16 Ekim 2009 Cuma

Saidi Nursi ve Kur'an İlimleri ile İlgili Bidatları

2. BÖLÜM

NUR RİSALELERİ VE KUR'AN İLİMLERİ


"Sana Kitabı kâğıtta yazılı olarak indirmiş olsak da, elleriyle ona dokunsalar bile, küfredenler yine de 'Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir!' derler." (En‘âm, 6/7.)


2.1. TEVAFUKLU KUR'AN

(...) lâfzullah üzerinde vâki tevafukatın göze çarpacak ve nazarı celbedecek şekle ifrağ edilmesi ve bazı kelimelerde görünen manidar tevafukatın güzellikleriyle meydana çıkarılması hakkında vâki Üstadımın fikirlerine haddim olmayarak yine Üstadımdan aldığım kuvvet ve cesaret ile iştirak ediyorum. Husrev.

Sevgili Üstadım... Bu hafta hatt-ı destinizle pek çok zahmet çekerek, bin müşkilât içerisinde yazdığınız bütün Kur'an’daki bütün tevâfukatı gösterir bir nükteyi daha aldım. Husrev.

Lâfza-i Celâl ve lâfz-ı Rab tevâfukatı ile kelime tevâfukatını muhafaza etmek suretiyle, bir Kur’ân-ı Kerîm yazılmasını emir buyurduğunuz vakit, pek büyük bir sevinçle kaleme sarılmıştım. Husrev.

Sonradan, Kur'an’da 'LÂFZULLAH' ın tevâfukundan çıkan bir lem'a-i i’câzı gösteren yaldız ile bir Kur'an yazdırıldı.

Mu’cizatlı Kur'an’ımızı hafızlara okutmak ve onların bazı sehivleri bulmak münasebetiyle onlara yazdığım bir mektubun suretini buna merbut olarak size de gönderiyorum.

Bütün bu hâlât yüksekte duran Mu’cizatlı Kur'an-ı Azîmüşşan ile beraber (...)

Tevafuklu Kur'ânımız -mümkünse- fotoğraf matbaasiyle tâbedilsin ki, tevafuktaki lem'a-i i’caziyye görünsün.



"Mucizeli Kur'an" tabiri, "renkli göz" tabirine benzemektedir. Türklerin birçoğu, siyah ve kahverengi gözlü insanlara aşina olduğundan; mavi, yeşil ya da elâ gözlü biri için "gözleri renkli" der. Hâlbuki, kahverengi ve siyah da birer renktir. Bu yanlışa, kanıksamanın neden olduğu açıktır. Renksiz göz olmadığı gibi, diğer Mushaflardan farklı, mucizeli bir Kur'an da olamaz. Çünkü, Kur'an’ın bizzat kendisi mucizedir. "Mucizeli Kur'an" yazdıklarını iddia edenler, ya Kur'an’ın icaz yönünü bilmiyorlar ya da bunu bilmelerine rağmen gözleriyle açıkça görecekleri bir mucize daha istiyorlar demektir. Niyetleri farklı olsa da bunlar bir yönden, peygamberlerin gösterdikleri mucizelerin yanı sıra elleriyle dokunabilecekleri, gözleriyle görebilecekleri... ek mucizeler isteyen müşriklere benzemektedirler.

"Tevafuklu-mucizeli" olduğu iddia edilen bu Kur'an, nasıl bir Kur'an’dır? Diğer Mushaflardan ne farkı vardır ki, böyle vasıflandırılmıştır?

Bu Mushafta "tevafuklar" ve "mucizeler", kırmızı rengin iki tonuyla yazılarak gösterilmiştir. Mushaf sayfasının sütun ve satırlara bölündüğünü ve kelimelerin bunlara yerleştirildiğini varsayarsak, konu daha iyi anlaşılacaktır. Örnek olarak bu Mushafın 448. sayfasını inceleyelim:

Bu sayfada Sâffât suresinin 77.-102. ayetleri yer almaktadır. Bu sayfada (satırları yukarıdan aşağıya numaraladığımızda) 4. satırdaki «ﻪﺑﺮ » ve 12. satırdaki «ﺐﺮ » lâfızları aynı sütunda yer almaktadır. İşte bu, "lâfz-ı Rab tevafuku"dur. 6. satırdaki «ﺏﺭﺑ » ve 12. satırdaki «ﻰﺑﺭ » lâfızları başka bir sütundaki tevafuktur. 5. satırdaki «ﷲﺍ», 9. satırdaki «ﷲﺍ» ve 15. satırdaki «ﷲﺍ» lâfızları da başka bir sütundadır ki, bu da "lâfza-i Celâl tevafuku"dur. 1. satırdaki «ﻡﻫ» ve 11. satırdaki «ﻡﻫ»; 6. satırdaki «ﻰﻧﺇ ﻞﺎﻗﻓ » ve 11. satırdaki «ﻰﻧﺇ ﻞﺎﻗﻮ »; 7. satırdaki «ﻍﺍﺭﻓ » ve 8. satırdaki «ﻍﺍﺭﻓ »; 13. satırdaki «ﺎﻴﻞﺎﻗ » ve 14. satırdaki «ﺎﻴﻞﺎﻗ » farklı sütunlardaki diğer tevafuklardır. Tevafuklar bazen de karşılıklı sayfalarda aynı satırlarda olmaktadır. 448. sayfanın 2. satırındaki «ﻦﻴﻧﺴﺤﻣﻠﺍ ﻯﺯﺠﻧ ﻚﻠﺫﻛ ﺎﻧﺇ » ve 449. sayfanın 2. satırındaki «ﻦﻴﻧﺴﺤﻣﻠﺍ ﻯﺯﺠﻧ ﻚﻠﺫﻛ ﺎﻧﺇ » cümleleri karşılıklı yer almaktadır.

İşte Kur'an’ın "mucizeleri" ve "tevafukları"!...

Türk veya Arap baskısı, mucize ve tevafuk endişesi olmadan yazılmış normal bir Mushafın aynı sayfaları incelendiğinde tevafukların tutmadığı, belirtilen kelimelerin aynı sütunlarda yer almadığı görülecektir. İki Mushafı kıyaslayan; kelimeleri kaydırmak, harf ve kelime aralıklarını daraltmak ya da genişletmek suretiyle tevafukların düzüldüğünü hemen fark edecektir.

Bir kitaptaki aynı kelimelerin veya kelime gruplarının aynı sütunda ya da karşılıklı sayfalarda aynı satırda yer alması mucize ve tevafuk kabul edildiğinde, bir de bunlar kırmızıyla renklendirildiğinde ortalık tevafuklu ve mucizeli kitaptan geçilmez. Bilgisayarların sunduğu imkânları bir yana bırakalım, iyi bir dizgici bu işi, artık ilkel diyebileceğimiz metotlarla bile herhangi bir kitabın basımında gerçekleştirebilir.



2.1.1. TEVAFUKLU-MUCİZELİ KUR'AN’IN DİĞER MUSHAFLARIN SAYFA
VE SATIRLARINI MUHAFAZA ETTİĞİ İDDİASI

(...) yeni bir Mushaf yazdırıyoruz ki; en münteşir Mushafların aynı sahife, aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber, san’atkârların lâkaydlığı te'siriyle adem-i intizama mâruz kalan yerleri tanzim edip, tevafukatın hakikî intizamı inşâallah gösterilecektir.. ve gösterildi.



Gerek Türklerin, gerek Arapların ve gerekse diğer ulusların bastıkları Mushaflardaki satırlar, hemen hemen aynı sayıda harf içerir. Harfler satırın birinde bitişik, diğerinde dağınık değildir; ahenklidir. Bu Mushaflar gözü yormaz ve okumayı kolaylaştırır. Ama, tevafuklu-mucizeli Mushafta bu ahenk görülmez. Kelimeler bazı satırlarda aralıklı yazılmış, bazılarında da sıkıştırılmıştır. Bu işlem de kâfi gelmediğinde, ya bir veya birkaç kelime bir alt satıra kaydırılmak ya da bir üst satıra çıkarılmak suretiyle tevafuklar düzülmüştür.

Tevafuklu Kur'an’ın incelediğimiz 448. sayfasının 2. satırındaki «ﻥﻣ ﻪﻧﺍ » lâfzı, DİB tarafından hazırlanan Mushafta 3. satırda; 3. satırındaki «ﻪﺘﻌﻳﺸ » , 4. satırda; 4. satırındaki «ﻪﻤﻮﻗﻭ ﻪﻴﺑﻻ», 5. satırda yer almaktadır. Bu kaydırmalar sayfanın sonuna kadar böyle devam etmektedir. Sayfalar muhafaza edilirken, satırlar muhafaza edilememiştir.

Mushaflar genellikle 604-605 sayfadır. Bu sayfa sayısı, uzun yıllardan beri ümmet tarafından hüsnükabul görmüştür.

Çoğu Mushafın arka iç kapağında "Berkenar-Sahife tutar" şeklinde bir ibare vardır. Kelimenin aslı "Derkenar"dır. Mushaflarda ayetlerin başından ve muayyen bir yerden başlayan sahifelerle devam eden nüshalara "Berkenar" denir. Halk tarafından böyle anılan Mushaflar, hafızlar için bilhassa çok muteberdir. Çünkü, bu Mushaflardan hafız olmak daha kolaydır. Cüzlerin her sahifesi belli bir ayetle başlar. Bilindiği gibi, Kur'an 30 cüzdür ve her cüz 20 sahifeye ayrılmıştır.

XIX. yüzyıla kadar, dünya çapındaki ünlü Türk hattatlarından Şeyh Hamdullah, Hafız Osman ve Kadı Asker Mustafa İzzet Efendilerin yazdıkları o en nadide Mushaf nüshalarında "Berkenar"lık vasfı yoktur. Çünkü, Mushafın tertibinde ve yazılışında, buna dinî ve ilmî bakımdan riayet edilmesi mecburiyeti yoktur. Bu yüzdendir ki, önceki hat üstatları, Kur'an-ı Kerim’i yazarlarken, onun tertip zarureti yanında, hep sanat ve yazı üstünlüğünü ön plâna alarak kalemlerini rahatlıkla yürütmüşler, Mushaf sahifelerini hep belirli ayetlerle başlatmak için külfete düşmemişlerdir. Hafızların kolaylıkla Kur'an ezberlemelerine ve halk tabakalarının fazla rağbetine sebep olan 15 satır üzerine, "Berkenar" Mushaf yazma şekli, umumiyetle XVIII. asrın sonlarında M. Hulusi, M. Şefik, Kayışzade Hafız Osman, Kadırgalı Mustafa Nazif ve Hasan Rıza Efendilerle başlar.

Hasan Rıza Efendi, yazdığı Mushafların ancak ikisini-üçünü "Berkenar" yazmaya muvaffak olabilmiştir. Bu sebeple; her sahifeyi muayyen yerde bitireceğim diye, satırların ve ayetlerin sonlarında küçük yazmaya kaçmak veya sıkışık bir istif yapmak gibi hâllere düşmeyen Hasan Rıza Efendi; bu berkenar nüshalarında dahi güzelliği muhafaza edebilmiştir. En hatasız Mushaf yazmak ve harekelerin harflerin tam hizalarında konmuş olması, gözleri yormamak bakımından da "nesih güzelliği" ve rahatlık, Hasan Rıza hattında kemalini bulmuştur denebilir.

El yazması çoğu Mushafın sahifeleri birbirini tutmaz. Bu Mushafların birçok sayfasında ayet tamamlanamamış, kalan kısmı bir sonraki sayfaya aktarılmıştır. Bu Mushafların satır sayısı da muhteliftir. Aksoy’un da belirttiği gibi, Mushaflarda satır sayısı birliği ancak 18.-19. yüzyılda sağlanmaya başlamıştır.

Durum böyle olunca, tevafuklar ve mucizeler ancak Said Nursî’nin emri ile yazılan Mushafta gerçekleşmektedir. Said Nursî’nin mucize zannettiği, gerçekte ise düzmeceden ibaret olan bu tevafuklar işte böylesine çürüktür. Bizatihi mucize olan Kur'an’ın yazılışında "mucize" uydurulmaya kalkışılmıştır.



2.1.2. "DİĞER MUSHAFLARIN İNTİZAMSIZ" VE BUNA KARŞIN
"TEVAFUKLU KUR'AN’IN LEVH-İ MAHFUZ’DAKİ GİBİ YAZILDIĞI"
İDDİASI

(...) san’atkârların lâkaydlığı te'siriyle adem-i intizama mâruz kalan yerleri tanzim edip (...)

İşte tertîb-i Kur'an irşâd-ı Nebevî ile; münteşir ve matbu’ Kur'anlar da, ilhâm-ı İlâhî ile olduğundan; Kur'an-ı Hakîm’in nakşında ve o hattında, bir nevî alâmet-i i’caz işareti var. Çünki o vaziyet, ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bâzı inhiraf var ki, o da tab'ın noksanıdır ki; tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.



Said Nursî bir de hiç sıkılmadan, o muhterem hattatları lâkaytlıkla; yazdıkları Mushafları da düzensizlikle itham etmektedir. Vallahi, ne sanatkârlarda lâkaytlık, ne Mushaflarda intizamsızlık ve ne de tabda (basımda) bir noksanlık var! Noksanlık bu kafalardadır.

Hattatların hat sanatında gösterdikleri başarı, yazılarındaki sanat hâlâ gözleri kamaştırmakta; el yazması Mushaflar müzayedelerde çok pahalı fiyatlarla alıcı bulmaktadır. Bir harfi, bir harekeyi yanlış yazmak korkusundan titreyen o insanları kayıtsızlıkla suçlamak, insafsızlığın ta kendisidir. Tabda noksanlık iddiasının da bir mesnedi yoktur. Daha önce özenle basılan Mushaflar, tevafuklu-mucizatlı Kur'an’a uymuyor diye Said Nursî tarafından noksanlık ve intizamsızlıkla itham edilmiştir ki, bunun da hiçbir aklıselim sahibince kabulü mümkün değildir.

Osman Keskioğlu hattatlar hakkında şunları der:

Hattatlar Kur'an’ı en güzel şekilde yazmaya uğraşmış, bu uğurda sanatın en yüksek maharetini dökmüşlerdir. İbn Mukle (H.338/M.949)’den, Yakut Müsta‘simî (H.618/M.1221)’den tut da Hafız Osman’a gelinceye kadar nice sanat parmakları oynamış, çıtır çıtır yazarak kelimeleri inci gibi Medine’de dizmişlerdir. Dillerde dolaşan bir söz vardır: Kur'an-ı Kerim Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı. Bu söz, Türk hattatlarının bu sanattaki üstünlüğünü göstermeye kâfidir. Türk hattatları yazıya en güzel ve mükemmel şeklini vermişler, pek sanatkârane Kur'an’lar yazmakta âdeta sanat yarışına çıkmışlardır. Bugün şark ve garp kütüphanelerini süsleyen nice eserler, görenlerde hayranlık uyandırmaktadır. İçlerinde çeşit hatla yazılmışlar, altın hatla yazılı Mushaflar, altın yaldızlı Mushaflar var, bunların ekserisi Türk hattatlarının kaleminden çıkmıştır.

Said Nursî bunlarla yetinmemiş, yazdıkları Kur'an’ın levh-i mahfuzdaki gibi olduğunu da söylemiştir:

(...) (Kur'an’ın) Asr-ı Saadetten beri böyle hârika bir sûrette mu’cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e "yaz!" emir buyurulmasıyle, Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi yazılması (...)

Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:

"Hayır, o şerefli bir Kur'an’dır. Levh-i mahfuzdadır."

Said Nursî tarafından gayba bir taş daha atılmıştır. Mahiyetini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği levh-i mahfuzdaki gibi Kur'an yazdıklarını ileri sürenlerin bu iddiası da saçma sapan bir iddiadır.

Bu iddia; keyfiyetini bilmediğimiz levh-i mahfuzun yine keyfiyetini bilmediğimiz dili ve alfabesinden haberdar olmak anlamına da gelir ki, bunun sonu nereye varır bilemeyiz. Üstelik, Arapça kitaplar harekesiz yazılıp okunabildiğine göre, kullarca başarılan bu iş levh-i mahfuzda -hâşâ- başarılamamış demektir. Subhanallah...

Bu sözler ancak; Kur'an’ın toplanması, Mushaf hâline getirilmesi, noktalamanın ve harekelemenin bulunması gibi konulardan bîhaber birinden sâdır olabilir. Kur'an’ı levh-i mahfuzdaki gibi yazdıklarını iddia edenler böylece, Mushafların tarihî tekemmülünde Müslümanların saydığımız tüm katkılarını da inkâr etmiş olmaktadırlar. Bu iddia; Mushafların yazımındaki tekemmül sürecinde, örneğin noktanın ve harekenin bulunmadığı dönemlerde Müslümanların elindeki Mushafın yanlış veya eksik yazılmış olması anlamına da gelir ki, bu durumda hem Hz. Peygamber, hem de bütün sahabe bundan nasibini (!) alacak demektir. Mesele, sahabe dönemindeki Mushafların noktasız ve harekesiz olmasıyla da bitmeyecektir. Çünkü Mushaf yazımında, ayet sonlarına nokta konulmasıyla başlayıp hemze, şedde gibi işaretlerin eklenmesi; sure isimlerinin, ayet numaralarının, surenin Mekkî veya Medenî olduğunun belirtilmesi gibi pek çok şeyle devam eden her değişiklikle sahabenin bu nasibi (!) artmıştır.

Bugün Kur'an’ı kolaylıkla okuyabilen bu iddianın sahipleri; oluşturulan ilk Mushafın yazısı Müslümanlarca aynen devam ettirilseydi, acaba Kur'an’ı yine okuyabilirler miydi?

Sonra, Mushaflarda birbirlerine kıyasla sınırlı da olsa harf fazlalığı veya eksikliği vardır:

Fazlalığa misal:

et-Tevbe suresinin 100. ayetinde «ﺮﺎﻬﻧﻻﺍ ﺎﻬﺘﺤﺘ ﻯﺭﺟﺘ ﺖﺎﻧﺟ ﻡﻬﻠ ﺪﻋﺍﻭ »,
«ﺮﺎﻬﻧﻻﺍ ﺎﻬﺘﺤﺘ ﻥﻣ ﻯﺭﺟﺘ ﺖﺎﻧﺟ ﻡﻬﻠ ﺪﻋﺍﻭ » şeklinde de okunmuştur ve her iki kıraat mütevatirdir. Her ikisi de resmî Mushafın yazılışına muvafıktır. «ﻥﻣ » harfinin fazlalığı Mekkî Mushafa, hazfi de diğerlerine muvafıktır.

Eksiğe misal:

el-Bakara suresinin 116. ayetinde «ﺍﺩﻟﻭ ﷲﺍﺬﺧﺘﺍ ﺍﻮﻠﺎﻗﻭ », «ﻭ » sız olarak
«ﺍﺩﻟﻭ ﷲﺍﺬﺧﺘﺍ ﺍﻮﻠﺎﻗ » şeklinde de okunmuştur ki, bu kıraat Şam Mushafına muvafıktır.

Önceki Mushaflarda noktalama işaretlerinin olmadığı bilinmektedir. Elimizdeki Mushaflarda da kullanılan birçok harf, bazı harflerin noktalanması suretiyle elde edilmiştir.

Noktalamadan dolayı meydana gelen kıraat şekilleri, daha ziyade bu noktaların alta ve üste yazılıp yazılmamasından zuhur etmiştir. Kıraat ihtilâfında harfin şeklinin «ﺗ » veya «ﻴ » şeklinde olması mana bakımından pek büyük değişiklik arz etmez.

Misal verelim:

«ﻥﻮﻟﻣﻌﻳ ﺎﻣﻋ ﻞﻓﺎﻐﺑ ﻚﺑﺭ ﺎﻣ ﻮ » (Hûd, 11/123) ayet, noktasız olduğundan;
«ﻥﻮﻟﻣﻌﻳ ، ﻥﻮﻟﻣﻌﺘ » da okunur, her iki kıraate de müsaittir.

Tek noktalar üzerinde meydana gelen değişikliklerde mana itibariyle fazla bir ayrılık yoktur. Yani, tezat teşkil edecek bir değişiklik meydana gelmemektedir. Meselâ, el-A‘râf suresinin 57’nci «...ﺍﺭﺷﺑ ﺡﺎﻴﺭﻠﺍ ﻞﺴﺭﻳ ﻯﺫﻟﺍ ﻮﻫﻭ » ayetindeki « ﺍﺭﺷﺑ » kelimesi «ﺏ » ye bedel olarak «ﻥ » ile de okunmuştur.

Harekelemeden meydana gelen kıraat değişiklikleri de vardır:

«ﺎﻬﺘﺣﺗ ﻥﻣ ﺎﻫﺍﺪﺎﻧﻓ » (Meryem, 19/24) ayet, harekesiz; «ﻥﻣ ، ﻥﻣ » min, men diye her iki kıraate de elverişlidir.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Arap baskısı Mushaflarda, med elifleri yer almamaktadır. Tevafuklu (?) Kur'an’ı incelerken örnek aldığımız 448. sayfayı burada da örnek alalım: Sâffât suresinin 79. ayeti Türk baskısı Mushaflarda «ﻥﻳﻣﻠﺎﻌﻟﺍ ﻰﻓ ﺡﻭﻧ ﻰﻠﻋ ﻢﻼﺴ » şeklinde yazılmışken; Arap baskısı Mushaflarda «ﻥﻳﻣﻠﻌﻟﺍ ﻰﻓ ﺡﻭﻧ ﻰﻠﻋ ﻢﻟﺴ » yazılmıştır. Bu eliflerin yerine uzatma işareti konulmuştur.

Bir meseleye daha değinmek istiyoruz: Bu iddiayı ileri sürenler, "hükmü ve tilâveti mensuh" ayetlerle "hükmü baki, tilâveti mensuh" ayetlerin levh-i mahfuzda olmadığı yolundaki bir savın da zımnen sahibi olacaklardır.



Konuyu fazla dallandırıp budaklandırmadan bitirelim:

Osmanî resme saygı duymak ve ona uymayı iyi karşılamak başka, onun tevkifî olduğunu söylemek başkadır. Arada, temel bir fark vardır. Bu resmin alınışının zarurîliği konusunda âlimlerin pek çok görüşü vardır. Öyle ki, Ahmed b. Hanbel şöyle demektedir: "Osmanî Mushafın hattına muhalefet haramdır. Velev ki bir vav, bir elif, bir yâ veya başka bir harfte olsun." İmam Malik’e soruldu: "Ne dersin, biri bir Mushaf yazmak istese, bugün insanların çıkardığı yeni hece harfleriyle yazacak olsa, doğru olur mu?" İmam Malik şöyle cevap verdi: "Hayır, uygun görmem. İlk yazıldığı şekil üzere yazsın." Şafiî ve Hanefî fıkıh kitaplarında da buna benzer ifadeler vardır. Lâkin, bu imamlardan hiç biri bu resmin ne tevkifî ve ne de ezelî bir sır olduğunu söylemiştir. Onlar, bu resme bağlanmanın, sözün birliği ve ümmetin aynı şiara ve aynı ıstılaha uyması bakımından gerekli olduğu görüşündeydiler. Kuralları tespit eden Hz. Osman’dır ve onları uygulayan da Zeyd b. Sabit’tir. O Zeyd ki, Resulullah’ın emini ve vahyinin kâtibi idi.

Kaldı ki âlimlerden bazısı, Osmanî resme muhalefetin mubah olduğunu söylemekle kalmamış, yazının bir ıstılahtan öte bir şey olmadığını söylemişlerdir. Bu görüşte olan âlimlerin başında Ebu Bekir el-Bakıllânî gelir. el-İntisar isimli kitabında şöyle der:

Yazıya gelince; Allah, ümmet üzerine bundan bir şeyi farz kılmamıştır. Çünkü, Kur'an kâtiplerine ve Mushafları yazanlara belli şu yazıyı kullanacak ve diğerini kullanmayacaksınız diye bir emir verilmemiştir. Böyle bir emrin vücubiyeti ancak duymakla ve (vahyin) tevkifi ile olur. Kur'an’ın nasslarında ve nassların mefhumunda Kur'an resminin ancak belli bir vecih üzere caiz olduğu ve bunun dışına çıkmanın caiz olmadığına dair bir delil olmadığı gibi, Sünnette de bunun vücubuna delil yoktur. Ümmetin icmasında ve şer’î kıyaslarda da böyle bir mecburiyet mevcut değildir. Aksine, Sünnette, hangi vecih kolaysa onun kullanılmasının cevazına işaret vardır. Çünkü, Resulullah (s.a.v.) Kur'an’ın yazılmasını emrediyordu; ama ne belli bir şekil üzere yazılmasını emretmiş ve ne de kimseyi yazısından dolayı sakındırmıştır. Onun için Mushafların yazıları değişik olmuştur. Kimi, ağızdan çıkan sesi esas alarak yazıyordu; kimi de yazının bir ıstılahtan ibaret olduğunu ve insanlar için durumun gizli olmadığını bildiği için bazı harfleri eksik veya fazla yazıyordu. Bundan dolayıdır ki, Kur'an’ın kûfî harflerle ve ilk yazı ile yazılması, eliflerin uçlarının kıvrılarak veya başka şekillerde yazılması caizdir. Yine Mushafın eski yazı ve harflerle yazılması caiz olduğu gibi, yeni yazı ve harflerle ve daha başkalarıyla yazılması da caizdir.

Mushafın yazısının ve harflerinin bir çoğu değişik ve farklı şekillerde olunca ve âlimler, herkesin âdeti olduğu üzere yazmasına ve daha kolay, daha meşhur ve daha evlâ olanı seçmesine müsaade ettiklerine ve bunu yapanları reddetmeyip, günaha girdiklerini söylemediklerine göre; buradan da anlaşılıyor ki, insanlar, kıraatlerde belli ölçülerin dışına çıkmamaları emrolunduğu gibi burada belli bir yazı ile emrolunmamışlardır. Bunun sebebi, yazıların ancak birer alâmet ve sembol oluşlarıdır. Onlar sadece işaret ve rumuz mesabesindedir. Kelimenin okunacağı şekle uygun düşen her yazı, caizdir.

Kısacası, insanların belli bir resmi (yazı çeşidini) kullanmalarının vacip olduğunu iddia eden, iddiasını ispatlamak için delil getirmek mecburiyetindedir. Ama, delili nereden getirecek?...

Kadı Ebu Bekir’in bu görüşü alınmaya değer, delili apaçık ve uzak görüşlü bir görüştür. O, Allah’ın Kitabının yazısını ilgilendiren dinî bir meselede selefi yüceltme duygusallığı ile delil getirmeyi birbirine karıştırmamıştır. Kur'an resminin tevkifî ve ezelî olduğunu söyleyenlere gelince; onlar, duygularına başvurmuş ve kendi zevk ve vecdlerinin duygusallığına teslim olmuşlardır. Hâlbuki, zevkler nisbî olup, dinin bu konuda bir fonksiyonu yoktur. Zevklerden şer’î bir hakikat çıkarılamaz.

Lâkin, biz (Subhi es-Salih) Kur'an’ın resmi konusunda bundan daha isabetli olan bir görüşü benimsiyoruz. el-Bakıllânî’nin sıraladığı delillere bakarak Osmanî resme muhalefet etmenin caiz olmadığı kanaatindeyiz. Biz, bu konuda el-İzz b. Abdüsselâm’ın görüşünü daha isabetli buluyoruz. O, şöyle der: "Şu anda Mushafın ilk resimler (yazı) ile yazılması caiz değildir. Ümmet artık şu anda kullanılan resim üzere anlaşmış ve bu yazı bir ıstılah hâlini almıştır. Aksi, ilmin kaybolmasına sebep olacaktır. Daha öncekilerin geliştire geliştire sağlamlaştırdıkları bir şey, cahillerin cehli gözetilerek terk edilemez. Yeryüzü Allah için delil getirenden hâlî olmaz."

Bu son görüş özet olarak şunu ifade etmektedir: Avam tabakası, Kur'an’ı eski resmi ile okuyamaz. O hâlde, Kur'an’ın kendi çağlarında yaygın olan ıstılahlarla yazılması daha iyi, hatta vaciptir. Lâkin bu, eski Osmanî resmi ilga etmek anlamına gelmez. Çünkü, onu ilga etmek, ümmetin ittifak ettiği ve onun sayesinde ihtilâftan kurtulduğu değeri büyük dinî bir sembolü bozmak olur. Ümmet içerisinde Osmanî resim metodunda bu ufak tefek farkları göz önünde bulunduran âlimler mevcut olacaktır.

İmam Zerkeşî de, Kur'an’ın Arap elifbası dışında bir alfabeyle yazılmasının caiz olabileceğini; ancak bilenin bu elifbayla okumasının daha iyi olduğunu belirtir.

Nitekim, epey zamandır "bir yazıyı bütün ses inceliklerini belirterek başka bir alfabeye çevirme yolu" olan çevriyazı (transkripsiyon) ehlince kullanılmaktadır. Bu çevirme yolu, ilmî eserlerde bir çok kolaylıklar sağlamaktadır.

Ülkemizde, orijinal metnin bir sayfada, okunuşunun Lâtin harfleri ile karşı sayfada veya her ikisinin aynı sayfada yer aldığı Mushaflar da vardır. Arap elifbasını bilmeyen birçok kişi, bu Mushaflara rağbet etmektedir. Ancak, çevriyazılı olmadığı için, bunları okuyanlar Kur'an’ı yanlış okumuş olmaktadırlar. Çevriyazılı bir Mushafa ise biz rastlamadık. Sırf Lâtin harfleri ile yine çevriyazısız yazılmış olanlar da vardır ki, bunlara Mushaf denemez.

Orijinali Arapça olan ve Arap harfleri ile yazılmış bir metin, çevriyazılı bir metne dönüştürülüp çevriyazıyı bilen birisi tarafından okunduğunda, bu okuyuşun Arapça olmadığı iddia edilemez.

Kur'an ve kıraat birbirinden ayrı iki hakikattir. Kur'an, beyan ve icaz için Hz. Peygamber’e nazil olmuş bir vahiydir. Kıraat ise, zikredilen şu vahiy lâfızlarının, tahfif ve ağırlaştırma ve diğer yönlerden, yazılması keyfiyetidir.

Kur'an-ı Kerim, özü itibariyle yazılı bir metin (=mektub) değildir; bilâkis onun hâkim vasfı meşfuh (ağızdan çıkan) ve mesmû (işitilen) bir hitap olmasıdır.

Ayrıca, Kur'an-ı Kerim’in "Kitâb" olması, çoğunun zannettiğinin aksine, sadece "yazılı" olmasıyla değil, sözlü olmasıyla, okunmasıyla da ilgilidir. Şöyle ki:

Kitap, "Ke-Te-Be" fiil kökünden türetilmiştir. Bu fillin masdarı olan el-ketb, deriyi deriye veya bir tabakayı diğer tabakaya iple bağlamak demektir. Bu anlamda "ketebtü’s-Sekae = torbayı bağladım" denilir. Terim olarak, "harfleri birbirine yazıyla bitiştirmek" anlamına gelir. Bu bakımdan, ağızdan çıkan seslerin bir tertip hâlinde olması durumunda, bu seslere de "kitap" denilir. (Ragıb el-İsfahanî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur'an, 423; Ebu’l-Beka, Külliyat, 307.) Çünkü, Kur'an’da sürekli olarak geçen "kitap" sözcüğü, her zaman Kur'an’ın yazılı şeklini ifade etmez; Allah’ın kelimelerinin bir düzen içinde birlik göstermesi "yazma" demektir.

Pek çok ayette, biz insanlara inmeden önce Allah katında bulunan Kur'an-ı Kerim için "Kitab" kelimesi kullanılmıştır. Bu, Kur'an’ın Allah katında, bizim anladığımız ve bildiğimiz maddî kâğıtlarda ve bizim kullandığımız bir yazı çeşidi ile yazılı bulunduğu anlamına gelmez. Belki Yüce Yaratıcı Kur'an’ın, kul sözü karışmadan, değişmeden orijinal bir Allah Kelâmı olarak indiğini bize anlatmak için onu "Kitab" olarak nitelemiştir. Çünkü, insanlar arasında bir metnin orijinal olarak saklanabilmesi, büyük ölçüde onun yazılı olmasına bağlıdır. Zaten, Kur'an ayetleri de Hz. Peygamber’e yazılı maddî metinler olarak inmemiştir. Kur'an’dan ilk olarak "Kitab" diye bahseden ayet, "Sana indirdiğimiz bu Kitap, mübarektir; ayetlerini iyice düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar." ayetidir. Bu ayet, Mekke'de inmiş bir surede (Sād, 38/29) bulunmaktadır. Bu ayetin indiği sırada Kur'ân, henüz tamamlanmamış ve bir kitap hâline gelmemişti. Onun yazılı olarak inmediği de bilinen bir gerçektir. Ondan önce gelen pek çok ayette okumaktan ve okunan şey anlamına "Kur'an"dan bahsedilmektedir. Bunun için Kur'an önce okunan, sonra yazıya geçirilen bir Kitabdır.

Kur'an-ı Kerim’in evvelemirde sözlü kültüre sahip bir topluma, 1400 küsur yıl öncesi nazil olduğunu, bu nedenle de Kur'an’ın kelime hazinesinin sözlü kültürün normları çerçevesinde şekillendiğini ihmal eden, Kur'an’ın esas itibarıyla sözlü metin olduğunun farkına var(a)mayan bir zihniyetin, hiç tereddüt etmeksizin Kur'an’ın hikmet ve tebligatını anlamakta başarısız olacağını söyleyebiliriz.

Yani, asıl olan Kur'an’ın yazısı değil; sözüdür, okunuşudur. Velhâsıl, yüce Kur'an Nur Risaleleri’nde iddia edilenin aksine hat (yazı) yönünden değil, bilâkis nazm ve mana yönünden ilâhîdir.



2.1.3. NİÇİN BÖYLE BİR MUSHAF?

Âmi avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyunlar tabakasına karşı, Kur'ân’ın göz ile görünecek bir işâret-i i’caziyesi bulunduğu, onsekizinci işârette dâva edilmiş. Ve o dâvayı tenvir ve isbat etmek için, çok îzaha lüzum vardı. Şimdi anladığımız mühim bir hikmet-i Rabbaniye cihetiyle o îzah verilmedi. Pek cüz'î birkaç cüz'iyatına işaret edilmişti. Şimdi o hikmetin sırrı anlaşıldı ve te'hiri daha evlâ olduğuna kat'î kanaatımız geldi. Şimdi o tabakanın fehmini ve zevkini tahsil etmek için; kırk vücuh-u i’cazdan göz ile görülen bir vechini, bir Kur'anı yazdırdık ki o yüzü göstersin.

Yakında tâbedilecek "Mu’cizeli Kur'ân" da Hâfız Osman hattı, aynen muhafaza edilmekle beraber; Kur'ânın mucizeleri gösterilmiştir. Bu Kur'ânın, Âlem-i İslâm başta olmak üzere bütün dünyaca ne büyük bir alâka ile karşılanacağı şüphesizdir.

Bütün bunlar, Risale-i Nur’un dünya çapında muazzam bir boşluğu doldurmakta olduğunun delil ve emareleri değil midir? Bütün beşeriyet, Kur'âna ve dolayısiyle asrımızda onun mânevî i’cazını ispat ve beyan eden Risale-i Nur’a muhtaçtır.



İşte "mucizeli Kur'an" bu yüzden yazılmış... Aklı gözüne inmiş maddecilere Kur'an’ın mucizesini göstermek için!...

Kur'an’ın hattında icaz arayanlara geçmişte de rastlanmış, yakın bir zaman önce de aynı düşünce ile bir hurafe "19 mucizesi" diye yutturulmaya çalışılmıştı.

Cerrahoğlu Kur'an’ın icazını şu nefis ifadelerle açıklıyor:

Kur'an-ı Kerim, ihtiva ettiği üslup ve fikir sistemi ile, muhataplarını dehşete düşürmüş ve asrındaki belâgat sahiplerinin seslerini de kesmiştir. Gönüllere hoş gelen üslubu, lâfızlarının inceliği, manalarının çekici güzelliği, mesellerinin lâtif oluşu, garip haberleri, insanın madde ve ruhuna hitap edişi, sözlerinin yerli yerinde oluşu, tekrarlarının usandırmayışı, müşahedeye ve tefekküre davet edişi, son zamanlarda yapılmış hassas aletler ve tesis edilen mükemmel lâboratuvarlar yardımıyla akılların ulaşabileceği ilmî sırları ortaya koyan, fert ve cemiyet ahlâkını güzelleştiren ve aileyi ıslah eden ahlâk kaideleri, çekici kıssaları, geçmiş asırların tarihini aydınlatması, mebde ve mead hususundaki bilgileri, askerî talimatı, devletler arası hukuk prensipleri, bünyesinin diğer eserlerden farklı oluşu, tabiî güzellikleri yanında bediî güzellikleri, delillerinin kuvveti, mantığının üstünlüğü, müstesna ikna sistemi, kısacası; prensiplerinin yüceliği ve insanoğlu için her iki âlemin saadetini temin etme vazifesini üzerine alması, onun insanlığı âciz bırakan en mühim yönlerinden biri olmuştur.

İşte herkesi âciz bırakan, dehşete düşüren ve ilâhî vahiy ürünü olan mukaddes kitap; devleti, hükümeti olmayan ve hatta okuma yazması dahi bulunmayan bir ümmîye gönderilmişti. Bu kitap; putlara, yıldızlara, ağaçlara, taşlara, kum yığınlarına ve elleriyle yaptıkları şekilli yiyeceklere tapan ve kızdıkları zaman onları yemeye kadar varan hurafeler içinde bocalayan ve en çirkin insanlık dışı hareketleri irtikâp eden insanlar arasında, tevhit (birlik) akidesini yayarak, hurafeyi ve putperestliği kökünden yıkmış, bu insanları çok kısa zamanda ıslah ederek, her yönden, insanlık için onları birer örnek yapmıştır. Kısa zamanda başarılmış böyle bir inkılâbın eşi, tarihte gösterilemez.

Arap edebiyatının şaheseri olan Kur'an-ı Kerim; dili, üslubu ve ihtiva ettiği fikirler sebebi ile, kendisini herkese dinletmiş, büyük küçük, zengin fakir ayırt etmeksizin her yaştaki ve her durumdaki insana imanı aşılamıştır. Tarih bunun en büyük şahididir. Onun üslubu, insanların telif ettiği eserlere asla benzemez. Bu üslup kendine hastır. Bilhassa, Kur'an’ın tehaddî ayetleri bu hususu aydınlatan tarihî bir delil olarak gözlerimizin önündedir. O; insanoğlundan, yardımcılarını da çağırmak suretiyle, en küçük suresine benzer bir sure meydana getirmesini istemektedir. Yine tarihî bir hakikattir ki, bu meydan okumaya cevap verilememiş ve verilemeyecektir de. Bilhassa, burada ortaya çıkan hakikat şudur ki, Kur'an’ın üslup üstünlüğü Arap edebiyatı üstatlarını hayrete düşürmüş, onların edebî dehasını ezmiş, gelecek asırlarda ortaya çıkacak olan belâgat sahiplerinin de seslerini kesmiştir.

İşte Kur'an’ın icazı budur. Yoksa, insanların kendi çabalarıyla yazısında yaptıkları birtakım oyunlar değil... Maddecilerin Kur'an’a inanmamalarının sebebini mucize azlığında (!) görenler, onları inandırmak için kendi uydurdukları saçmaları mucize diye ileri sürmüşlerdir.



2.1.4. TEVAFUK UĞRUNA İŞLENEN BİD'AT

Selef-i salihîn, Kur'an konusunda devamlı takva üzere hareket etmiş, bu konudaki her yeni yaklaşımı çekince ile değerlendirmiş, ihtiyatla karşılamışlardır. Öyle ki, bu endişe, hayırlı ve ümmete faydalı işlerde dahi onlardan ayrılmamıştır.

Vahiy kâtiplerinden biri olan Zeyd b. Sabit el-Ensarî (r.a.) şöyle demiştir:

Ebu Bekir, Yemame (denen yer)’de şehit olanların ölüm haberini yollayıp, beni çağırdı. Yanında Ömer de bulunuyordu. Ebu Bekir bana şöyle dedi:

-Ömer bana geldi ve dedi ki: "Yemame gününde insanların öldürülmesi çok şiddetli oldu. Ben, diğer harp sahalarında da harbin şiddetli olup, Kur'an hafızlarının şehit edilmelerinden, bu sebeple de Kur'an’dan büyükçe bir kısmın zayi olup gitmesinden endişe ediyorum. Ancak, Kur'an’ı toplamamız hâlinde bu iş olmaz. Binaenaleyh ben, senin muhakkak Kur'an’ı toplaman gerektiğini düşünüyorum."

Ben de Ömer’e:

-Resulullah’ın yapmadığı şeyi ben nasıl yaparım? dedim. Ömer:

-Vallahi, bu hayırlıdır, dedi ve bana bu hususta müracaattan vazgeçmedi. Nihayet, Allah benim kalbimi bu işe ısındırdı ve ben de Ömer’in düşündüğü gibi düşündüm.

Zeyd b. Sabit dedi ki: Ömer onun yanında konuşmadan oturduğu hâlde, Ebu Bekir bana hitaben şöyle dedi:

-Şüphesiz sen, genç ve akıllı bir adamsın. Biz, seni hiçbir kusurla itham etmiyoruz. Sen Resulullah için vahyi yazıyordun. Bu sebeple, sen Kur'an’ı arayıp incele ve onu bir araya topla!

Zeyd bu teklife karşı:

Vallahi, bana bir dağın nakledilmesi emredilmiş olsaydı, Ebu Bekir’in emrettiği Kur'an’ı toplama işinden daha ağır gelmezdi, dedi. Zeyd dedi ki: Ben:

-Sizler Peygamber’in yapmadığı bir işi nasıl yaparsınız? dedim. Ebu Bekir:

-Allah’a yemin ederim ki, bu hayırlı bir iştir, dedi.

Ben bu itirazımı tekrar tekrar ona yineledim. Nihayet Allah, Ebu Bekir ile Ömer’in akıllarını yatırdığı ve göğüslerini ferahlattığı gibi, benim de aklımı bu işe yatırdı ve gönlümü ferahlattı. Bunun üzerine ben, Kur'an’ın ardına düşüp gereği gibi araştırdım ve onu, yazılı bulunduğu deri parçalarından, kürek kemiklerinden, hurma dallarından ve hafızların ezberlerinden bir yere topladım.

Kur'an’ın levh-i mahfuzdaki gibi yazılması mümkün olsaydı; bu durum, sahabîler için -tam da ihtiyaç olduğu dönemde- evleviyetle söz konusu olurdu. Ne Kur'an’ı toplayan sahabîlerden ne de Mushaf yazan hattatlardan böyle bir iddia sâdır olmuştur.

Müslümanlar bu duyarlılığı, daha sonra Kur'an harflerinin noktalanmasında ve harekelendirilmesinde de devam ettirmişlerdir:

Basra’da vali olan Ziyad b. Sümeyye, Ebu’l-Esved’den dili ıslah etmesi için bir usûl koymasını istemişti. Bidayette Ebu’l-Esved bu teklifi kabul etmemişti. Fakat, zamanın hadiseleri içinde, Arap dilinin fesada uğradığını ve Kur'an’a da zarar geleceğini düşünen Ziyad, bir adama, Ebu’l-Esved’in yolu üzerine oturup, bir ayeti yanlış okumasını tembih etti. Bunun üzerine o adam Tevbe suresinin 3. ayetinde yer alan "rasûl" kelimesindeki lâm harfini kesre olarak okudu (ayetin manası "Allah ve Resulü müşriklerden beridir" iken, lâm’ın kesreli okunuşunda; "Allah, müşriklerden ve Resulünden beridir" anlamı çıkar). Bu okuyuşu işiten Ebu’l-Esved "İnsanların durumunun böyle olacağını tahmin etmezdim" diyerek, Ziyad’a gitti, onun istediği şeyi yapacağını söyledi ve kendisinden kâtip istedi.

İşte Ziyad, bu hayırlı işin başlatılmasına ancak bir hile ile vesile olabilmiştir. Olay şöyle devam etmiştir:

Ziyad ona 30 kadar kâtip gönderdi. O, Abdulkays’tan olan birini tercih etti. Ona: "Bir eline Mushafı, diğer eline de mürekkep rengine muhalif bir boya al, bir harfin telâffuzunda fetha okuduğumu görünce tam üzerine bir nokta koy, kesre okuduğumda altına bir nokta koy, ötre okuduğumda da harfin önüne bir nokta koy, eğer şu harekelerde gunne yaparsam iki nokta koy!" diye talimat verdikten sonra, Kur'an’ı ağır ağır okumaya başladı, kâtip de noktaları koyuyordu. Her sahife tamam oldukça, kâtip Ebu’l-Esved’e sahifeyi iade ediyor, o da kontrol ettikten sonra, devam ediyorlardı. Bu iş böylece Mushafın irabı tamamlanıncaya kadar devam etti.

Mushaf yazımında muhtelif renkli mürekkeplerin kullanımı da böyle başlamıştır.

Bilhassa harflerin noktalanmasından sonra, hareke noktalarıyla harf noktaları birbirine karışmasın diye, daire şeklindeki hareke noktaları behemehâl lâzımdı. Baştan harflerde nokta olmadığından bu iltibas yoktu. Aynı renkte olmak işi hâlledemiyordu. Hareke noktaları asıl yazıdan sanılmasın diye harflere mahsus ve ekseriya siyah olan noktalardan ayrılmak üzere Mushaflarda ayrı renkte konurdu.

Sahabenin hepsinin aynı kültür seviyesinde olmayışı, tâbiîlerin de ekserisinin yabancı kavimlerden oluşu, Kur'an’ın okunuşunda zorluklar meydana getirmeye başlamış, ilk asrın ikinci yarısına doğru, Arap alfabesindeki birbirine yakın harfleri ayırt etmek için, bunların bazıların altlarına ve üstlerine noktalar koymak icap etmişti. (...) Kur'an-Kerim’e nokta ve hareke konulması, bidayette epeyce münakaşa konusu olmuş, seleften birçok kimse bu hareketi kerih görmüşlerdi. Meselâ, İbn Ömer, Mushaflarda noktayı kerih görür; Abdullah b. Mesud, "Kur'an’ı her şeyden tecrit ediniz" derdi. İbrahim en-Nehaî de Kur'an’a nokta koymayı kerih görür, "onu her şeyden tecrit ediniz, kendisinden olmayan bir şeyle onu karıştırmayınız" derdi. Malik de bundan hoşlanmaz, yalnız küçüklerin Kur'an’ı öğrenmeleri için noktalamayı ve harekelemeyi tecviz ederdi.

Kur'an’ın noktalanmasına ve harekelenmesine mutlak bir ihtiyaç hâsıl olmuş, daha doğrusu bir ihtiyacın neticesi olarak doğmuştur. Fakat bu hareketin, bir zamanda başlayıp bitmediğini, onun zaman aralıklarıyla muhtelif şahıslar elinde tekâmül ve inkişaf ettiğini çeşitli haberlerden anlamaktayız.

Mushaflar uzun zamandan beri tek renkte yazılmış/basılmış ve kolayca okunan bir hâle getirilmiştir. Birden fazla renk kullanımının gereği kalmamıştır. Günümüzde, tecvit kaidelerinin farklı renkle gösterildiği Mushaflar da vardır. Ancak, bunun meşru bir gerekçeye dayandığı da ortadadır.

Kırmızının çeşitli tonları kullanılarak, bazı satırlarında harflerin sıkıştırıldığı, bazısındaysa seyrek bırakıldığı bir Mushaf yazmak, Kur'an’ın icazını göstermek değil, olsa olsa bir bid'at işlemektir.



Meşhurdur ki; hilal-i îd’e bakarlardı. Kimse bir şey görmedi. İhtiyar bir zat yemin ederek "Hilali gördüm" dedi. Halbuki gördüğü hilal değil, kirpiğinin tekavvus etmiş beyaz bir kılı idi. O kıl nerede.. Kamer nerede?.

İşte o ihtiyarın, beyaz bir kirpiğini hilâl zannedip milleti "Bayram geldi" diye ayağa kaldırması gibi, Said Nursî de düzdükleri bu tevafukları mucize zannetmiş, bir de bunu marifet bilip, bütün beşeriyetin Risale-i Nur’a muhtaç oluşunun (?) delili olarak sunmuştur. Bunlara, aynı tarzda kısa bir cevap vermeyi yeterli görüyoruz:

Mucize zannedilen bu uyduruk tevafuklar nerede, yüce Kur'an’ın eşsiz icazı nerede...

"De ki: Andolsun, insan(lar) ve cin(ler), şu Kur'an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine arka olup yardım da etseler, yine onun benzerini getiremezler."



2.2. BİR KÖPEĞİN İSMİNİ BİLE KUR'AN’DA ARAMAK

Kırk muhtelif tabakata ve ayrı ayrı insanlara, kırk vecihle Kur'an-ı Hakîm i’cazını gösterir veya i’câzının vücudunu ihsas eder. Kimseyi mahrum bırakmaz. Hattâ yalnız gözü bulunan kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur'an’ın bir nevi alamet-i i’câzı vardır. Şöyle ki:

Hâfız Osman hattiyle ve basmasiyle olan Kur'an-ı Mu’ciz-ül-Beyan’ın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ: Sure-i Kehf’de: "ve sâminuhum kelbuhum" kelimesi, altında yapraklar delinse: Sure-i Fâtır’daki "kıtmîr" kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak.



"Sekizincileri köpekleridir" anlamına gelen "ve sâminuhum kelbuhum" ibaresi, Kehf suresinin 22. ayetinde yer almaktadır. Ayetin meali şöyledir:

"Gayba taş atar gibi: 'Onlar üç (kişidir), dördüncüleri köpekleridir' diyecekler. 'Beştir, altıncıları köpekleridir' diyecekler. '(Hayır), yedidir, sekizincileri köpekleridir' diyecekler. De ki: 'Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir.' Onları bilen azdır. Onun için onlar hakkında, bu bildirilenler dışında münakaşaya girme ve onlar hakkında hiç kimseye de bir şey sorma!"

Kehf suresinin bu ayeti, Kur'an’ın 295. sayfasında yer alırken, köpeğin ismi olduğu iddia edilen "kıtmîr" kelimesinin geçtiği ayet 435. sayfadadır. İlginin (?) kurulması için şimdi de söz konusu ayetin mealine bakalım:

"(Allah) geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirli bir süreye kadar akıp gider. İşte Rabbiniz Allah budur, mülk onundur. Ondan başka yalvardıklarınız ise bir çekirdek zarına (kıtmîr) bile sahip değillerdir."

el-Kıtmîr, çekirdeğin üzerindeki ince kabuk, çekirdek zarı; darbımesel olarak kıymetsiz, adî, ehemmiyetsiz manasında kullanılır.

"Ve sâminuhum kelbuhum" ifadesinin altındaki yapraklar delinse (!) bile, "kıtmîr" kelimesi açılan deliğe denk gelmemektedir. Çünkü, bu ibare Hafız Osman hattıyla yazılmış Mushafta 295. sayfanın 6. satırının sol tarafında iken; "kıtmîr" kelimesi 435. sayfanın 7. satırının sağ tarafındadır. Kaldı ki, denk gelse dahi bu, o köpeğin isminin "Kıtmîr" olduğunu ve bunu Kur'an’ın şifreli bir şekilde belirttiğini göstermez. Farklı satır sayısında yazılmış bir Mushafta ise bu iki ibare, -zaten ilgisi yoktur- hiç alâkası olmayan yerlerde yer alır.

Ashab-ı kehfin sayısı hakkındaki iddiaları "gayba taş atmak" şeklinde nitelendiren Kur'an’ın, köpeklerinin ismini gizli bir şekilde belirttiği (?) iddiasının makul görünecek bir yanı yoktur.

Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrailiyyat adlı eserinde, söz konusu köpeğin adını birçok tefsir kaynağından araştırarak 11 ayrı isim vermiştir.

Kur'an’ın icazını bu şekilde gösteren zihniyete, aşağıdaki soruların cevaplarını bulmamız için Kur'an’ın hangi sayfasının neresini, nereye kadar delmemiz (!) gerektiğini sormaya herhâlde hakkımız vardır; çünkü bunlara da cevap vermeleri yöntemlerinin tutarlı olmasının bir gereğidir.

1. Ashab-ı kehfin isimleri ne idi? Kur'an’da bu yiğitlerin isimlerinin belirtilmesi, köpeğin isminin belirtmesinden her hâlde daha anlamlı olsa gerektir.

2. Yiyecek almaya giden hangisiydi?

3. Şehirden alınan erzakın cinsi ne idi ve miktarı ne kadardı?

4. Köpek hangisinindi?

5. Köpeğin cinsi ve rengi ne idi?

...

Bu soruların cevaplarını birçok tefsir kaynağından toplayıp, bir araya getiren Aydemir şöyle demektedir:

İbn Cerir et-Taberî başta olmak üzere birçok müellifçe ashab-ı kehfin isimleri tek tek sayılmıştır. İsimlerin böylece tasrih edilmiş olması lüzumsuzdur. Çünkü, asgarî bir hesapla günümüzden 20-25 asır önce cereyan etmiş bir olayın kahramanlarının isimlerini -şayet ilâhî bir açıklama yoksa- bilmek mümkün değildir. Zaten, bunu araştırmaya lüzum da yoktur.

Açıkça anlaşılacağı üzere, ashab-ı kehfi teşkil eden gençlerin isimleri Acemî (Arapça dışında bir dil)dir. Herhangi bir şekil ve nokta ile zapt ve tespit bir hayli müşküldür. (...)

Sözü kısa kesmek gerekirse; bunlar açıkça İsrailiyattır.

Kur'an’da ve Hz. Peygamber’in hadislerinde asla bahis konusu edilmeyen, bu ashab-ı kehfin köpeğinin adı, rengi ve cinsi ile ilgili beyanların da İsrailiyattan olduğunda şüphe yoktur.

Köpeğin rengi hususunda ihtilâf edilmiş ve çeşitli şeyler söylenmiştir. Buna ne lüzum vardır? Hakkında delil yoktur. Buna ihtiyaç da yoktur. Üstelik bunlar nehyedilmiş şeylerdendir. Çünkü, bunların dayanağı, aslı ve esası "gaybı taşlama"dan öteye gitmez. Bunların ehl-i kitap ismi ile anılan Yahudilerden ve Hristiyanlardan alındığı ve dolayısıyla İsrailiyat olduğu açıktır.

Doğrusu, ümmetten İsrailiyat ile uğraşan, yukarıdaki soruların cevaplarını arayan birçok kişi olmuştur; fakat herhâlde Mushaf delme metodunu (!) bulan ve kullanan ilk kişi Said Nursî’dir.

Ashab-ı kehf kıssasını ve Kur'an’daki diğer kıssaları anlamak, düşünüp ibret almak yerine böyle işlerle uğraşmak tekellüfün ta kendisidir. Hele bunları Kur'an’ın icazı diye takdim etmenin asla tutarlı bir yanı yoktur.

Mushafları delik deşik etmeye meraklı kardeşlerimize yöneltilecek yeni sorular bulmak bizim için hiç de zor olmayacaktır:

Hz. Adem’in yaklaşmaması istenen ağaç hangi ağaçtı?

Hz. Nuh gemiyi kaç yılda yaptı? Gemiye kaç kişi binmişti?

Hz. İsa’ya indirilen sofrada hangi yemekler vardı?

Hz. Yusuf kaç dirheme satıldı?

Hz. İbrahim’in aldığı dört kuş hangi kuşlardı?...



2.3. KUR'AN AYETLERİNİN SAYISI

Kur'an, (...) ondört asır müddetinde her dakikada altıbin altıyüz altmışaltı âyetleri, kemâl-i ihtiramla hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor.



Sofuoğlu bu konuda şöyle der:

Kur'an-ı Azim’in ayetlerinin sayısına gelince 6000 ayettir. Bunun üzerine ziyade olan sayılarda çeşitli kaviller hâlinde ihtilâf edilmiştir. Kimisi bu sayının üzerine artırmadı. Kimisi 6204 ayettir, dedi. Kimisi 6214 ayet, kimisi 6219 ayet, kimisi 6225 ayet, kimisi 6226 ayet, kimisi de 6236 ayet, dedi. Bunları Ebu Amr ed-Danî, el-Beyan adındaki kitabında hikâye etti.

Keskioğlu da şöyle demektedir:

Ayetleri yuvarlak rakam olarak 6666 sayarlar. Bazılarınca daha azdır. Çünkü, mukattaatı bir ayet sayıp saymama ihtilâflıdır. Birkaç ayeti bir sayanlar da var. Duraklar ihtilâflıdır. İbn Abbas’tan rivayete göre 6616’dır. Daha çok kabul olunan 6236 ayettir. 113 besmele de birer ayet sayılır.

Asırlardır kabul görmüş, hâlen ümmetin çoğunluğunun elinde bulunan Mushaftaki ayet sayısı 6236’dır. Bu sayıya 113 besmele de eklenirse 6349 olmaktadır.

Bu konuyu bizim ele almamızın nedeni ise, Said Nursî’nin Kur'an’ın 6666 ayet olmasından kendisine göre yine çeşitli tevafuklar (!) çıkarmış olmasıdır. Said Nursî, nedense elindeki Mushafın ayetlerini saymadan 6666 deyivermiştir. Hâlbuki, tevafuklu-mucizeli ve levh-i mahfuzdaki gibi (?) yazılan Mushafta da ayet sayısı 6236’dır. Böylece Said Nursî kendisiyle de çelişkiye düşmüş, bir dediği diğerini tutmaz olmuştur.

6666 ayet demiştir; çünkü uydurulan tevafuk ancak bu sayı ile bir anlam (!) kazanabilecektir:

Bu müsveddenin birinci tebyizi bir mübarek zât tarafından oldu. O zâtın tevâfuktan haberi yokken yazdığı nüshada, kayda lâyık şöyle lâtif ve mânidar bir tevâfuk gördük ki: O nüshanın satırları başında "ELİF"ler ALTIYÜZ ALTMIŞALTI olarak yazılmıştır. Bu hâl ise, Hazret-i İmam-ı Ali (Radıyallahü anh) tarafından bu hususî risâleye verilen Âyet-ül-Kübra namının cifrî ve ebcedî makamı olan ALTIYÜZ ALTMIŞALTI adedine tam tamına muvâfakatı ile, risâlenin bu nâma liyakatını gösterir. Hem âyât-ı Kur'âniyenin adedi olan ALTIBİN ALTIYÜZ ALTMIŞALTI’nın dört mertebesinden üç mertebesine tevâfuku dahi, bu risâlenin, âyatın bir lem'ası olduğuna bir işârettir diye telâkki ettik.

Kur'ândaki âyetin mecmu’-u adedi, altıbin altıyüz altmışaltı olması ve şu geçen seksendokuzuncu sahifede, mezkûr Esmâ-i Hüsnânın adedi, altı rakamiyle alâkadar bulunması ehemmiyetli bir sırra işaret ediyor, şimdilik mühmel kaldı.

Nur Risaleleri’nde yer alan Âyet-ül-Kübra namlı risaleye, bu ismi Hz. Ali (r.a.)’nin özellikle verdiği iddiasını, kitabımızın "Nur Risaleleri’nde Hz. Ali" bölümünde ele alacağız.

İşte, Nur Risaleleri’nin tevafukları böylesine çürük ve düzmedir. Bunlar, Said Nursî ve talebeleri tarafından keramet telâkki edilmiştir.

İmam Suyutî, Kur'an ayetlerinin sayısı hakkında demiştir ki:

Aslında bu, önemli bir konu değildir. Görüşlerin çeşitliliği mukattaatı ve besmeleyi bir ayet sayıp saymama ve vakıfların nerede olacağı konusundaki ihtilâftan kaynaklanmaktadır. Onun önemi sadece, namazda bir ayetin tümünü okumayınca, namazın sahih olmayacağından ileri gelir. İşte bu yüzden bazı âlimler, ayetlerin sayısını bilmek, bir ilim değildir, bu sadece bazı kimselerin kendilerini tanıtmak için ilgilendikleri bir meşgaledir, demişlerdir.

Konuyu bitirdik, ama yeri gelmişken "666" ile ilgili bir tevafuku da biz zikredelim. Ebcedin kaynağı olan İbranî gematria ile uğraşan bazı Hristiyanlar, Deccal ile Peygamberimizin isminin Yunancası olan "Maometis"in bu sayıyla tevafuk ettiğini bulmuşlar ve ona iman etmek bir tarafa, onu -hâşâ- Deccal olarak görmüşlerdir.

İncil der "Son gün deccal çıkacak! Korkunç cismi!"
"Altı yüz altmış altı" tutar! Bu devin ismi!
"İSA düşmanı, en son gün çıkacaktır" der!
"Altı yüz altmış altı" sayısal ismi eder!
MUHAMMED’e, kurnazca bu, canavar isnadı!
Çünkü Yunanca sayı, tam "MAOMETİS" adı! (666)
Kıyamet vizyonunda görmüş Yuhanna onu!
Evliyanın burada bakınız geldi sonu!

Uluğ Kızılkeçili, "Muhammed"in Deccal değil "Kurtarıcı"; hepsinin dönüp dolaştığı "kapı"nın da "Ali" olduğunu ebced hesabıyla şöyle ispat etmektedir:

Bu sayı "Kurtarıcı Yehova" ismiyle denk! (666)
Âdem’e ruh üflenen, "Cuma günü"dür mihenk!
Yine aynı sayıdır! "Kurtarıcı ismi" de! (666)
Ona vaftizde inen YAHYA veya İLYAS de!
İbranice "İLYAS" ve "Ev" sözcükleri eşit!
"Kurtarıcı ALLAH" da! Öz demek! Çeşit çeşit!
Bu sayı, "Son gün tenden çıkan" o "Genç" ile denk!
"Âdem’e ruh üflenen cuma"dır buna mihenk!
İbranice yine bu sayı, "Güneş" sözü!
İBRAHİM "El Elyon" der! Çünkü ALİ’den özü!
Bir daire çiziniz! Bu kadar olsun çapı!
Çemberi MUHAMMED’dir! ALİ’dir ona kapı! (...)

İşte Yahudi, İttihadî, Alevî karışımı...



2.4. KUR'AN HARFLERİNİN SAYISI

Risale-i Nur’un bir kahramanı olan Husrev, Risale-i Nur’un hizmetinde gösterdiği hârikaları, nümune olmak için bir kısmını beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Bu zât, dokuz-on sene zarfında dörtyüz risale kadar dikkatli ve tevafuklu olarak Risale-i Nur’dan yazdığı gibi; hâfız olmadığı halde yazdığı iki mükemmel Kur'an ile ve üçüncüsü -müteferrik bir surette- gözle görünür bir nevi i’caz-ı Kur'an’ı gösterir bir tarzda üç Kur'an’ı yazmış; tam mukabele edilmeden bize gelmiş; biz de mukabele etmeden size göndermiştik. Sizler de, kemâl-i dikkatle hareke ve harflerde gördüğünüz kırk-elli sehiv, Husrev’in kaleminin ne derece hârika olduğunu gösterir. Çünki her Kur'an’ın üçyüz bin altıyüz yirmi (300.620) harflerinde o kadar hareke ve sükûnlarda yalnız kırk-elli sehiv bulunması, o kalemin isabette hârika olduğunu gösterir. (...)



Merhum Sofuoğlu, der ki:

Kur'an’ın harflerine gelince; Abdullah b. Kesir, Mücahid’den naklen Kur'an’dan saydığımız 321.180 harftir, demiştir. Fadl b. Ata b. Yesar 325.015 harftir, dedi. Sellâm Ebu Muhammed el-Hamanî şöyle dedi: Haccac karileri, hafızları ve kâtipleri topladı da onlara: Bana Kur'an’ın hepsinden haber verin, Kur'an kaç harftir? dedi. Sellâm dedi ki: Bu emir üzerine bizler sayıp hesap yaptık. Sayıp hesap yapanlar Kur'an’ın 340.740 harf olduğunda ittifak ettiler.

Ramuz’un mütercimi Abdülaziz Bekkine ise, mevcut Kur'an’ların 322.671 harf tuttuğunu belirtmiştir.

Suyutî, İtkan’da; İbn Abbas’tan yapılan rivayete göre, Kur'an’ın tamamının 323.671 harf olduğunu zikreder. Suyutî, bu meselede başka görüşlerin de olduğunu belirttikten sonra şöyle demiştir:

Kur'an harflerini kesin bir sayıya bağlamada gösterilecek gayret, faydası olmayan bir meşgaleden öteye geçmez. İbnu’l-Cevzî, Fünunu’l-Efnan adlı eserinde meseleyi etraflıca ele almış; yarım, üçlü, onlu harfleri sayarak bu konuda geniş bilgi vermiştir. İsteyen bu esere müracaat edebilir. Biz, bu kitabımız (el-İtkan)da, mühim meseleleri inceledik. Böyle lüzumsuz meselelere yer vermedik.

Sehavî şöyle der: Kur'an kelimelerini ve harflerini saymada bir fayda olacağını sanmıyorum. Bunda bir fayda varsa ancak içinde noksanlık bulunması mümkün olan kitapta olur. Hâlbuki, Kur'an böyle bir şüpheden tamamen uzaktır.

Görüldüğü gibi Said Nursî’nin verdiği rakam, rivayetlerin hiçbiri ile tevafuk etmemektedir.

Bizim bu konuyu ele almamızın sebebi biraz da, kitap okumaya vakit bulamayan Said Nursî’nin, sıra sayım işlerine gelince bol bol vakit bulabildiğini göstermektir. Nitekim, Nur Risaleleri’nde Kur'an ile ilgili birçok sayım verilmiş ve bu sayımlardan da birçok çıkarsama yapılmıştır...



2.5. BİR DAKİKADA KUR'AN’IN HATMİ

Bazı Evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada bir Hatme-i Kur'aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle Ehl-i Hak ve Sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler.



Suyutî, İtkan’da şöyle demiştir:

Selef-i salihînin Kur'an okuma miktarında bazı âdetleri vardı. Kur'an’ın çokça okunmasında, en çok varit olan şunlardır: Dördü gündüz, dördü gece olmak üzere bir günde sekiz hatim, dört hatim, üç hatim, iki hatim ve bir hatim yapanlar bulunurdu.

Hz. Aişe, bunu kınamıştır. İbn Ebu Davud, Müslim b. Mihrak’ın şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Aişe’ye, Kur'an’ı bir gecede iki ve üç kere hatmedenler olduğu söylenince şöyle dedi: "Bir gecede bu kadar hatmedip etmemeleri önemli değildir. Bir geceyi bütünüyle, Resulullah’ın yanında ibadetle geçirdim. O, Bakara, Âl-i İmran ve Nisa surelerini okur, müjdeleyici olan her ayette durur, dua ve niyazda bulunur; azap ihtiva eden korkutucu ayetlerden sonra durur, duada bulunur ve mağfiret dilerdi."

Kur'an’ın hatminde ayrıca, iki gece veya üç gecede bir hatim yapanlar da olmuştur. Makbul olan da budur.

Bazı kimseler, Kur'an’ın bundan daha az bir zamanda hatmedilmesini kerih görmüşlerdir. Bunu, Ebu Davud ve Tirmizî’nin Abdullah b. Ömer’den merfuan rivayet ettikleri şu hadise dayarlar: "Kur'an’ı üç günden az bir zamanda okuyan, manasını kavrayamaz." İbn Ebu Davud ve Said b Mansur da, İbn Mesud’dan merfuan şu rivayette bulunmuşlardır: "Kur'an’ı üç günden az bir zamanda hatmetmeyiniz."

Ebu Ubeyd’in rivayet ettiğine göre; Muaz b. Cebel, Kur'an’ın üç günden az bir zamanda hatmini kerih görürdü.

Düşünmeden Kur'an okuma mekruhtur. Bu konuda Abdullah b. Amr’ın rivayet ettiği, "Üç günden daha kısa bir sürede Kur'an okuyan, onu anlamamıştır." hadisi gelmiştir.

Üç gün nerede, bir dakika nerede?... Bu, yapılabilse bile kerih görülmüş bir fiildir. Üç günden az bir zamanda Kur'an’ı hatmedenler, manasını anlayamayacaklarına göre, bir dakikada hatmedenlere (?) ne demeli acaba? Anlamadan Kur'an okuyanları "evliya" diye vasıflandırabilir miyiz?



"İlm-i Kur'an’ın kendisine rüyasında talim edildiği" iddiasına rağmen, Said Nursî’nin başta tefsir olmak üzere Kur'an ilimlerinde birçok yanlışı ve hatası olmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder