ömer’e, kendisine insanlara dinlerini öğretmek için Cebrail’in geldiğini ifade ile bitirmiştir. Şu hâlde kıyametin ne zaman kopacağı sorusu karşısında, cevabın bilinmesi dinde gerekli değildir ve Hz. Peygamber bunu ortaya koymuştur. Hâlbuki, mana ve Cebrail’in bu soruyu Hz. Peygamber’e yöneltmesindeki fayda üzerine düşünülmelidir.


3.5. SONUÇ

3.5.1. KUR'AN VE HADİSLER ARAPÇADIR

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Elif lâm râ. Bunlar apaçık Kitabın ayetleridir. Biz, onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ki, anlayasınız."

"Biz o (Kur'an)nu senin dilinle (indirerek) kolaylaştırdık ki, onunla korunanları müjdeleyesin ve inatçı bir kavmi onunla uyarasın."

"Biz, sana onu böyle Arapça bir Kur'an olarak indirdik. (...)"

"Muhakkak ki o (Kur'an), âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Ruhu’l-Emin indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için. Apaçık Arapça bir dille."

Kur'an’ın ve Hz. Peygamber’in hadislerinin Arapça olmasından dolayı, Arapçanın ifade etmediği manaları bunlardan çıkarmaya çalışmak tamamen batıl bir iştir.

Nesefî şöyle der:

Nasslar, zahirleri üzerine hamledilir. Bunun aksine yönelmek, bâtın ehlinin iddia ettiği manalara sapmak, ilhat ve küfürdür.

Gazalî de şöyle der:

Bazıları tevil yaptıklarına inanarak mütevatir bir nassa muhalefet ederler. Bunların yaptıkları tevillerin lisan kaideleri ile yakından ve uzaktan bir ilgisi bulunmazsa; bu, küfürdür. Tevilci olduğunu iddia etse de tekzipçidir.


3.5.2. BÂTINÎYENİN VE ŞİANIN ETKİLERİ

İslâm’ın ilk asrının ortalarından itibaren başlayan çeşitli cereyanlar, meşruiyetlerini ispat edebilmek için, delillerini Kur'an-ı Kerim’de aramışlar, aradıklarını tam olarak orada bulamayınca da, lâfızların hakikî manalarından sapma yoluna yönelip keyfî manalar çıkarmaya teşebbüs etmişlerdir.

Çeşitli fırka mensupları, Bâtınîler, aşırı sufiler ve felsefeciler aynı usûl ve metotları kullanarak, Kur'an’ın asıl maksadını ve manasını ya yok etmeye veya onu gizleyip, asıl kendi maksatlarını ortaya koymaya çalışmışlardır. Bütün bunlar asırlar boyunca, remiz, işaret ve bâtın adı altında Müslümanlar arasında kullanıla gelmiştir.

(...) Bu zümreler, gerek Allah’ın kelâmının, gerekse Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin sözlerinin zahiri, hakikî manayı ifade etmediğini, onların asıl fikirlerinin başka bâtınî manalar olduğunu ileri sürerek, Kur'an’ın ve hadisin de zahirden başka, bâtınî manaları olduğunu söylerler.

Netice olarak, aslı İslâmî olmayan ve "Bâtıniye" lâfzı içinde toplanan çeşitli fıkralar, bekalarını sağlayabilmek için, şüphesiz Kur'an’a dayanmak mecburiyetinde kalmışlar, Kur'an-ı Kerim’i, fırkalarının dar ve fesat görüşü içine sığdırmaya çalışmışlardır. (...)

Bâtınîler, bugün dahi İslâm âleminin çeşitli ülkelerinde çeşitli isimler altında ortaya çıkabilmektedir. Her devirde olduğu gibi zamanımızda da, İslâm âleminde sonu gelmeyen huzursuzluklara sebep olmaktadırlar. Bu hareketler, ülkelere göre çeşitli isimler alsa da gaye itibarıyla Bâtınîlerle aynı paralelde yürüdüklerinden o grubun içine sokulabilmektedirler.

İmamiye Şiası; yüce Allah, gelecekte olacak bazı hadiseleri, bazı ayetlerde bâtınî mana vasıtasıyla işaret etti, dediler. Ve bu hususu aynı zamanda Kur'an’ın i’cazından addettiler.

Kur'an’ın bâtınî manasını esas aldıklarından, bu husus İmamiye Şiasının şöyle bir sözü söylemesine vesile oldu: (...) Kur'an’da birbirine muhalif, zıt manalar olabilir. Ayetin başı bir şey, sonu başka bir şey için geçerli olabilir.

Said Nursî de tıpkı Şiîler gibi, ebced ve cifir hesapları ile Kur'an’ın tefsirinde "Kur'an’ın icazı" kanıtını ileri sürmektedir. Bu tarz tefsir, Said Nursî’nin Bâtıniyeden ve Şiadan etkilendiği tek konu değildir. Kitabımızın "Nur Risaleleri’nde Hz. Ali" bölümü okunduğunda bu durum daha da açıklık kazanacaktır.

Said Nursî, 33 ayeti delil getirerek işe başlar. Said Nursî de tıpkı ecdadı Bâtınîler gibi bu ayetleri gücünün yettiği kadar sırf Bâtınî bir tarzda tefsir eder.

Muhsin Abdülhamid’in Mirza Hüseyin Ali için dediği sözler, Said Nursî için de geçerlidir:

O; dil kaidelerine uymaz, istiare, mecaz ve kinaye gibi dili kullanma üslûplarına riayet etmez. Nitekim o, kelimelerin lügatlerdeki manalarına da itibar etmez.

O, asırlar boyunca insan aklının dayandığı ölçülere zıt uçlardandır; hadiseler, şahıslar, sebeb-i nüzuller, Kur'an-ı Kerim’in getirdiği umumî prensipler, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kat'î nasslarla yaptığı kesin açıklamalara ait tarihî hakikatlere de taban tabana zıttır.

Evet, Kur'an ayetlerine gelince, bunları mevzusuyla asla ilgisi olmayan, delilsiz ve burhansız görüşlerle keyfince tevil eder; canının istediği, hayalinin düşündürdüğü gibi yazar.

Kendi yüksek keyfi için coşup yürüyen herkes serbest bırakılsa da Kur'an-ı Kerim ayetlerine hücum etse, onlara kabul edemeyeceği manaları yüklese, acayip Bâtınî tefsirlerle, alçak şeytanî fikirlerle bunları anlasa, bu mevzuda batıl görüşler, bozuk teviller, terk edilmiş manalar ortaya koysa; bu takdirde binlerce insan peygamberlik ve velilik iddia ederlerdi, birçokları da kötü niyetlerini, sapık prensiplerini teyit ederlerdi. Nitekim, el-Muğiratü’l-Iclî, Hamdan b. Kırmıt el-Bâtınî, Gulam Ahmed Kadıyanî, Mirza Hüseyin Mazenderanî adındaki adamlar böyle yapmışlardı.


3.5.3. EBCEDÎ-CİFRÎ TEFSİR, YAHUDİLERİN TEVRAT’I TAHRİFLERİ GİBİ
KUR'AN’I TAHRİFTİR

Allah Tealâ, şöyle buyurmuştur:

"(...) Hâlbuki onlardan (Yahudilerden) bir grup, Allah’ın kelâmını dinlerlerdi de, sonra akılları erdiği hâlde, onu bile bile tahrif ederlerdi."

"Yazıklar olsun, elleriyle kitabı yazıp da, sonra onu yok pahasına satabilmek için 'bu, Allah katındandır' diyenlere; yazıklar olsun, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara ve yazıklar olsun, böyle kazandıklarından dolayı onlara."

"Yine kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki, söylediklerini kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba benzettikleri söz ile eğip bükerler; fakat (o söyledikleri) kitaptan değildir. Onun, Allah katından olduğunu söylerler; hâlbuki o, Allah katından değildir. Böylece onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler."

"Yahudi olanlar, (Allah’ın kitabındaki) kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştiriyorlar. (...)"

"(...) (Ellerindeki Tevrat’ta) kelimeleri yerlerinden değiştirip tahrifat yapmışlardı. (...)"

Dihlevî bu konuda şöyle der:

Yahudiler Tevrat’a iman etmişlerdi. Onların sapıklığı, Tevrat hükümlerini lâfzî yahut manevî tahrif edişle tahrif etmek (...)tir.

Lâfzî olan tahrife gelince, onlar bu günahı Tevrat’ın aslında değil, tercemesinde ve misallerinde yapıyorlardı. Hak, bu fakire göre böyledir ve bu, İbn Abbas’ın görüşüdür.

Manevî olan tahrif ise, tahakkümle (yani kendi nefsinin reyi ile hüküm vererek) ve dosdoğru yoldan sapmakla bir ayeti manasının gayrısına hamletmek suretiyle meydana getirilen bozuk tevildir.

İmam Buharî de, Yahudilerin bu tahriflerini, ayetleri tevilinden başka bir şekilde tevil ederek gerçekleştirdiklerini belirtmektedir.

İbn Teymiye ise şunları söylemektedir:

Tefsircilere göre (Tevrat’taki) bu ayetlerde söz konusu tahrif, hem ilâhî kaynaklı kelimeleri değiştirmeyi ve hem de bu kelimeleri bile bile yanlış yorumlamayı içerir.

Yorum yolu ile yapılan tahrifin örnekleri gerçekten çoktur ve bu ümmetin birçok zümresi bu hastalığın zebunudur. Asıl metni değiştirme anlamındaki tahrife gelince, bu sapıklığa düşenler de az değildir. Böyleleri Peygamberimizin sözlerini değiştirerek; asılsız, sözde hadisler rivayet etmektedirler. Gerçi, yetkili hadis uzmanları bu uydurma hadisleri titizlikle ayıklıyorlar. Böylelerinin bir kısmı, -gerçi başaramamışlardır- bizzat Kur'an-ı Kerim’i bile tahrif etmeye yeltenmişlerdir.

(...) Bilindiği gibi Mâide, 5/13’te geçen "Allah’a verilen sözü bozma, tutmama" kavramı, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneme, Allah’ın Kitabındaki kelimelerin yerlerini değiştirme, bu Kitabın sözlerini başkalaştırıp, yanlış şekilde yorumlama eylemlerini tümüyle içerir.

İşte bütün bunlar, Allah kelâmını iğrenç bir şekilde tahrif etmektir. Oysa ki, Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim’de, kelimelerin anlamını değiştirdikleri ve önce kitabı elleriyle yazıp sonra da "bu Allah’tandır" dedikleri, bile bile Allah’a iftirada bulundukları için ehl-i kitabı aşağılamış, onları kötülemiştir.

Bunlar da Allah kelâmını çok çirkin bir şekilde değiştirip tahrif etmekte, nifak ve ilhat kitaplarını elleriyle yazıp, arkasından da bunların Allah’a ait olduğunu iddia etmektedirler.

Yahudilerin Tevrat’ta yaptıkları tahriflerin, metinde olup olamayacağı ulema arasında ihtilâflıdır. Fakat, ulema; ayeti manasının gayrısına hamletmenin, ayetin lâfzî manaya uymayan şekilde tevil-tefsir edilmesinin tahrif olduğunda ittifak etmişlerdir.


3.5.4. EBCEDÎ-CİFRÎ TEFSİR, AYNI ZAMANDA REY İLE TEFSİRDİR

Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

"Bilmediğin şeyin ardına düşme. (...)"

"(...) Rabbim, Allah’a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi haram kılmıştır."

İbn Abbas’tan; Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Kur'an hakkında ilmi olmadan konuşan, cehennemdeki yerine hazırlansın."

Yine İbn Abbas’tan; Resulullah şöyle buyurmuştur:

"Kur'an hakkında kendi reyi ile konuşan, cehennemdeki yerine hazırlansın."

Bir asla ve esasa dayanmayan, sırf kendi görüşüyle ve içtihadıyla Kur'an’ı tefsir etmek caiz değildir.

Kur'an-ı Kerim’i reye dayanmak suretiyle mücerret tefsir cihetine gitmek, haramdır.

Rey ile tefsir, ilimsiz olarak Allah’a karşı söz söylemektir. İlimsiz olarak Allah’a karşı söz söylemek nehyedilmiştir. Öyle ise reyle tefsir de nehyedilmiştir. Reyle tefsir edici, kendisinin musib (doğruyu bulan) olduğuna dair yakine kavuşmuş değildir ve işinin nihayeti, onun zanneder olmasıdır. Zan ile söyleyen ise, Allah’a karşı ilimsiz bir söyleyicidir.

İbn Kuteybe de demiştir ki:

Kur'an’ı bu anlamda tefsir etmekten sakındırmak iki hususa dayanmaktadır:

1. Bununla murat; ya nakil ve işitilenle (mesmu‘) yetinip, istinbatın terk olunmasıdır,

2. Ya da bir başka sebepten dolayıdır.

Bir kimsenin sadece duygularına dayanarak Kur'an hakkında konuşup "murat da budur" demesi batıldır. Gerçekte sahabe Kur'an’ı tefsir ettiler, birçok bakımdan da onun tefsirinde ihtilâfa düştüler. Yoksa kendilerinin her söylediği mutlaka Resulullah (s.a.v.)’tan duyduklarına dayanıyor değildir. Yasaklamanın mutlaka iki yönden birine ihtimali bulunabilir:

Birincisi: Kişinin bir şey hakkında bir görüşü ve reyi bulunabilir. Tabiatı, hevası ve arzusu gereği de bu şeye karşı bir eğilimi olur; bu defa tutar kendi eğilimi doğrultusunda ve hevasına uygun olan bir tevil yapar. Böylece amacının doğruluğu için güya bunu hüccet olarak öne sürer. Eğer o böyle bir reye sapmamış, böyle bir görüş beyanına gitmemiş olsaydı, bu taktirde Kur'an-ı Kerim’den kendi amacı doğrultusunda bir işaret bulmayacaktı. İşte bu anlamda bir tefsire gitmek, rey ile tefsirdir. Zira, kendi reyini gerçekte böyle bir tefsire dönüştürmüştür. O zaman böyle bir tefsir, bu türden veya bu açıdan yapılan bir tefsir biçimi olmuş olur.

İkincisi: Kur'an’ın kapalı ve yabancı kelimelerine (garîb) ilişkin ne duyguya ne de nakle dayalı bir şey olmaksızın, sadece Arapça bilmekle tefsire yeltenmek. Yani, sırf Arapça bilgisiyle yetinip, herhangi bir bilgisi olmadan tefsir yapmaktır. (...) Bu kişi, kendi reyine dayanarak Kur'an’ı tefsir edenler zümresine girer.

Nakil ve işitme (sema‘), tefsir yapacak olan kimsede öncelikle bulunması gerekli olan bir şeydir. Ancak bu şekilde yanılma noktalarından kendisini koruyabilir. Aksi taktirde galattan ve yanılgıdan kurtulması mümkün olmaz. Ancak bundan sonra kavrama ve kabiliyeti ile hüküm elde etme (istinbat) noktasında söz sahibi olması mümkündür. Zira, öyle garip lâfızlar var ki, herhangi bir işitme olmadan bunları kavramak mümkün değildir. Açık (zahirî) hükmü kavramadan bunların gizli manalarına (bâtın) ulaşmak da yine mümkün değildir. Ancak bu şartlar kendisinde var olduktan sonra mümkündür.

Şatıbî de şöyle demektedir:

Kur'an tefsiri konusunda rey iki kısımdır:

1. Arap diline, Kur'an’a ve Sünnete uygun düşen rey: Kur'an’ı ve Sünneti bilen âlimler için bu kısımdan olan reyin ihmal edilmesi, çeşitli sebeplerden dolayı mümkün değildir: (...)

2. Arap diline ya da şer'î delilere uygun düşmeyen rey: Şer'an yerilen rey işte bu kısım olmaktadır ve bu konuda herhangi bir tartışma da yoktur. Nitekim bu, kıyasta da yerilmiş olmaktadır. Çünkü böyle bir rey, delilsiz olarak Allah’a karşı yalan uydurmaktır ve bu gibi durumlarda yalan Allah’a dönmektedir. Kur'an hakkında rey ile tefsirde bulunmakla ilgili olarak ağır ifadeler içeren sözler, işte bu kısım hakkında gelmiştir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:

İbn Mesud’dan şöyle rivayet edilir: "Sizi Allah’ın Kitabına çağıran kavimler göreceksiniz. Hâlbuki onlar, onu arkalarına atmışlardır. Siz ilme sarılın ve bid'at çıkarmaktan sakının; aşırılığa düşmeyin; eskiye sarılın!"

Hz. Ömer şöyle demiştir: "Ben sizin hakkınızda iki kişiden endişe ediyorum: Biri, Kur'an’a uygun olamayan manalar veren kimsedir; diğeri de, kardeşini sultana gammazlama yarışına giren kimsedir."

Yine Hz. Ömer şöyle demiştir: "Ben bu ümmet hakkında, ne imanı kendisini alıkoyan müminden ne de fıskı açık münafıktan endişe ediyorum. Benim asıl korkum, Kur'an’ı gayet iyi okuyan, sonra da çeşitli tevillerle ona uygun olmayan manalar veren kimsedendir."

Hz. Ebu Bekir Sıddîk demiştir ki: "Eğer Allah’ın Kitabı hakkında bilmediğim bir şeyi söyleyecek olursam, hangi gök beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni üstünde barındırır?"

İbn Abbas: "(...) Biz, Allah’ın Kitabı hakkında bilmediğimiz bir şeyi söylemekten hoşlanmayız." demiştir.

Said b. el-Müseyyeb’e Kur'an’dan bir şey sorulduğu zaman: "Ben Kur'an hakkında bir şey söylemem." derdi. (...)

İbn Sirin de şöyle demiştir: "Ubeyde’ye Kur'an’dan bir şey sordum. O bana: 'Allah’tan kork ve doğruluktan ayrılma! Kur'an’ın ne hakkında indiğini bilen insanlar göçüp gitmiştir.' dedi."

Mesrûk ise: "Tefsirden kaçının; çünkü o Allah’tan rivayette bulunmak anlamına gelir." demiştir.

İbrahim ise: "Bizim akranımız, tefsirden kaçınırlardı ve bunu gözlerinde büyütürlerdi." derdi.

Hişam b. Urve’den: "Babamın Allah’ın Kitabından bir ayeti tevil ettiğini işitmedim." dediği nakledilmiştir.

Bütün bunlar, Kur'an üzerinde duran kimsenin, yerilmiş olan reye düşmekten, onun hakkında mesnetsiz söz etmekten korunma ve sakınmasının gereğini ifade etmektedir.

el-Asmaî’nin -ki Arap dilindeki üstün yeri herkesçe kabul edilir- Allah’ın Kitabından hiçbir ayeti tefsir etmediği nakledilir. Bu konuda kendisine bir soru sorulduğu zaman, cevap vermezdi.

İşte selefin takvası, ihtiyatı ve işte Nur Risaleleri’nde gösterilen cür'et, pervasızlık...













EK-1

"Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'an)den şüphe içindeyseniz, haydi onun (surelerinden biri) gibi bir sure getirin; (bunun için) Allah’tan başka şahitlerinizi de (yardıma) çağırın; eğer doğru kimseler iseniz." (Bakara, 2/23) ayetinin Nur Risaleleri’ndeki ebcedî tefsirinde şöyle denmektedir:

Fe'tû bisûratin min mislihi" (ebced hesabı ile) 1880'dir. Son asırların tağut dalâletinin doğumu olup, onun temsil ettiği ruh-u dalâlete hazret-i Kur'ân’ın ve ondan nebean eden Risale-i Nur meydan okumasını gösterir.

Nur Risaleleri’ndeki ebced hesabına göre "tağut" olan Mustafa Kemal’in, aynı yolun farklı yolcularınca nasıl "Mehdî" ilân edildiğini görelim. Görelim ki, uygulanmasıyla, aynı kişinin hem yerin dibine batırıldığı, hem de göklere çıkarıldığı bir yöntemin ne kadar geçersiz olduğu bir kez daha ortaya çıksın:


ATA’NIN ÖZ KİMLİĞİ

ATA’yı şöyle övdü düşmanı Loyd Corc dahi:
"Yüz yıllarda bir gelir! ATATÜRK gibi dâhî!"
Kalb gözü kör zavallı! O’nu sırf dâhî sandı!
Ne bilsin o! Doğmadan RABB’e verilen andı!
Ölürken "Yüce yoldaş!" dedi, "MUHAMMED EMİN!" (501)
Selâmladı RESÛl’ü! "ALLAH RABB-ÜL ÂLEMİN!" (500)
O "Yüce yoldaş" sözü! Bin beş yüz on bir eder! (1511)
"O Hazret-i MUHAMMED" de eş sayı eder! (1511)
Selâmlananla aynı! Selâmlayan zât! Yine!
Tapan ile tapılan! Birbirine âyine!
ATA’nın bilinçliyken son cümlesi: "Saat kaç!"
"Perdenin kalktığı an!" Son sözüne kalbi aç!
"Ve Aleyküm üsselâm!" ATA’nın en son sözü!
"Esselâm-u aleyküm!" demişti çıkan özü!
"Esselâm-u Aleyküm!" ALİ ismine kanıt! (332)
"İnsan makamı’dır O! Arş’a dikilen anıt!" (332)
"Esselâm-u Aleyküm!" Yorumla! Olma gafil! (779)
O vakit ismi olur! "Boru çalan İsrafil!" (779)
O’dur "RAHMAN’ın yüzü!" "İMAM ALİ" de denir! (343)
"Adı hesab gününün sahibi!" Borç ödenir! (343)
"Esselâm-u Aleyküm!" O, "Meryem’in evlâdı!" (343)
"İMAM ALİ kalkınca" vücudda! Budur adı! (343)
"Esselâm-u Aleyküm!" demek, kalb gözün açık! (1493)
"Âsa’nı at!" "O İdris gibi yüce yere çık!" (1493)
"Esselâm-u Aleyküm O!" Bir ad! Kâbe’de taş! (343)
Yorumlayıp bir ekle! "Veli" O! HACI BEKTAŞ! (791)
"Esselâm-u Aleyküm" sözünün son yorumu!
"Beklenen Mehdî!" demek! "HIZIR İLYAS" konumu!
Yani HIZIR İLYAS’a! Beklenen MEHDÎ! denir!
RUH saf canla birleşir! Verilmiş söz ödenir!
"GAZİ MUSTAFA KEMAL!" Bin üç yüz otuz sekiz! (1338)
"Samsun’a hicrî çıkış tarihi" ile ikiz! (1338)
Hem hicrî! Hem milâdî! Tespit edilmiş yılı!
Elçinin her görevi adlarıyla sayılı!
"Âdem’e secde edin emri" demek bu sayı! (1338)
"Gizli şifrenin sırrı!" Bul bu hanif yasayı! (1338)
"GAZİ MUSTAFA KEMAL O!" Evrenseldir ünü! (1349)
Sayısı "MUHAMMED-ÜL MEHDÎ’nin çıkış günü!" (1349)
"Ve Aleykümüsselâm sözü!" Bakın ne eder! (1348)
"ALLAH’ın halifesi!" "O artık olmuştur!" der! (1348)
"1919’da ATA doğdum" derdi! (1919)
"ÂLEMLERE RAHMET O!" "Bu söze aklım erdi! (1919)
Çapraz avuç içleri! Doğum yılı ATA’nın! (1881)
ALLAH’ın "Yüce kurban dediği" zatı anın! (1881)
"B" harfi altındaki noktanın O’dur adı! (1880)
"Toprak bedenden kalkan RAB!" Bu sırrın maksadı! (1880)
Sıfırı at! ALLAH’ın O "En güzel cemali" (188)
"Zamanın Mehdîsi" O! Yani Hazret-i ALİ! (188)
ALLAH’ı yansıtan kim? Bunu bilmez ahali! (1211)
O. MÜMİNLER EMÎRİ! TOPRAK BABASI ALİ! (1211)
"Eren veya ölenin içinden çıkar ani!"
"Kıyamet terazisi!" "İnsanın özü!" yani!
"Dinliyi ve dinsizi!" "Yüzlerinden ayırır!"
"Secde edebileni!" Sadece o kayırır!
MUHAMMED ALİ’yi de, bak yansıtandan murad! (1364)
MUSTAFA KEMAL’in öz RABB’ine verilen ad! (1364)
"Gayblar âlemine!" "Değişmez özler!" denir. (1191)
"HAKK’ın yüzü!" Belirir! Ne isek! O ödenir! (1191)
"Kelime-i şehadet" getir! Hayret edersin!
"Ve Aleykümüsselâm sözü yorumu!" dersin!
MÜŞİR! GAZİ! MUSTAFA! KEMAL! ATATÜRK! Beş ad! (1101)
Zat ve Kur'an tefsiri! Baş harflerinden murad! (1101)
Herbir hesapta çıkar! MUHAMMED ALİ adı!
Selâmla bitireyim! Artık iznim kalmadı!
"Zira cennette lâf yok!" "Herkes hep "Selâm eder!"
"Şükür" hepimiz olduk "ALLAH’ın aslanı" der!
Selâm! "KIZILKOCALI boyundan gelen Türkmen!"
"Emevî düzenini!" Lâikçe eyleyen men!
ALLAH’ın "Nur" adı o! "HAK’ta eriyip" ver renk! (287)
"MUHAMMED ibn Abdullah!" "Kızılkocalı’ya denk!" (287)
Sakın bu hesaplara! Demeyin "sırf tesadüf!"
"Her şeyin hesabını bilen" eder teessüf! (262)
Uluğ "HAK kimliğini" açıkladı ATA’nın!
EHLİBEYT’e dâhildir! Onu hakkıyla anın!
Diyor! MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ün RAB ÖZÜ: (1850)
Hain olma! Yenile RABB’e verdiğin sözü!
Sıfırı at! Anlamdan olursun daha emin!
"ALLAH’ın yüzü" olan ilmine tap Âdem’in! (185)

M. H. ULUĞ KIZILKEÇİLİ
ANKARA – 21/07/2000
Tarih: 08 Kasım 1938. Prof. Dr. Neşet Ömer İRDELP: "Dilinizi çıkarır mısınız efendim" dedi.
ATATÜRK dilinin yarısını dışarı çıkardı. "Biraz daha çıkarsanız." dedi.
Bunun yerine dilini tamamen çekti. Söyleneni anlamıyordu...
Başını biraz sağa çevirdi dikkatle baktı ve "ALEYKÜMSELÂM" dedi.
Ardından iki gün sonra ölümle noktalanacak son komaya girdi.
KAYNAKÇA: "Avni ÖZGÜREL.RADİKAL.com.tr 2002"

Ebced ilmine göre isim ve kelimelerin sayısal açılımları:
500 = ALLAH RABB-ül Âlemin = Âlemlerin RABB’i ALLAH
501 = Refik-i a’lâ = Yüce yoldaş
1511 = Lâfz-ı Refik-i a’lâ = Yüce yoldaş sözü
1511 = Hu Hazret-i MUHAMMED = O Hazret-i MUHAMMED’dir
332 = Esselâm-u aleyküm
332 = Hû medlûl-u ism-i ALİ = O, ALİ isminin kanıtıdır
779 = İsm-i sûr-u İsrafil = İsrafil’in borusunun ismi
(İsrafil kıyamet günü kalk borusunu çalan meleğin ismidir)
779 = Tevil-i Esselâm-u aleyküm = Esselâm-u aleyküm’ün yorumu
343 = Vech-el RAHMÂN = Er RAHMÂN’ın yüzü
343 = Kıyam-ı İmam ALİ = İmam ALİ’nin ayağa kalkması
343 = İsm-i Malik-i yevm-üd din = "Hesab günü sahibi"nin ismi
343 = İbn-i Meryem = "Meryem’in oğlu"
343 = İsm-el Hacer = O Hacer’in ismi = yani Kâbe’deki O Hacer-ül esved denen, karataşın ismi.
343 = Müsemma-i İmam ALİ = İmam ALİ diye isimlenen
1493 = Müsemma-i Lâfz-ı alek selek (7. sure/117. ayet) = ALLAH’ın Hz. Musa’ya "Asânı at!" sözünün anlamı
1493 = Tevil-i ayet-i ve refağnahü mekânen aliyyâ. = "O’nu (İdris’i) yüce yere çıkardık." ayetinin yorumu. (19. sure/57. ayet)
790 = Tevil-i ism-el Hacer = "Hacer" isminin yorumu
791 = HACI BEKTAŞ-I VELİ
1338 = GAZİ MUSTAFA KEMAL
1338 = Hû mezmun-u "Üscûdul Âdem" = "Âdem’e secde edin" emrinin anlamı o
1338 = Künh-ü Lâfz akimua-el din = "Dini doğrultun" sözünün iç yüzü = Levh-i Mahfuz’un sırrı.
1337 = Hicrî Samsun’a çıkış tarihi = 1919 Milâdî çıkış tarihi.
1348 = Lâfz-ı ve aleyküm-üsselâm = ve aleykümüs-selâm sözü = Hu müsemma-i halifetullah = O, "ALLAH’ın halifesi" diye isimlenendir.
1349 = Hû Gazi Mustafa Kemal = Gazi Mustafa Kemal O = Yevm-i zuhur-u Muhammed-ül Mehdi = Muhammed Mehdi’nin ortaya çıkış günü.
1919 = Lâfz-ı Rahmeten lil âlemin = Âlemlere rahmet sözü
1881 = Vakt-i zuhur el recûl = Hakeren’in içten dışa çıkma vakti
1881 = Müsemma-i Zebh-i azîm = Yüce Kurban diye isimlenen (37. sure/107. ayet)
1211 = Mazharullah = ALLAH’ı yansıtan = Zat-ı ALİ
1364 = İsm-i hassı-RABB’i Mustafa Kemal = Mustafa Kemal’in has RABB’i (Kişisel RABB’i)
1364 = Hû mazhar-ı MUHAMMED ALİ = O MUHAMMED ALİ’nin aynası
1191 = Âyân-ı sabite = Değişmez özler
1191 = Âlâm el Guyub = Gayblar âlemi
1191 = Zuhur-u vechullah = ALLAH’ın yüzünün ortaya çıkması
1101 = ZAT = Tefsir-i Kur'an
1211 = Hû emîr el müminin ALİ Ebu-Türab = O müminlerin emîri toprak babası ALİ
1850 = Hû mazmun-u tecdid-i biat = RABB’ine bağlanmanın yenilenmesi kavramı o
1850 = RABB-i hassı Mustafa Kemal ATATÜRK = Mustafa Kemal ATATÜRK’ün has RABB’i
1101 = M+Ğ+M+K+A (Müşir Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK baş harfleri)
185 = İlm-i Âdem = Âdem’in ilmi
188 = Mehdi-ül zaman = Zamanın Mehdisi
287 = MUHAMMED ibn-i Abdullah = Kızılkocalı = En Nûr
262 = Her şeyin hesabını bilen = ALLAH’ın "El Hasîb" adı











































EK-2

Ebced hesabının Yahudilere dayandığını, aşağıdaki makale de ortaya koymaktadır:

ARAP HARFLERİNİN SIRLARI

Güç kelimeleri ve harfleri bütün majikal sistemlerin esasını teşkil etmektedir. Kabala’da 22 İbranî harflerin ilişkileri sembolik şekilde o sistemde birbirlerine tekabül eden fikir ve düşünceler için bir temel oluşturmaktadır. Bu tefekkürü etkilemektedir ve pratik majide şuurun yüceltilmesine yarar. Geleneksel olarak, İbranî harfler Kabalistik Hayat Ağacına, Tarot kartlarına ve hemen hemen her okült tekabüle addedilmiştir. Bu harfler Arap diline (Arapça’nın geldiği) Aramca’dan göç etmiştir. Ancak, Arapça’da birkaç harf daha gelişmiştir. Modern Arapça’da 28 harf vardır ve bunlara yeni dört harf daha eklenmiştir, ama bu yeni harfler fiilî olarak kullanılmamaktadır. Böylece toplam 32 harfe çıkmıştır, ama sistemimizde sadece 28 harf üzerinde odaklaşırız. Her harf, 10 temel şeklin birini veya ikisini içermektedir. Bunlar Kur'an-ı Kerim’de söz edilen mükemmel on, veya Hayat Ağacındaki on Sefirottur.

Daha fazla ileri gitmeden, Arap Alfabesinin temel ilkelerini size sunmak üzere bir tablo hazırladık. İlk sütunda Arap Alfabesinin harfleri bulunmaktadır. Basılı harflerde Arap Alfabesinin harfleri bulunmaktadır. Basılı harflere kıyasla el yazısında doğal olarak bir fark oluşacağı gibi, bu harflerin şekilleri elle yazılış şekilleriyle karıştırılmamalıdır. İkinci sütunda Arap harflerinin genel telâffuzu vardır. Üçüncü sütunda harflerin İbranî karşılığı verilmiştir. Dördüncü sütunda ise harflerin ebced değerleri verilmiştir. Kabala’da Gematria olarak bilinen sistemle Arabî ebced değerleri birbirine uyumludur. Bu tabloda Arap ve İbranî harfleri arasındaki benzerlikleri ve farkları görebilirsiniz:

Arap Harfi Adı İbranice Karşılığı Ebced Değeri
ﺍ Alef א 1
ﺐ Ba ב 2
ﺝ Cim ג 3
ﺩ Dal ד 4
ﻩ Hah ה 5
ﻭ Waw ו 6
ﺯ Zin ז 7
ﺡ Ha ח 8
ﻄ Tah ט 9
ﻱ Ya י 10
ﻚ Kâf כ, ך 20 (500)
ﻝ Lam ל 30
ﻢ Mim ם 40 (600)
ﻦ Nun נ, ן 50 (700)
ﺲ Sin ס 60
ﻉ Ayin ע 70
ﻒ Fa פ,ף 80 (800)
ﺹ Sad צ, ץ 90 (900)
ﻖ Qaf ק 100
ﺭ Ra ר 200
ﺵ Şin ש 300
ﺖ Ta ת 400
ﺙ Tha 500
ﺥ Kha 600
ﺬ Tza 700
ﺾ Dad 800
ﻅ Tzah 900
ﻍ Ghyn 1000

(...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder